ŞEHRİN KALBİNDEKİ
KUTLU NAZAR
Kusem b. Abbas radıyallahu anhuyu bir de Hoca Nasrullah’tan dinlemek için Abd-i Derun Camii’ndeyiz. Şâh-ı Zinde Külliyesi’nde görüp işittiklerimizin hakikati nedir diye sorduğumuzda, “Kusem, Semerkand’ın bağrındaki kutlu nazardır” diye söze başladı Hoca Nasrullah. “Resulullah’ın amcası Hz. Abbas’ın oğludur. Annesi Ümmü’l-Fazl, hem Hz. Hatice’den sonra Müslüman olan ikinci hanım sahabedir hem de Efendimiz’in muhtereme zevcelerinden Meymûne annemizin kız kardeşi. ‘Her hayrı kendinde toplayan’ manasındaki ‘Kusem’, Peygamberimiz’in isimlerinden biridir aslında. Babası, adının sahibine çeksin diye vermiştir Kusem’e bu ismi; öyle de olmuştur. Genç sahabilerden Kusem olgunlaştıkça fazileti ve takvası ile tebarüz edecektir.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Hüseyin’in süt kardeşi de olan Kusem’i kendi torunları kadar sevmiş, bineğinin terkisinde dolaştırmış, ona ve ailesine dua etmiştir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Fahr-i Kâinat’ın gasil ve defin işlerinde hazır bulunmuştur. Resûl-i Ekrem’in mübarek naaşını kabre koyanlardan biridir ve kabirden en son çıkan kişi olduğu için bu dünyada Efendimiz’e en son dokunan kişi de odur.”
Hoca Nasrullah başını kaldırdı, “Bunları biliyor olmalısınız.” dedi. “Peki, akrabaları arasında Peygamberimiz’e en çok benzeyen sahabinin Kusem olduğunu biliyor muydunuz? Yaşı ilerledikçe siması ile hal ve hareketleri ile Resûlullah’a o kadar benziyordu ki, Peygamber’i özleyenler gelip Kusem’i seyrediyorlardı uzun uzun. İşte Semerkand da Kusem’i bu özlemle bağrına bastı. İki Cihan Güneşi’nin kutlu nazarı Kusem gelmeden elli sene önce tutuşturmuştu Semerkand’ın gönlünü. Kusem’in gelişi beklenen bir geliştir, yakıcı bir hasretin dindirilmesidir.”
Hafızamızı zorlayarak Kusem b. Abbas’ın Semerkand’a gelişinden elli yıl önce ne olduğunu bulmaya çalışıyorduk. Bu konuda herhangi bir bilgiye rastladığımızı hatırlamıyorduk açıkçası. Hoca Nasrullah tereddüdümüzü fark etti, bir soruya cevap verir gibi, “Hendek Gazvesi” dedi. Hicretin beşinci yılında vuku bulan ve adını Medine girişine kazılan hendeklerden alan bu savunma savaşının Semerkand’la yahut Kusem’le ne ilgisi vardı?
“İçlerinde Selman-ı Fârisî’nin de olduğu sahabi grubu Zübab dağı eteklerinde hendek kazıyordu. Beyaz, parlak bir kaya çıktı önlerine. Kazma, kürek, balyoz, külünk, ne varsa ellerinde kırılıyor, kaya bana mısın demiyordu. Resûlullah’ın yamaçtaki çadırına varıp O’na durumu anlattılar. Hz. Peygamber Selman’ın elinden balyozu aldı, hendeğe indi, kayaya öyle bir darbe indirdi ki, çıkan kıvılcım şimşek gibi çakarak Medine’nin iki dağının arasını aydınlattı. Üçüncü vuruşta kaya iyice parçalanmış, her balyoz darbesinde çakan şimşek iki dağ arasını aydınlatmış, Resûlullah aleyhisselam her defasında aydınlanan ufka bakarak fetih tekbirleri almıştı. Ashap, tekbirlerin sebebini sorunca, her şimşek aydınlığında, Müslümanların gelecekte fethedeceği beldelerin ‘köpeğin altlı üstlü yan dişleri gibi’ kendisine gösterildiğini beyan buyurdu Allah Resûlü. Semerkand, Medine’nin iki dağı arasındaki ışıkta beliren beldelerden biridir işte.
Semerkand, ağaçların tomurcuklandığı bir evvel bahar gününde, şimşek parıltısına benzeyen parlak bir ışığın içinde kendisine bakıp gülümseyen o en sevgilinin gözlerini gördü. Bu bir çift gözü yüreğine nakşetti, hiç unutmadı ve o günden beri yol gözler oldu. Kusem’in gelişinden on sene evvel, sahabeden Hakem b. Amr’ın Ceyhun’un bu tarafında ilk namazı kıldırmak üzere tekbir aldığında Semerkand da kıyam etti; yüreği kıpır kıpır ayakta bekledi o gözlerin sahibini. Nihayet Kusem geldi. O geldi sandı şehir. Öyle kucaklayıp bağrına bastı Kusem’i. Yanılmadı, hayır! Çünkü Kusem’le gelen O’ydu, Kusem’in getirdiği O’ydu.
Sonraki asırlarda O’nun getirdiğini anlatıp yaşatan Semerkandlı âlimler mutlaka Muhammed ön adını taşır ve vefat ettiklerinde Kusem türbesinin yakınına defnedilirlerdi. Şâh-ı Zinde’deki mezarların hemen her taşında ‘Muhammed’ yazar bu yüzden. Burası Muhammed makamıdır ve kalbindeki kutlu nazar ile her vakit diridir. Kusem b. Abbas b. Abdülmuttalib el-Hâşimî de bu zinde ordunun şahıdır.
Taşıdığı mesajla asırlardır Semerkand’ı diri kıldığı için hem canımız hem cananımızdır Kusem. Şahlar şahıdır. Sizin padişahlarınız nasıl Eyüp Sultan’ın huzurunda kılıç kuşandıktan sonra tahta çıkıyor idiyse, bizde de bütün Semerkand hakanları Şâh-ı Zinde’deki bir taşın üzerine çıkarak hükümdarlıklarını ilan ederlerdi.”
Tanıdık Caddeler
Bir Ahıska Türkü olan mihmandarımızla yeni Semerkand’ı geziyoruz. 1921’den beri özellikle Sovyet döneminde oradan oraya sürülen Ahıska Türkleri, Rusça dâhil, neredeyse bu bölgede konuşulan bütün dilleri, bu arada Türkçenin bütün lehçelerini öğrenmişler. Bu yüzden bugün Türk cumhuriyetlerindeki rehberlerin büyük kısmı Ahıska Türk’ü. Mihmandarınız modern Semerkand’ın 1870’lerden sonra eski şehrin batısında kurulduğunu hatırlatıp şaka yapıyor: “Siz de aşağı yukarı aynı yıllarda Batı’ya kaymıştınız.” Cadde ve sokak isimlerinin yazılı olduğu levhaları gösterip ilave ediyor sonra: “Semerkand Batı’ya kaydı ama bütün değerlerini beraberinde taşıdı.”
Özbekistan Latin alfabesine geçtiği için rehberimizin işaret ettiği levhaları kolayca okuyabiliyoruz. Şehrin bütün caddelerine bu bölgede yetişen âlimlerin, din ve tasavvuf ulularının, devlet adamlarının, sanatkârların adı verilmiş. Semerkand’da kaldığımız sürece ne zaman dolaşmaya çıktıysak, gözlerimiz önce “kûçe”lerin tabelalarını aradı. Farabî, Birunî, Harizmî, İbni Sina ve Kadızade Rumî’den Ebülgazi Bahadır Han, Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacib, Ahmed Yüknekî, Ali Şir Nevâî’ye; Maturidî, Zemahşerî, Ebulleys Semerkandî’den Bahaüddin Nakşibendî, Emir Külal, Abdülhalik Gücdüvanî, Hoca Ahrar-ı Velî’ye kadar rastladığımız birçok bildik isim, şehir değişti ama biz hâlâ buradayız diyordu sanki. İbni Haldun’u, Gazâlî’yi, Gaspıralı İsmail’i de unutmamıştı Semerkand ve böylece inanılmaz bir ufuk genişliğine işaret ediyordu.
Şurada burada karşılaştığımız herkes “selâmün aleyküm” diyerek selamlıyor bizi. Selam, Özbekistan’ın bütün şehirlerinde yaygınlaşmış. Yalnız, “selamün aleyküm”e yine “selamün aleyküm” diyerek mukabele ediyorlar. “Aleykümselam” demek büyüklere mahsusmuş fakat tevazularından olsa gerek büyük küçük herkes yine selamün aleyküm diyerek alıyor selamınızı. Camilerde de vakit namazlarından sonra cemaat hep birlikte yüksek sesle “selamün aleyküm” deyip musafaha ediyor. Bizim seyahat ettiğimiz dönemde Özbekistan’ın diğer şehirlerinde olduğu gibi Semerkand’da da ezan okunmuyordu maalesef. Özbekler, selamı böylesine yaygınlaştırarak ezan hasretlerini dindiriyorlardı belki de.
Türlü türlü meyvelerin, sebzelerin, kurutulmuş incir, üzüm, kaysı ve eriklerin, biraz pembeye çalan kırmızı renkli pirinçlerin, sert kabuğu kendiliğinden çatlayıp açılmış bademlerin, her biri neredeyse bir metre uzunluğunda incecik yeşil fasulyelerin, binbir türlü baharatın satıldığı meşhur Siyop Pazarı’nı dolaşıyoruz. Burası sadece Semerkand’ın değil ülkenin de en önemli pazarıymış. İki bin yıllık bir geçmişi olduğundan ve nesillerdir burada tezgâh kuran ailelerden söz ediliyor. Haftanın her günü açık olan bu devasa pazarda, otuz gün boyunca bayatlamayan ve “Semerkand nânı” diye bilinen dünyaca meşhur Semerkand ekmeğinin belki yüzlerce çeşidine rastlıyoruz. Satıcıların çoğunluğunu hanımlar oluşturuyor. Müşterileri “rahmat” (rahmet) diyerek buyur ediyor, bir sanat eseri gibi düzenledikleri tezgâhların arkasında güler yüzle “hoş kelipsiz” dedikten sonra sattıkları kuruyemiş ve meyvelerden ikram yarışına giriyorlar. Bir kavun tezgâhının önünden geçerken elimize kavun dilimleri tutuşturuluyor. Meşhur Özbekistan kavununu ilk defa tadıyoruz. Kendine özgü çok güzel bir tadı var. Rehberimiz, bizdekilere göre daha beyzî bir şekilde inşa edilen dilimli Özbek kubbelerinin kavundan ilhamla tasarlandığını söylüyor. Ona göre bu kubbelere “kavun kubbe” demek gerekiyormuş ama bütün uyarılara rağmen hâlâ “soğan kubbe” diyenler varmış. Halbuki soğan kubbe Hint mimarisinin özelliğiymiş.
Siyop Pazarı öyle bir günde gezilecek gibi değil. Ucu bucağı görünmüyor. Hemen yakınındaki Bibi Hatun Camii’ni ziyaret etmeye karar veriyoruz.
(Gelecek ay: Bir Cami, Bir Rahle, Bir Mushaf)