TAVRIMIZ
Dünya hayatı bir yolculuk. Geldik ve gidiyoruz. Birçok hadis-i şerifte bu yolculuk haline vurgu yapılmış. Âhiret ise bu yolculuğun varış noktası.
Bu yolda en büyük ihtiyacımız savrulmamızı, yoldan çıkmamızı engelleyecek ilkelere göre hareket etmek. Her türlü azgınlıktan, haddi aşmaktan kaçınmak. Kısaca güzel ahlâk sahibi yani İslâm ahlâkını yaşıyor olmak.
Bu yazımızda, İslâm ahlâkının günümüz şartlarında öncelikle hatırlanması gereken bazı esaslarına dikkatinizi çekmek istiyoruz.
Affedici olmak
Hayatın getirdiği stres, hırs, rekabet ve bencillik bizi birbirimizden uzaklaştırdı. Gönüllerimizi soğuttu. Toplumda birbirimize tahammülümüz azaldı, kırgınlıklarımız, çatışmalarımız artık hiç olmadığı kadar çok.
Herkes kendi hakkını korumanın derdinde. Bu normal görülebilir. Fakat bu hakkını koruma çabası çoğu kez ardında başkalarının haklarını ve kırık gönüller bırakıyor.
Affedici olmak; ilişkilerimizi tamir etmek, huzur ortamını yeniden inşa etmek için ihtiyaç duyduğumuz erdemlerin başında geliyor. Belki de bu yüzden Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin en çok hatırlattığı ahlâkî esaslardan biri.
O, affetmek hakkında ne diyordu, hatırlayalım:
“Kul başkalarının hatalarını affettikçe Allah da onu yüceltir.” (Müslim, Birr 69)
“İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, zulmederlerse biz de zulmederiz, diyerek her hususta başkalarını taklit eden kişiler olmayın. Kendinizi insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa kötülükle karşılık vermemeye alıştırın.” (Tirmizi, Birr 63)
Bir sefer sırasında Resûlullah Efendimiz ordusuyla istirahat ederken kılıcını yanındaki ağaca asmış ve uykuya dalmıştır. Düşmanlardan biri gizlice gelip kılıcı almış ve başucuna dikilip “Seni benden kim kurtaracak!” diye bağırmıştır.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem “Allah kurtaracak” diye cevap verince adamın elindeki kılıç yere düşmüştür. Hemen kılıcı alan Efendimiz bu sefer kendisi sormuştur:
– Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?
Adam;
– Güzel karşılık verenlerden ol, diye cevap verince Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem;
– Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim O’nun elçisi olduğumu kabul ediyor musun, diye sordu. Adam;
– Hayır, kabul etmiyorum. Ama seninle savaşmamaya ve seninle savaşacak herhangi bir toplulukta bulunmamaya söz veriyorum, dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber adamı affetti. Affedilen kişi arkadaşlarının yanına dönünce onlara;
– Bilin ki en hayırlı kişinin yanından geliyorum, dedi. (Buhârî, Cihâd 84, 87, Meğâzî 31)
Başka bir merhamet örneği Mekke’nin fethi sırasında yaşanmıştır. Mekke fethedildikten sonra Resûlullah sallalahu aleyhi vesellemi yurdundan çıkartan, canına kasteden, her fırsatta ona eziyet edenler karşısında toplanmış, kendileri hakkında karar verilmesini bekliyordu.
Mekke’yi fetheden, arkasında O’na inanan ordusu ve Allah Teâlâ’nın yardımıyla istediği intikamı almaya gücü yeten Hz. Peygamber karşısındakilere şöyle sordu:
– Bugün size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?
Onlar da affedilmeyi umarak şöyle cevap verdi:
– Sen cömert ve şerefli bir kardeşin oğlusun. Affetmeyi seversin.
Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
– Size kardeşim Yusuf’un kardeşlerine dediğini söylüyorum: ‘Bugün sizi sorumlu tutmuyorum. Allah sizi affeder. Çünkü O merhametlilerin en merhametlisidir.’ Hadi gidin. Artık serbestsiniz. (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ 18276)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kendisine zulmedenlere bile böyle bir ahlâkla yaklaşmıştır.
Belki de Asr-ı Saadet’teki gibi bir toplum inşa etmek bu yolla mümkündür. Hatalara karşı sadece geçmişi arkada bırakarak değil, hatayı yapanın gönlünü hoş tutarak geleceğe de bir umut köprüsü kurarak toplum iyileşebilir.
Birbirini affetmeye gönüllü olan toplumda kin ve nefretin yerini muhabbet, samimiyet ve kardeşlik alır. İnsanlar affederek kalplerinde kin ve nefretin sebep olduğu huzursuzluktan kurtulabilir, mutluluğa ulaşabilir.
Affetmek beraberinde pek çok hayır güzellik getirse de, affedici olmak için belki de şu müjde yeterlidir:
“Onlar affetsinler, hoş görsünler. Allah’ın sizleri bağışlamasını istemez misiniz?” (Nur 22)
Doğru Söylemek
Söylemesi dile kolay gelen ama kalpte bıraktığı leke ve ahlâka verdiği zarar bakımından tehlikesi çok büyük olan yalan, mümin ahlâkına en çok yakışmayan şeydir.
Yalan sadece söylenen kişiyi değil, aynı zamanda yalan söyleyenin kendini de kandırmasıdır. Müminin kalbini kuşatan ahlâk hâlesine en çok ve en kolay zarar veren şeylerin başında gelir. O ahlâk hâlesi bir kere kırıldıktan sonra da mümin kendi özünden uzaklaşmaya başlar, hakikati göremez, hatırlatıldığında duyamaz hale gelir. Yalan söylemek sıradanlaşır, karşısına çıkan her durumda paçayı kurtarmak için ilk fırsatta yalana başvurur. Fakat bu sefer âkıbetini ve âhiretini tehlikeye atar.
Bir gün Hz. Ebû Bekir radıyallahu anhu hutbe esnasında duygulanıp bir müddet ağladı ve şöyle dedi:
“Bir sene önce Resûlullah şu bulunduğum minberde ayağa kalktı ve dedi ki:
‘Ey insanlar! Yalandan sakının. Çünkü o kötü ahlâk ile beraberdir ve ikisi de ateştedir.’”
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ile Ebu’d-Derdâ radıyallahu anhu arasında şöyle bir konuşma geçer:
Ebu’d-Derdâ radıyallahu anhu sorar:
– Ya Resûlallah! Hırsızlık yapan mümin olur mu?
– Evet, olabilir.
– Peki, zina eden mümin olur mu?
– Evet, bu da olabilir.
– Peki, yalan söyleyen mümin olur mu?
– Hayır. Yalanı ancak iman etmeyen kimse söyler. (Kenzu’l-Ummâl, no:8994)
Hz. Âişe validemizin de ifade ettiği gibi Resûlullah’ın ashâbı yalandan daha kötü bir ahlâk düşünmezdi. Allah Resûlü de bir kişinin yalan söylediğini duyduğunda onun tevbe ettiğini duyana kadar üzüntüsü devam eder, bu hali yüzünden belli olurdu.
(bkz: Ahmed, Müsned 6/152)
Yalan söylemekten bu kadar sakındırılmamızın bir sebebi şudur: Yalan söylemek pek çok büyük günahı tetikleyebilecek bir günahtır. Diğer günahlar genellikle beraberinde başka bir günah getirmezken, yalan neredeyse bütün günahlarla bir şekilde irtibatlıdır. Mesela ihanet, başkasını dolandırmak, aldatmak, hile yapmak, iftira etmek... hepsi bir şekilde yalanla irtibatlıdır.
Tehlikesi bu kadar çok olan bir günahın büyüğü küçüğü olmaz. Pembesi beyazı da olmaz. Yalan yalandır ve günahtır. Küçük ve zararsız olduğu düşünülen yalanlar nihayetinde insanı yalancı yapar. Çünkü ahlâktan bir taviz diğerini doğurur. Aslında taviz vere vere daha büyük günaha dönüşme tehlikesi bütün günahlarda vardır. Ancak özellikle yalanda çok daha hızlı olur. Böyle birisi neticede kendisine bir sürü mazeret bularak büyük yalan söylemeye başlar ve Allah katında yalancılardan yazılır.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Yalandan sakının. Yalan insanı günaha, o da cehenneme götürür. Kişi durmadan yalan söyler ve (başkalarının) yalanlarını araştırırsa Allah katında yalancılardan yazılır.” (Buhârî, Edeb 69)
Yalan söylemenin caiz olduğu yerler
İnsan hayatında bazı durumlar vardır ki yalan söylemek gerekli hale gelir. Fakat bu durumlar kişinin kendi isteği ve tercihine bırakılmamış, din tarafından belirlenmiştir. Bu durumların neler olduğunu, hangi durumlarda yalan söylemenin mübah kılındığının hikmetlerini İmam Gazâlî hazretleri şöyle açıklar:
“Kişi yalanla bile olsa canını, zulümle alınmak istenen malını ve ırzını koruma hakkına sahiptir.
Başkasının gizli bir halinden sorulduğunda onun şeref ve namusunu korumak için kişi haberi olmadığını söyleyip inkâr edebilir.
İki kişinin arasını düzeltmek için yalan söyleyebilir.
Bir de eşlerin arasında huzuru sağlamak için (dünyada en çok seni seviyorum) gibi sözler söyleyebilir. Hanım kocasından gücünün yetmediği şeyler istiyorsa, kocası onun gönlünü hoş tutmak için eşinin isteğini o an kabul etmiş görünebilir.
Yalan sakıncalı bir iştir. Ancak bu saydığımız yerlerde doğru söylendiği zaman birçok sıkıntı ortaya çıkabilir. Bu durumda önce doğru ve yalan söylemenin neticeleri adalet terazisinde tartılmalı, doğru söylemenin meydana getireceği zararlar daha çoksa o şekilde (zaruret miktarınca) yalan söylenmeli.
Bazen de doğru söylemenin faydaları yalan söylemenin zararlarıyla eşit olur. Bu durumda doğruya meyletmek daha doğrudur. Çünkü yalan söylemeye bir zaruret durumunda ya da şer’î bir ihtiyaç durumda izin verilmiştir.
Yalandaki bu tür amaçları tam olarak bilmek çok zor olduğu için mümkün olduğunca yalandan kaçınılmalıdır. Bunun için ihtiyaç şahsın kendisine ait ise kendi faydasını terk edip yalandan uzak durması müstehaptır.
Ancak başkasının ihtiyacı ile alakalı ise o zaman yalana başvurabilir. Çünkü başkasının hakkının çiğnenmesine müsaade etmek ve zarara uğramasına seyirci kalmak caiz değildir.”
Bir insanı sırf iman ettiği için sevmek, onun için iyi şeyler temenni etmek, bir günahkârın ıslahı için gıyabında dua etmek tasavvufî ahlâka tâlip olanların hiçbir devirde vazgeçemeyeceği erdemler.
Bencillikten kaçınmak
diğergâm olmak
Mümin kardeşinin gıyabında hakkını korumak; bencillik etmeyip kendisi için istediği güzel bir şeyi mümin kardeşi için de isteyebilmek mümine en çok yakışan erdemlerden biridir. Hatta aksi durumlarda mümin kardeşinin hakkını korumak için yalan söylemek bile caiz görülmüştür.
Ancak bugün modern dünyanın içine düştüğü en büyük çıkmazlardan biri bencilliğin gittikçe güçlenmesi, hayatlarımıza yerleşmesi oldu. Halbuki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” (Hakim, Müstedrek, 4/183, h. no: 7307) buyurmuştu. Bu hadis-i şerif müminin kardeşi hakkında İslâm’ın ona yüklediği sorumluluğun en kısa ve en öz ifadesidir. Çünkü hadis-i şerifteki mana sadece komşu haklarını değil, aynı zamanda bütün müminlerin haklarını kapsar. Bunu da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin şu hadis-i şeriflerinden anlıyoruz:
“Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzer. Vücudun bir uzvu hasta olduğunda diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşe tutulur.” (Buhârî, Edeb 27)
“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Haksızlık yapmaz. Onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını gideren kimsenin Allah da bir ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse Allah da kıyamet gününde o kimsenin sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıbını ve kusurunu örterse Allah da o kimsenin ayıbını ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezalim 3; Müslim, Birr 58)
Mümine yakışan ahlâk, bencillik yerine, sahip olduklarına emanet bilinciyle yaklaşmak ve paylaşmanın, başkasını önemsemenin, başkasına değer vermenin gerekliliğini unutmamaktır.
Çünkü gerçek iman yalnızca kişinin kendi iyiliğini, kendi huzurunu istemesi değil, aynı duyguyu başkaları için de kalbinde hissetmesiyle gerçekleşir. Hadis-i şerifte de buyrulduğu gibi: “Kişi kendi için istediğini başkası için de istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Bu âhir zamanda başkalarını kendine tercih etme ahlâkı neredeyse bir hayal. Bunu bir kenara bırakalım, kardeşlik hukukunun asgari gerekleri bile yerine getirilmiyor. Böyle bir zamanda diğergâmlık ahlâkına sahip olmanın önemi, güzelliği ve mükâfatı son derece büyük. Bir insanı sırf iman ettiği için sevmek, onun için iyi şeyler temenni etmek, bir günahkârın ıslahı için gıyabında dua etmek tasavvufî ahlâka tâlip olanların hiçbir devirde vazgeçemeyeceği erdemler.
Kişi iman ediyorsa bencil olamaz, olmamalıdır. Din ve diyanetine bakmadan herkesin hayrını düşünmek, hayrını istemek zorundadır. Günahkârın şahsına değil, günahına düşmanlık beslemelidir. Müslümana başkasının aidiyeti, makamı, soyu ya da sahip oldukları bir anlam ifade etmez. Sevgisi de öfkesi de Allah ve Resûlü içindir. Onlar neyi severse kendisi ve kardeşi için onu sever, neyi sevmezse onu sevmez. Ölçüsü budur.
Bencillik vahim bir manevi hastalıktır. Kişinin basiretinin kapalı, imanının zayıf olduğunun alametidir. Nimeti vereni, mülkün asıl sahibini, kendisinin aslında bencillik yapacak hiçbir varlığı olmadığını görememektir.
Diğer taraftan insanın bencil olmaması için iyi bir karakter terbiyesinden geçmiş olması gerekir. Bu da genellikle tasavvufla mümkündür. Aksi halde bencilliğin zıddı olan diğergâmlık kişiye anlamsız ve ağır gelir. Çünkü nefs doğası gereği özne olmayı, başkalarından farklı ve üstün olmayı, kendisinde olan şeyin başkalarında olmamasını ister.
Nefsinin hamlığını gidermiş bir mümin etrafında olan bitene duyarsız olamaz. Kardeşinin sıkıntısına vâkıf olduğu halde bana ne diyemez, ona yapılan haksızlığa sessiz kalamaz. Paylaşmayı sever, kardeşinin derdiyle dertlenir. Sevincine ortak olduğu gibi üzüntüsüne ortak olur.
Böyle duyarlı müminler kardeşi yanında olsun olmasın, onun hayrı için çabalar, onu hayırla anar ve hayrı için dua eder. Ona yapılan haksızlığa kendisine yapılıyormuşçasına tepki gösterir. Kendisi zaten başka bir mümine haksızlık yapmaz. Gıybetini yapmadığı gibi gıybetinin yapılmasına da razı olmaz.
Bu ahlâka sahip mümin kimseye yük olmamaya, aksine yükü olanların yükünü hafifletmeye çalışır. Kimsenin ayıbını ifşa etmez. Çünkü bilir ki o mümin kardeşinin ayıbını örterse, kıyamet günü Allah da onun ayıbını örtecektir.
Ne yazık ki bugün çıkarcılığı ve bencilliği, kardeşini sırtından vurmayı, kendi hedefleri uğruna başkalarını ezmeyi teşvik eden bir anlayış hakim. Neredeyse herkes, “insan insanın kurdudur” zihniyetiyle hareket ediyor. Emanet, güven, iman kardeşliği gibi erdemler sarsılmış ve modern tabirle “demode” kalmış durumda. Sahte kampanyalar, yanıltıcı reklamlar, kalitesiz ürünleri parlatıp sunanlar yaşamlarımızı zorlaştırıyor. Evde, işte, trafikte birbirlerine tahammül edemeyenlerin sayısı günden güne artıyor.
Bir düşünelim: Diğergâmlık başta olmak üzere İslâm ahlâkını hayatına yansıtan bir esnaf tarihi geçmiş ürünü nasıl satabilir? Nasıl ihtiyaç anında fiyatları artırıp kendi kârına odaklanabilir? Mümin bir pazarcı ürününün iyilerini ön sıralara dizip, “seçmek yasak” diyerek arkadan çürük ürünü hangi vicdanla verebilir? Bu kötü örneklerin sonu yok.
Böyle bir dünyada İslâm tarihinden güzel hatıra ve hikâyelerle teselli bulmaya çalışıyoruz. Yapamasak da onların hikâyelerini dinlemeye daha da çok ihtiyaç var. Mesela en güzel örneği Asr-ı Saadet’te görüyoruz. Ebû Hüreyre radıyallahu anhu şu hadiseyi anlatır:
“Bir gün Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin huzuruna bir adam geldi ve açlıktan takatinin kesildiğini söyledi. Resûlullah hanımlarına bu adama bir şeyler vermesi için haber gönderdi. Hanımları evlerinde sudan başka bir şey olmadığını söylediler. Bunun üzerine yanındaki ashâbına şöyle sordu:
– Bu gece bu adamı kim misafir edebilir?
Ensâr’dan biri;
– Ben misafir ederim yâ Resûllah, dedi.
Adamı evine götürdü. Hanımına yiyecek bir şey olup olmadığını sordu. O da yalnızca çocukların yiyeceği kadar bir şeyler olduğunu söyledi. O sahabi şöyle dedi:
– Öyleyse çocukları avut, sofraya gelmek isterlerse uyut. Misafirimiz gelince de lambayı söndür, biz de onunla beraber yiyoruz gibi düşünsün, dedi.
Sofraya oturdular. Misafirin karnı doydu. Kendileri karanlıkta yiyormuş gibi davrandılar ve aç yattılar. Sabah olunca ev sahibi sahabi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin yanına gitti. Resûlullah ona şu müjdeyi verdi:
– Dün gece misafirinize davranışınızdan Allah razı oldu.”
Daha sonra da Allah Teâlâ onlar hakkında şu ayet-i kerimeyi indirdi:
“Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar hicret edenleri sever. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr 9)
Samimi, dürüst olmak
İslâm’ın özü samimiyet; yani özü, sözü ve davranışı bir olmaktır. Bütün ibadetler ve davranışlar bu samimiyetle güzelleşir. Ahlâk olarak bahsettiğimiz samimiyet nebevî hadislerde “nasihat” kelimesi ile ifade edilmiş ve samimiyetin kapsayıcılığı şu hadis-i şerif ile açıklanmıştır: “Din nasihattir.”
Orada bulunan sahabi efendilerimiz sordular;
– Kimin için nasihat ey Allah’ın Resûlü?
– Allah için, Kitabı için, müminlerin yöneticileri ve bütün Müslümanlar için nasihattir. (Müslim, Îmân 95. Ayrıca bkz. Buhârî, Îmân 42)
Samimiyet sadece kişiyi değil, yaptığı bütün işleri, bütün güzel niyetlerini Allah katında değerli kılar. Rabbi’ne tam bir teslimiyetle bağlanmış mümin yalnızca O’nun rızasını kazanmak için, karşılık ya da menfaat beklemeksizin yaşar. İman etmişse, o imanın gereği olan güzel ahlâkı bütün işlerine ve sözlerine yansıtır. Bunun başında da dürüstlük gelir.
Samimiyet, hadis-i şerifte de belirtildiği üzere geniş kapsamlı bir erdemdir. Samimi kişi ticaretinde, sosyal yaşamında, ailesinde samimidir. Çocuklarına bile küçük bir şey de olsa bir söz verdiyse yerine getirir. Dile getirdiği güzel ahlâkı bütün yönleriyle kendisi yaşamaya çalışır. Kimseyi aldatmaz, kandırmaz, arkasından iş çevirmez. Kendisi yaptığı halde başkasına o şeyi yapmamasını nasihat etmez. Verdiği sözleri tutar.
Bu yüzden samimi kişi güvenilirdir. Ailesine güven veren bir baba, dost geçinen, onların iyiliğini isteyen hayırlı bir komşu, işinde dürüst bir ticaret ehlidir. Ümmeti olduğu, şefaatçisi, örnek aldığı, yolundan gitmeye çalıştığı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de böyleydi ve böyle olmamızı istedi.
O’na her türlü eziyet ve hakareti reva gören düşmanları bile O’nun güvenilir olduğunu biliyor, söylüyordu. O “el-Emîn” yani güvenilir kişi idi.
Mümin olmak demek çevresine güven vermek demektir. Zaten mümin kelimesinin kendisi de “emin” olmakla doğrudan ilişkilidir. Bu yüzden sözü doğru, amelleri de niyetinin aynası olmalıdır. Böyle olunca da samimiyetinin güzelliği yüzüne yansır. İnsanların, ağzından tek kelime söz duymasa bile bazı velî kişilere bakarak Allah’ı hatırlamaları, kalplerinin titremesi, gözlerinin yaşarması bu yüzdendir.
Yüce Mevlâ bizim hangi davranışı, hangi ameli niçin yaptığımızı, kalbin derinliklerinde hangi niyeti taşıdığımızı, içimizden geçenleri biliyor. Bu nedenle samimiyet sadece insanlar arası ilişkide değil, amellerde de gösterilmelidir. Amellerdeki bu samimiyete ihlâs denir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sık sık “Allahım, beni samimi/ihlâslı bir kulun yap” diye dua ederdi. (Ebû Davud, Vitr 25)
Allah rızası için yapılmayan hiçbir amel ve iyilik Allah katında değer bulmaz. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet günü ilk hesaba çekilecek, şehit olmuş birisi huzura getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve bütün bu nimetlere dünya hayatında sahip olduğunu itiraf eder. Cenâb-ı Hak;
– Bütün nimetlerime karşı sen ne yaptın? diye sorar. Kul;
– Şehit düşünceye kadar senin uğrunda savaştım, diye cevap verir. Allah Teâlâ;
– Yalan söylüyorsun. Sen insanlar sana ‘ne cesur adammış’ desinler diye savaştın ve öyle denildi, buyurur ve o kişinin cehenneme gönderilmesini emreder.
Daha sonra ilim öğrenmiş, insanlara da öğretmiş ve çokça Kur’an okuyan bir adam huzura getirilir. Allah ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da aynı şekilde o nimetlere dünyada sahip olduğunu itiraf eder. Allah Teâlâ ona da sorar:
– Bu nimetlere karşı sen ne yaptın?
– İlim öğrendim, öğrettim ve senin rızan için Kur’an okudum.
Kulun bu cevabına karşı Allah Teâlâ şöyle buyurur:
– Yalan söylüyorsun. Sen insanlar sana ‘âlim’ desinler diye ilim öğrendin. ‘Ne güzel Kur’an okuyor’ desinler diye Kur’an okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.
Ardından bu kulun da cehenneme atılmasını emreder.
(Daha sonra) Allah’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kul huzura getirilir. Allah verdiği nimetleri ona da hatırlatır. Kul aynı şekilde hatırlar ve itiraf eder. Allah Teâlâ bu kula da sorar:
– Sen bu nimetlere karşı ne yaptın?
– Verilmesini sevdiğin, razı olduğun yerlere harcadım, hiçbirini esirgemedim. Sadece senin rızan için harcadım.
Allah Teâlâ kulun bu cevabına karşı şöyle buyurur:
– Yalan söylüyorsun. Sen bütün bu yaptıklarını senin hakkında ‘Ne cömert adam!’ desinler diye yaptın. İnsanlar da senin hakkında böyle söyledi.
Ardından bu adamın da yüzüstü cehenneme atılmasını emreder.” (Müslim, İmâre 152)
Kibirden ve gururdan uzak alçakgönüllü bir kalp, gerçek manada Allah Teâlâ’ya yakınlık sebebidir.
Güzel söz söylemek
İslâm, evvela insanın kalbine yaratılmış her şeye karşı sevgiyi sonra da diline güzel sözü koyar. Çünkü yaratılmış her şey Rabbi’nin bir eseridir. O’na olan sevgisi ve bağlılığı mümin kişiyi kırıp dökmekten değil, şefkatle sarmalamaktan, müjdelemekten ve sevindirmekten yana kılar.
Müminin hayatında sövmeye, kaba sözlere, haddi aşmaya yer yoktur. Çünkü Resûlullah’ın ümmetine tavsiye ettiği ahlâk da nazik konuşmayı, gönül almayı, gerektiğinde özür dileyebilmeyi ve insanları incitmemeyi öğretir.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de müminlere birbirlerinin kusurunu araştırmamayı, başkalarının ayıplarını açığa vurmamayı emreder.
Hucurât suresinin şu ayet-i kerimeleri güzel söz hakkında bütün ilkeleri neredeyse bir arada toplamaktadır:
“Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidir. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir namdır! Kim de (böyle yapıp) tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.
Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurât 11-12)
Yüce Mevlâ’nın öğrettiği bu ilkelere uyulsa toplum içinde huzur tamam demektir. Çünkü güzel söz düşmanlığı bile dostluğa çevirebilecek güçtedir. Muhatap ne kadar inatçı ve zorba olursa olsun, ona karşı güzel sözle yaklaşmak gerekir. Allah Teâlâ peygamberi Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun aleyhisselâmı Firavun gibi bir zorbanın karşısına gönderirken bile “Ona yumuşak söz söyleyin” (Tâhâ 44) buyurmuştur. Firavun’un kötülüğüne karşı bile güzel sözle cevap verilmesini istemiştir.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem de kendisine hakaret edenlere daima yumuşakça davranmış, “Allahım, onlara hidayet et. Çünkü bilmiyorlar” diyerek haklarında hayır dua etmiştir.
Bir defasında Yahudilerden bir grup Hz. Peygamber’e gelip “Essâmu aleyküm” yani “Ölüm üzerinize olsun” diyerek güya selam veriyormuş edasıyla alay edince, Hz. Peygamber’in yanında bulunan Hz. Âişe dayanamayarak “Ölüm sizin üzerinize olsun, Allah size lânet etsin, Allah’ın gazabı üzerinize olsun” diyerek karşılık verir.
Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hz. Âişe’yi yatıştırarak şöyle der:
– Yavaş ol Âişe! Yumuşak hareket et. Sertlikten ve çirkin sözden sakın.
Bugün ise insanlar, hak arayışı ve kendini ifade etme çabasıyla kaba, saldırgan bir üslubu benimsiyorlar. Bu üslup huzursuzluğa sebep oluyor, insanları birbirinden uzaklaştırıyor. Hâlbuki İslâm’ın bizden istediği yaklaşım, alçakgönüllü, sabırlı ve itidalli olmamızdır.
Kendini öne çıkarmaktan, karşısındakini küçük düşürmeye çalışmaktan kaçınan, karşısındakinin sözünü kesmeyen, yumuşak huylu bir Müslüman çevresine güven verir, saygı uyandırır. Müminin en temel erdemlerinden biri de başkalarını dinleyip onlardan faydalanmaya çalışmaktır. Çünkü kibirden ve gururdan uzak alçakgönüllü bir kalp, gerçek manada Allah Teâlâ’ya yakınlık sebebidir.
Her gün nefsimize bir kez daha sormamız gerekir: “Bu dünyada kalıcı olan nedir?” Hiçbir şeyin kalıcı olmadığını, her şeyin bir gün yok olmaya mahkum olduğunu ve nihayetinde Mevlâ’nın huzurunda duracağını bilen mümin için tartışmada üstün gelmek mi daha önemlidir, yoksa alçakgönüllülük ve nezaketle karşısındakinin gönlüne dokunmak mı?