Aramak

Semerkand Seyahat Günlüğü

SEYYİDLERİN
GÖÇÜ

Bu bölgeye, ağırlığı Benî Hâşim’den olmakla beraber, birçok başka kabileden Müslümanlar da göçmüştür. Müslüman muhacirlerde eğer illa ortak bir nokta aranacaksa, bu bir kabileye bağlılıkta değil, kabile asabiyesini reddeden İslâm kardeşliği şuurunda aranmalıdır. Yani hangi kabileden olursa olsun, Müslümanları Maveraünnehir’e getiren, fitneden ve cahiliye fanatizminden uzak durma kararlılığıdır.

Maveraünnehr’in İslâmlaşma sürecini Semerkand’a gelmeden önce ulaşabildiğimiz tarihî kaynaklardan okuyup araştırmıştık. Fakat edindiğimiz bilgiler hem o süreçte yaşanan olumsuzluklardan hem de aynı yıllarda Müslümanlar arasındaki siyasî çekişmelere veya kabile taassubuna bağlı fitnelerden etkilenmeyen sâlim bir İslâm anlayışının bu coğrafyada husule gelmiş olmasını izaha yetmiyordu. 

Konuk olduğumuz Kerim Bey’in evinde Semerkand tarihi uzmanı Özbek akademisyenlere bunu sormuştuk. Neticeyi belli oranda etkileyen birtakım olaylardan bahsettiler. Fakat Maveraünnehr’in kısa zamanda bir ilim irfan merkezi, emin bir darülislâm haline gelmesini sadece bu sebeplere bağlayamıyorduk yine de. Tarihî kaynaklarda gözden kaçırılan daha belirleyici, daha esaslı bir gelişme olmalıydı. 

İki Büyük Kol Arasında İhtilaflar

Nitekim gecenin ilerleyen saatlerine doğru kendileriyle sohbet ettiğimiz tarihçi dostlarımız da Maveraünnehr’in İslâmlaşmasındaki en önemli hadisenin Benî Hâşim göçü olduğu görüşünde birleştiler. 

Benî Hâşim yahut Hâşimoğulları, Kureyş kabilesinin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vessellemin de mensubu bulunduğu koludur. Peygamberimizin büyük dedesi Hâşim b. Abdülmenaf’a nispetle böyle anılırlar. Cahiliye döneminde Mekke’de özellikle Kâbe hizmetlerinin taksimindeki ihtilaflarla başlayan, sayı ve itibar üstünlüğü tartışmasıyla devam eden bir çekişme nedeniyle Benî Ümeyye ile aralarında soğukluk vardır. Aslında Benî Ümeyye de Kureyş’in bir koludur. Emevî hanedanının bağlı olduğu Ümeyyeoğulları ile Haşimîler, Peygamberimiz’in dedesinin dedesi Abdülmenaf’ta birleşirler. 

Aynı kabilenin iki kolu arasındaki rekabet İslâmiyet geldikten sonra da alttan alta devam etmiştir. Benî Ümeyye mensuplarının büyük çoğunluğu Mekke’nin fethine kadar Müslüman olmamakta direnmişlerdir meselâ. Ümeyyeoğullarından üçüncü raşid halife Hz. Osman radıyallahu anhu ve Haşimoğullarından dördüncü raşid halife Hz. Ali radıyallahu anhu zamanlarında biraz da kötü niyetli çevrelerin kışkırtmasıyla bu çekişme siyasî bir mesele haline getirilmiştir. Nihayet hilafet tartışmaları ve Kerbela olayı Benî Hâşim ile Benî Ümeyye’yi siyaseten de iki taraf yapmış; iktidarı eline geçiren, diğer tarafı şiddet uygulayarak sindirmeye çalışmıştır. 

Emevîler döneminde Haşimîler, Abbasîler döneminde ise Emevîler, bazen zulüm ölçüsüne varan büyük bir baskıya maruz kalmışlardır. Abbasî halifeleri, Hz. Peygamber’in amcası Abbas b. Abdülmuttalib’in on erkek evladından biri olan Abdullah’ın soyundandır; yani Benî Hâşim’dendir. 

Sohbet meclisimizdeki tarihçiler, Hz. Hüseyin radıyallahu anhunun miladi 680’deki şehadetinden sonra Benî Hâşim’e mensup birçok ailenin, özellikle de Hz. Ali ahfadından Müslümanların Maveraünnehr’e hicret ettikleri görüşünde. 

Cenâb-ı Mevlâ, takdir buyurduğu hayırlı bir neticenin tahakkuku için bazen hoşumuza gitmeyen sebepler de halkeder.

Fitne ve Çekişmelerden Uzak Kalma Arayışı

Yalnız bir hususun altını çiziyorlar: Bu bölgeye, ağırlığı Benî Hâşim’den olmakla beraber, birçok başka kabileden Müslümanlar da göçmüştür. Müslüman muhacirlerde eğer illa ortak bir nokta aranacaksa, bu bir kabileye bağlılıkta değil, kabile asabiyesini reddeden İslâm kardeşliği şuurunda aranmalıdır. Yani hangi kabileden olursa olsun, Müslümanları Maveraünnehr’e getiren, fitneden ve cahiliye fanatizminden uzak durma kararlılığıdır. Zira Emevîler döneminde Hicaz büyük ölçüde Benî Hâşim’in hakimiyetindedir. Buna rağmen Haşimîlerin önemli bir kısmının Hicaz bölgesini değil de Maveraünnehr’i tercih etmesi; siyasete bulaşmama, fitneden uzaklaşma, kendilerini ilme verme arzularının ifadesidir. 

Maveraünnehr’in Emevîler döneminde de Abbasîler döneminde de siyaseten kontrol altına alınamayışı, çatışmaların yaşandığı Horasan’a yakın olması, farklılıkları bir arada sulh içinde barındırma geleneği, bu muhacereti hem teşvik etmiş hem de uzun yıllar sürdürmüştür. Nitekim Abbasî halifesi Me’mun’un 830’lu yıllarda “mihne olayı” diye bilinen ve Bağdat ulemasını Kur’an’ın mahlûk olduğunu kabule ya da ikrara zorlayan işkenceli sorgulamalarından kaçan âlimler de bu bölgeye sığınarak selamet bulmuşlardır.

Konunun uzmanı mihmandarlarımız, işte diyorlar, Maveraünnehir Kuteybe’den de Nasır b. Seyyar’dan da önce, bölge henüz zaptedilmemişken buraya göçen, çoğu Peygamber soyundan ilim, irfan, zühd ve takva ehli Müslümanların örnekliği ile İslâm’la şereflenmeye başlamıştı. Fakat tam da bu sebeple, yani siyasî bir iddia taşımadıkları, kavga ve fitnelerin tarafı olmadıkları, kendilerini İslâm’ın isimsiz birer neferi olarak gördükleri için tarih bilimi bu örnek Müslümanlardan bahsetmiyor. 

Maveraünnehr’in İslâm’ını
Güzel Kılan

Fırsat buldukça yaptığımız gibi, ertesi gün erken saatlerde Hâce Nasrullah’ı ziyarete gittik. Onun da bu meselede söyleyecekleri olmalıydı. Özetleyerek aktardığımız bir gece önceki sohbetimizi dikkatle dinledi. Kiril alfabesiyle yazılmış “Semerkand Tarihi” isimli bir kitabı raftan alıp, sağ tarafından açarak sayfalarında kısa bir müddet göz gezdirirdi. “Bu türden kitapları siz de ara sıra böyle sağdan okumayı deneyin.” dedi gülümseyerek. “Cenâb-ı Mevlâ, takdir buyurduğu hayırlı bir neticenin tahakkuku için bazen hoşumuza gitmeyen sebepler de halkeder.” diyerek, Bakara suresinin “Sizin hayır bildiğinizde şer, şer bildiğinizde hayır olabilir” mealindeki 216. ayet-i kerimesini okudu. Neticeyi göz ardı eyleyip zâhiren hoş olmayan sebeplere fazlaca takılarak orada kalmanın, tarihteki çatışma, çekişme veya ayrışmaları bugüne taşımak gibi bir tehlikeye yol açabileceğinden söz etti. 

Ona göre, Müslümanları tefrikaya, kavga ve husumete sevk edebilecek fitnelerle bugün de sınanıyorduk, bundan sonra da sınanacaktık. Esas olan bu türlü sınanmalar karşısında mümin duruşunu ve istikameti muhafaza edebilmekti. Maveraünnehr’e hicret eden Müslümanlar böyle bir duruşu sergiledikleri için ilâhî takdir burayı kısa zamanda “İslâm’ı güzel” bir bölge kılmıştı. Bu süreç, istikametin muhafazası halinde şerlerin nasıl hayra tebdil edildiğini gösteren bir örnekti aynı zamanda. 

Hâce Nasrullah, cami avlusundaki odasının tam karşısında bulunan kümbetlerden birini işaret etti. Camiye adını veren Hoca Abd-i Derun’un kabri buradaymış. Uzunca bir süre Semerkand kadılığı da yapan bu büyük âlim, Hz. Osman radıyallahu anhunun ahfadından, yani Ümeyyeoğulları’ndanmış. Diğer kümbetlerde medfun Türk kökenli veya Haşimoğulları’na mensup âlimlerle halef selef, hoca talebe veya en önemlisi de “mümin kardeşler” olarak Ehl-i Sünnet çizgisinde hakkı ve hayrı hâkim kılmaya gayret etmişler. Birinin bıraktığı yerden diğeri devralmış nöbeti. Ne sağlıklarında ne de vefatlarından sonra hangi kabileye, hangi kavme mensup oldukları hiç gündeme gelmemiş.

Hace Nasrullah’ın söz arasında Maveraünnehr’i “İslâm’ı güzel” diye nitelemesi dikkatimizden kaçmamıştı. Resûlullah sallallahu aleyhi vessellemin, yeni Müslüman olmuş bazı sahabileri, İslâm’ın ölçülerine uymadaki titizliği ve sergilediği güzel örneklik sebebiyle “Hasüne İslâmuhû: Onun İslâm’ı güzel oldu” buyurarak övdüğünü biliyorduk.

Huzur İkliminin Meyveleri 

Hâce’ye, Maveraünnehr’in İslâm’ını güzel kılan başka neler var diye sorduk. Hiç duraksamadan “hadis-i şerif ve sünnet-i seniyye hassasiyeti” cevabını verdi ve büyük hadis imamlarından çoğunun bu bölgenin âlimleri olduğunu hatırlattı. İmam Buharî ve İmam Tirmizî, nisbelerinden de anlaşılacağı üzere Buharalı ve Tirmizli; Darimî Semerkandlı idi. İmam Nesâî, bugün Türkmenistan sınırları içinde kalan Nesâ şehrinde doğmuştu. İmam Müslim, İmam Ebu Davud ve İbni Mâce de Nişabur, Sicistan, Kazvin gibi Horasan’ın kuzeydoğusunda, Maveraünnehr’e yakın olan şehir veya bölgelere mensuptu. 

Hace Nasrullah, Müslümanları Efendimiz sallallahu aleyhi vessellemin örnekliğini kuşanmaya, O’nun emir, tavsiye ve telkinlerine uymaya sevk ederek Maveraünnehr’in İslâm’ını güzel kılan hadis hassasiyetinin tezahürlerine dair başka bilgiler de aktardı. Meselâ bu bölgede ilk yıllardan itibaren uzunca bir zaman “ilim” denilince “hadis” ilmi; âlim denilince de “muhaddis”ler anlaşılıyormuş. Burada doğan ya da yetişen âlimler, hangi ilim dalında şöhret bulmuş olurlarsa olsunlar, birer hadis ehliymiş aynı zamanda. 

Hâce, bu çerçevede hepsi de Semerkandlı olan ve fıkıh, tefsir yahut kelam âlimi olarak tanınan pek çok ismi sayıyor; onların hadis ilmine olan vukufiyetinden bahsediyordu. Ancak biz saydığı isim ve eserlerin pek çoğunu ilk kez duyuyorduk. Bu cehaletimiz yüzümüze yansımış olmalı ki, birden durdu ve “Registan meydanına gitmiş miydiniz?” diye sordu. Programımızda olduğunu ama henüz ziyaret etmediğimizi söyledik. “Registan’a gidin inşallah” dedi; “Gidin ve dinleyin. Hal diliyle size söyleyecekleri vardır.” 

(Gelecek ay: Omuz Omuza Vermiş Üç Medrese)

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy