Şâfiî Bir Âlimin Kaleminden
İmâm-I Âzam
Ebû Hanîfe
rahmetullahi aleyh
Mezhep imamlarımızın her biri ilmiyle, ameliyle, ahlâkıyla, zühd ve takvasıyla örnek şahsiyetlerdir. Onların hayat hikâyelerinde okuyanlar için hem ibret hem bereket ve feyz vardır. Özellikle ilmin izzet ve itibarını muhafazadaki hassasiyetleri, Allah’ın dininin doğru anlaşılması ve yaşanması için gösterdikleri çaba, onları İslâm ümmetinin ortak değerleri haline getirmiştir.
Bilindiği üzere İslâm’ın ana çizgisi, orta yolu ve bir anlamda kendisi olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat içerisinde çok çeşitli itikâdî ve fıkhî ekoller yani mezhepler bulunmaktadır. Bu mezhepler içerisinde itikadî olanları Eş’arî ve Mâturîdî mezhepleridir. Amelde mezhepler ise Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleridir.
İtikâdî olsun amelî olsun, mezhep önderlerinin her birisinin hayatı, eserleri, tesirleri ve metodolojisi ile ilgili çeşitli kitaplar kaleme alınmıştır. Özellikle de Hanefî mezhebinin kurucusu İmâm-ı Âzam ve Şâfiî mezhebinin kurucusu İmâm-ı Şafiî’nin hayatlarının anlatıldığı menâkıb kitapları yazılmıştır.
Biz bu yazımızda mezhep imamlarımızdan, İslâm dünyasında en yaygın mezhebin önderi, özellikle Türk Milletinin büyük çoğunluğunun oluşturduğu Hanefî mezhebinin imamı ve “En Büyük İmam” lakabını almış olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh üzerinde duracağız. Bunu yaparken hakkında yazılan bütün kitapları, kaynakları ve menâkıbnâmeleri burada zikretmek mümkün değildir. Ancak İmâm-ı Âzam hakkında yazılan kitaplar arasında biri vardır ki kanaatimizce diğerlerinden ayrılmaktadır.
Söz konusu kitap, büyük Şâfiî âlimi İbn Hacer el-Heytemî rahmetullahi aleyh (v.1567) tarafından yazılan “el-Hayrâtu’l-Hisân fî Fezâili’n-Nu’mân” adını taşımaktadır. Bu kitap Osmanlı âlimlerinden Manastırlı İsmail Hakkı (v.1912) tarafından “Mevâhibü’r-Rahmân fî Menâkıbı Ebî Hanîfe en-Numân” adıyla ve çok faydalı ilavelerle Türkçeye tercüme edilmiştir. Söz konusu tercüme de Sıtkı Çoban ve Fatih Taşpınar tarafından yayına hazırlanarak Semerkand Yayınevi tarafından 2010 yılında İstanbul’da basılmıştır.
Adı geçen kitabı diğer kaynak ve menâkıbnâmelerden ayıran özellik, büyük bir Şâfiî âlimi tarafından yazılmış olmasıdır. Böylece tarafgirlikten uzak ve tamamen objektif bir mahiyet arz etmektedir. Biz de büyük imam Ebû Hanîfe hazretleri hakkındaki bu yazımızı büyük Şâfiî âlimi İbn Hacer’in söz konusu bu eserinden hareketle kaleme almış bulunuyoruz.
İmâm-ı Âzam’ı Müjdeleyen
Hadis-i Şerif
“İlim Süreyya yıldızında da olsa Farslardan bir adam ona ulaşırdı.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/297)
“İlim Süreyya yıldızında da olsa, Araplar ona ulaşamazken, Fars oğullarından biri ona ulaşırdı.”
(Taberânî)
İbn Hacer el-Heytemî burada söz konusu olan kişinin İmâm-Âzam Ebû Hanîfe olduğu kanaatindedir. Hatta o, bu konuda Celâleddin es-Süyûtî’nin (v.1505) şu sözünü zikretmektedir:
“Sahih olduğu konusunda ittifak edilen şu “İlim Süreyyâ yıldızında olsa da” hadis-i şerifi, Ebû Hanîfe hazretleri hakkında rivayet edilen birtakım uydurma hadislere ihtiyaç bırakmamıştır.”
İsmi ve Soyu
İmâm-ı Âzam’ın ismi Nu’man bin Sâbit’tir. Yani adı Nu’man, babasının adı Sâbit’tir.
Nu’man kelimesinin anlamı hakkında çeşitli görüşler vardır ve her bir görüşte derin nükteler bulunmaktadır.
Bir görüşe göre nu’man, “kan” anlamına gelmektedir. Nasıl ki kan bedeni ayakta tutan unsur ise İmâm-ı Âzam da dini ayakta tutan unsurlardan, yani âlimlerden birisidir.
Diğer bir görüşe göre nu’man, “güzel kokulu çiçek” veya “erguvan denilen leylâk çiçeğidir.” İmâm-ı Âzam da ilmi, ahlâkı ve kemâliyle İslâm ümmetinin güzel kokulu çiçeğidir. Çiçekler etrafına güzel koku saçtıkları gibi o da hayatı boyunca etrafına derin ilim ve güzel ahlâk saçmıştır.
Bir diğer görüşe göre ise nu’man, “ni’met” kelimesinden türemiştir. Şüphesiz İmâm-ı Âzam, Yüce Allah’ın İslâm ümmetine bahşettiği büyük bir nimettir.
İmâm-ı Âzam’ın Arap, Türk, Fars olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre Farslardandır ve yukarıdaki hadis buna delildir.
Doğumu ve Hocaları
İmâm-ı Âzam rahmetullahi aleyh, Emevî halifesi Abdülmelik zamanında hicrî 80/milâdî 699 yılında Irak’ın Kûfe şehrinde doğdu.
İmâm-ı Âzam birçok hocadan istifade etmiş olmakla beraber asıl ilmini aldığı ve kendisine halef olduğu âlim, Hammâd b. Ebî Süleyman’dır. Hammâd’ın hocası İbrahim en-Nehâî’dir. İbrahim’in hocası Alkame b. Kays’dır. Alkame de meşhur fakih sahabi Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anhunun öğrencisidir.
İbn Mes’ud’u Kûfe’ye muallim olarak gönderen de halifeliği zamanında Hz. Ömer radıyallahu anhudur. İbn Me’sud’un ilminin kaynağı da Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemden sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer radıyallahu anhümâdır.
İbn Mesud’un Kûfe’ye gelişinden sonra halife olunca Hz. Ali radıyallahu anhu da Kûfe’yi başkent yapıp bu şehre geldi. Böylece ikisinin ilmi Kûfe’de toplanmış oldu.
İşte İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe böyle bir ilim ve irfan ortamında yetişmiş ve böyle bir ilmî silsileye sahip olmuştur.
Yetiştiği Sahabiler
Hâfız İbn Hacer el-Âskalânî (v.1449), İmâm-ı Âzam’ın doğumundan sonra Sahabe-i Kirâm’dan Kûfe’de bulunan bir topluluğa yetişerek “tâbiîn” nesline dâhil olduğunu söylemektedir.
İmâm Zehebî (v.1348) de İmâm-ı Âzam’ın küçük yaşta Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hizmetçisi Enes b. Mâlik radıyallahu anhu hazretlerini gördüğünü ve bu suretle tâbiînden olduğunu belirtmektedir.
İlme, Fetva ve Ders Vermeye Başlaması
İmâm-ı Âzam rahmetullahi aleyh, gençliğinden itibaren ticaretle meşgul olmuş ve ilme başladıktan sonra da bu meşguliyetini sürdürmüştür. Böylece devletten maaş almaya gerek duymamış, hem kendisinin hem de talebelerinin ihtiyaçlarını kolayca karşılamıştır.
Daha sonra İmâm Şa’bî hazretlerinin tavsiyesi ile ulemâ meclisine katılmıştır. Önceleri Kelâm ilmi ile meşgul olmasına rağmen daha sonra Fıkıh ilmine yönelmiştir. Daha sonra da Hammâd b. Ebî Süleyman’ın ders halkasına girmiş ve üstadı vefat edinceye kadar onun halkasından ayrılmamıştır. Hammâd’ın vefatından sonra da bütün talebelerinin ittifakıyla hocasının yerine geçerek ders halkasını sürdürmüştür.
İmâm-ı Âzam hazretleri bir gece rüyasında, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin kemiklerini kabrinden topladığını ve bunlardan bazılarını diğerlerine tercih ettiğini görür. Dehşet içinde uyanınca rüyasının tabirini dostlarından biri vasıtasıyla meşhur rüya tabircisi İbn Sirîn’e sordurtur. İbn Sirîn bu rüyayı şöyle tabir eder:
“Peygamber’in ilmini ve sünnetini hıfzetmede o kadar muazzam bir dereceye ulaşacaksın ki, orada tasarrufta bulunacak ve sahih olanı sakim olandan, yani doğru olan hadisleri yalan olanlardan ayırt edeceksin.”
Dayandığı Temeller ve Metodolojisi
İmâm-ı Âzam rahmetullahi aleyh, içtihad ettiği meselelerde önce Allah’ın Kitabı’na sonra da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine müracaat ederdi. Sünnet’te de bulamazsa Sahabe-i Kirâm’ın sözlerine baş vururdu. Sahabenin sözlerinde bir farklılık bulursa, bunlardan ayet ve hadislere en uygun olanını alırdı.
Eğer bir mesele hakkında Ashâptan rivayet edilen bir söz bulamazsa tâbiînin, yani sahabilerden sonraki neslin sözleriyle amel etmeyip kendisi ictihad ederdi.
Bu noktada “hümü’r-ricâl ve nahnu’r-ricâl: onlar da insan biz de insanız” sözü meşhurdur. Yani tâbiînin de ilimde kendilerinden farklı olmadığını, bu yüzden onlara uymayıp kendisinin içtihad ettiğini söylerdi. Kaldı ki yukarıda geçtiği üzere kendisi de zaten tâbiîndendi.
İmâm-ı Âzam’ın yalnızca kendi re’yi (görüşü) ile amel ettiği, hadisleri ihmal ettiği şeklindeki ithamlar kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. O yalnızca, Kûfe şehri gibi her din ve fikirden insanların yaşadığı bir ortamda hadisleri seçmede çok titiz davranmıştır. Hatta bu konuda “Hadis sahih ise benim mezhebim odur” demiştir ki aynı söz İmâm-ı Şâfiî’ye de nisbet edilmektedir.
İbn Hazm (v.1064) da bu konuda şöyle demiştir: “Hanefî mezhebinde zayıf hadisin kıyasa tercih edilmesi konusunda Ebû Hanîfe’nin bütün arkadaşlarının fikir birliği vardır.”
Ebû Hanîfe kıyası çok kullandığı için “İlk kıyası yapan İblis değil midir, niçin kıyası terk etmiyorsunuz?” diyen birine şöyle cevap vermiştir:
“İblis kıyas yaparak Allah’ın emrini reddetti ve kâfir oldu. Bizler ise kıyas ile Allah’ın emrine uyuyoruz. İhtilaf edilen her işte Allah’ın Kitabı’na, Resûlü’nün sünnetine ve din imamlarının sözlerine uygun hareket ediyoruz. Şimdi biz Allah’ın emrine uymanın etrafında dönüp durduğumuz halde İblis kâfiriyle mükayese edilmemiz hangi temiz vicdanın işidir?” Bunun üzerine o kişi, “Ben yanıldım tevbe ettim” demiştir.
İmâm-ı Âzam rahmetullahi aleyh, bazı müçtehitlerden farklı olarak sadece olmuş olaylar hakkında değil, henüz olmamış ve olması muhtemel olaylar hakkında da içtihad etmiştir. Bu da onun mezhebinin her devirde yol gösterici olduğunun alametlerinden biridir.
Zühdü ve Takvası
Abdullah b. Mübârek Kûfe’ye geldiğinde zühd ve takva yönünden en üstün olanın kim olduğunu sormuştu ve herkes İmâm-ı Âzam’ı göstermişti.
İmâm-ı Âzam şüpheli şeylerden son derece sakınırdı. Kûfe’deki koyunların arasına çalınmış bir koyun karışınca, koyunların ömürlerinin kaç sene olduğunu sormuş, yedi sene olduğunu öğrenince bu müddet zarfınca et yememişti.
Bir kadın ipek bir elbiseyi satmak üzere kendisine getirmişti. Kadın 100 dirheme satmak istemesine rağmen İmâm-ı Âzam elbisenin değerinin 400 dirhem olduğunu söyledi. Kadın kendisiyle alay edildiği zannına kapılınca işi bilen birini çağırdılar. Sonunda Hz. İmam elbiseyi 500 dirheme satın aldı. Günümüzde malı ucuza kapatma çabasındakiler ibret almalılar.
İbadetteki Aşırı Gayreti
İmam Zehebî, Ebû Hanîfe’nin geceleri kâim olma ve teheccüde devam etmesinin tevâtür derecesinde olduğunu söylemektedir. Öyle ki geceleri namaz için çok ayakta durmasından dolayı kendisine “Vetedü’l-leyl: Gecenin direği” denilmiştir. Hiç aralıksız yatsı abdestiyle sabah namazını kıldığı hemen bütün kaynaklar haber vermektedir.
Bir gece namazında “kıyamet onlara vaat edilen asıl saattir ve o saat daha belâlı ve daha acıdır” (Kamer 46) ayetini tekrar ederek sabahı etti. Bir diğer gece “Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu” (Tûr 2) ayetini sabaha kadar tekrar etti.
İmam-ı Âzam rahmetullahi aleyh, hac ve umre hususunda da aynı gayreti fazlasıyla göstermiştir. Ebû Muti el-Belhî, gecenin hangi saatinde Kâbe’yi tavaf etmeye gitse Hz. İmâmı ve Süfyân-ı Sevrî’yi orada hazır bulduğunu söylemiştir.
Son haccında Kâbe’nin içinde namaz kılmasına müsaade edilmesi için malının yarısını verdi. Kâbe’ye girince Kur’an-ı Kerim’in yarısını bir ayağının üzerine, yarısını da diğer ayağının üzerine yaslanarak hatmetti. Namazdan sonraki duasının sonunda, kendisinin ve kıyamete kadar mezhebi üzerinde bulunanların bağışlandığı sırrına hitap edilmiştir.
Cömertliği ve Yardımseverliği
Tarihçiler İmâm-ı Âzam’ın insanların en cömerti olduğunda ittifak etmişlerdir. İhtiyaç sahiplerine yardım eder, muhtaç olanları evlendirir, gerekli şeyleri evlerine ulaştırırdı.
Oğlu Hammâd Fatiha suresini ezberlediğinde hocasına bir rivayette göre 500, diğer rivayete göre 1000 dirhem göndermişti.
Bir keresinde kendisine borcu olan bir adam İmâm-ı Âzam’ı görünce borcunu ödeyememesinden dolayı yolunu değiştirmişti. Bunun üzerine adamın bütün borcunu bağışlamıştı.
Talebelerinden fakir olanların ihtiyaçlarını da kendisi karşılardı. Ebû Yusuf küçük yaşta yetim kaldığından annesi onu bir temizlikçinin yanına işe vermişti. Her gün işe giderken İmâm-ı Âzam’ın ders verdiği mescidine uğradığından işe gitmeyi bırakmış ve derslerine devam etmeye başlamıştı. Annesi Hz. İmâm’a gelip, oğlunun elinde bir meslek bulunmazsa ne yapacağını sormuştu. İmâm-ı Âzam kadına oğlunun tahsiline mani olmamasını, bu suretle ileride fıstık yağıyla pişmiş pâlûze (ancak zanginlerin yiyebileceği bir tatlı) yiyeceğini söylemişti. O günden sonra da bütün ihtiyaçlarını kendisi karşılamıştı.
Hakikaten de Ebû Yûsuf, Halife Hârun Reşid’in baş kadısı olunca, bir defasında birlikte yemek yemişlerdi. Sofraya pâlûze gelince Ebû Yûsuf çok duygulanmış ve bu olayı anlatarak hocasını rahmetle anmıştı. Bu aynı zamanda İmâm-ı Âzam’ın cömertliği yanında firâsetini ve olayları önceden görebilme kabiliyetinin olduğunu gösterir.
Firâseti ve Basîreti
Bir başka örnek de şudur: Kadılık görevi almaları için, İmâm-ı Âzam’la beraber Süfyân-ı Sevrî, Mis’âr b. Mikdâ ve Şerîk, Abbâsî halifesi Mansûr’un huzuruna götürülürken yolda Hz. İmâm bir tahminde bulundu. Buna göre Halîfe’nin huzuruna vardıklarında İmâm-ı Âzam bir yolunu bularak, Mis’ar da delilik alametleri göstererek bu görevden kurtulacaklardır. Süfyân-ı Sevrî yolda firar edecektir. Sonuçta bu iş Şerîk’in üzerinde kalacaktır.
Hakikaten dediği gibi olur. Süfyân, yolda abdest tazelemek bahanesiyle kaçarak bir gemiye binip firar eder. Mis’âr, Halîfe’nin huzurunda bilerek ona anlamsız sorular sormak suretiyle delilik alametleri gösterir ve görevden kurtulur. İmâm-ı Âzam, “Kûfeliler, kendisi gibi bir ipekçi esnafının ve ataları arasında köle bulunan birinin kadı olmasından hoşlanmazlar” diyerek paçayı kurtarır. Sonunda iş Şerîk’e kalır. Halîfe onun hiçbir bahanesini kabul etmeyerek kadı olarak atar.
Burada bu seçkin âlimlerin kadılık yani hâkimlik vazifesini neden istemediklerini hatırlatalım. Devrin siyasî otoriteleri kadılardan kendi benimsedikleri dinî ve siyasî fetvalar vermelerini istemekte, buna karşı direnenlere ağır cezalar kesmektedir. Dolayısıyla âlimler hem siyasetten hem de baskıyla kendi doğrularıyla çelişen hükümler vermekten uzak kalmak istemektedir.
Yine akıl ve firâsetinin ne derece kuvvetli olduğuna dair anlatılan bir diğer örnek de şudur: Bir gün civarda tanınmayan birisi İmâm-ı Âzam’ın mescidinin önünden geçerken Hz. İmam onun yabancı bir hoca olduğunu, elbisesinin altında da tatlı bir şey olduğunu söyledi. Araştırılınca gerçekten öyle olduğu görüldü. İmâm-ı Âzam onun sağına soluna bakınmasından yabancı olduğunu, gelip geçen çocuklarla ilgilenmesinden hoca olduğunu ve elbisesinin yeni üzerine sineklerin konmasından hareketle de tatlı bir şey taşıdığını söylemişti.
Bir kimse kaybettiği bir şeyi bulmak için yol göstermesini istemek maksadıyla İmâm-ı Âzam’a geldiğinde o, adamdan gece sabaha kadar namaz kılmasını istedi. Gecenin hemen başında adam namazda kaybettiği şeyin yerini hatırlayınca namazı bıraktı. Ertesi gün durumu İmâm-ı Âzam’a anlatınca, Şeytan’ın kendisini sabaha kadar namaz kılmak için bırakmayacağını, bu yüzden hemen namazın başında kaybettiğini kendisine fısıldayacağını düşündüğünü söyledi.
“Fıkıh ilminde bütün Müslümanlar İmâm-ı Âzam’ın evlâd u ıyâli gibidir.”
Âlimlerin Hakkındaki Sözleri
İmâm-ı Âzam hakkında âlimlerin sayılamayacak kadar övgüleri bulunmaktadır. En başta mezhep imamlarının, hakkında hüsn-i şehâdette bulunmuş olmaları onun faziletini anlatmak için yeterlidir.
İmâm-ı Şâfiî, “Fıkıh ilminde bütün Müslümanlar İmâm-ı Âzam’ın evlâd u ıyâli (çoluk çocuğu) gibidir” demiştir.
İmâm-ı Şâfiî bunun yanında Bağdat’ta İmâm-ı Âzam’ın türbesini ziyaret ettiğinde sabah namazının ikinci rekâtında kendi ictihadını terkedip İmâm-ı Âzam’ın ictihadına uyarak kunut duasını okumamıştır.
Ahmed b. Hanbel de, “Ebû Hanîfe verâ (şüphelilerden sakınma), zühd (dünyadan yüz çevirme) ve îsâr (cömertlik) sahibiydi. Âhirete olan arzusunun çokluğunu ise kimse anlayacak durumda değildi” buyurmuştur.
İmâm-ı Mâlik’e, “Ebû Hanîfe’den bahsederken onu diğerlerinden daha çok methediyorsunuz” dediklerinde, “Evet, öyledir, buyurdu; çünkü insanlara ilmi ile faydalı olmakta onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bu sebeple ismi geçince insanlar ona dua etsinler diye hep methederim.”
Yine İmâm- Mâlik’e, “Ebû Hanîfe’yi nasıl gördünüz?” denildiğinde; “Öyle bir zat gördüm ki eğer şu direğin altın olduğuna inansaydı, onu kesin bir delille ispat ederdi” buyurmuştur.
Abdullah b. Mübarek, “Ebû Hanîfe insanların en fakihi idi, ondan daha fakih kimse görmedim” demiştir. Süfyân-ı Sevrî de benzer şekilde konuşmuştur.
Ebû Yûsuf da şöyle demiştir: “Annem ve babamdan önce üstadım İmâm-ı Âzam’a dua ederim. Kendisi de anne ve babasından önce üstadı Hammâd’a dua ederdi.”
Hâfız Abdülaziz b. Revvâd, “Ebû Hanîfe’yi seven ehl-i sünnet, sevmeyen ehl-i bid’attir” demiştir.
İbn Avn’a “Ebû Hanîfe’nin önceki görüşlerinden daha sonra döndüğü olurmuş” denildiğinde şöyle karşılık vermiştir: “İşte bu da büyük bir fazilettir. İmâm-ı Âzam’ın fazilet ve takvasına bundan büyük delil olur mu?”
Vefatı
İmâm-ı Âzam rahmetullahi aleyh, Abbâsî Halifesi Mansûr tarafından teklif edilen şeyhülislâmlık ve başkadılık görevini kabul etmeyince hapsedildi. Hapiste çok eziyet gördü. Tutuklanmasının on beşinci gününde hicri 150, miladi 767 yılında Bağdat’ta secdede 70 yaşında vefat etti.
Sâlihlerden bir zât, İmâm-ı Âzam’ın meşhur öğrencisi İmâm Muhammed’i öldükten sonra rüyasında gördü ve Yüce Allah’ın kendisine nasıl muamele ettiğini sordu. İmâm Muhammed Yüce Allah’ın kendisine şöyle hitap ettiğini söyledi: “Ben sana azap etmek isteseydim kalbini şeriat ilminin madeni yapmazdım (sana bu kadar ilmi vermezdim).” İmâm Ebû Yûsuf’u sorunca, onun derecesinin kendi derecesinin üstünde olduğunu söyledi. İmâm-ı Âzam’ın derecesini sorunca da onun derecesine kimsenin aklının erişemeyeceğine işaret ederek “a’lâ-yı illiyyînde: yücelerin yücesinde” cevabını verdi.
Yüce Allah o yüce imâmın kabrinin nurunu arttırsın, derecesini her geçen gün daha da yüceltsin, bizleri de şefaatine nâil eylesin. Ayrıca ismi geçen bütün âlim ve sâlih zâtlardan razı olsun.