KAVRAMLARLA
DEĞİŞEN
ANLAYIŞIMIZ
İnsanların itikad, ahlâk ve fıtratını, dolayısıyla insanlığını hedef alan bir saldırı, yeni ya da yabancı kelime ve kavramlarla da yürütülüyor.
İfsada yol açan bu kelime ve kavramların felsefî çözümlemelerle, kaçınılmaz bir sürecin doğal sonucu imiş gibi takdim edilmesi, yedeğindeki hazır tasavvurlarıyla kolay alıcı bulmasını hatta olumlanmasını sağlıyor.
Bu sebeple olmalı, Ku’ran-ı Kerim’in “kelimetü’l küfr” (Tevbe 74) dediği, “kişiyi imandan çıkarıp küfre sokan sözler”in bizdeki karşılıklarına verilen tepkinin, bu güya bilimsel karşılıklarına verilmediğini görebiliyoruz.
Makyajlı Çirkinlikler
Düşünce, tutum ve davranışlarımızı, zannedilenin aksine kelime ya da kavramlar değil, anlayışımız / tasavvurlarımız belirler. Tasavvur, kullandığımız kelime ve kavramların zihnimizdeki karşılığı olduğuna göre bunlar aynı şey değil midir, diye sorulabilir. Değil, çünkü tasavvurlarımız kelime ve kavramların ne anlattığından ziyade, bizim onlardan neyi nasıl anladığımızla veya onları nasıl anlamlandırdığımızla ilgili tasarımlardır.
Bu tasarımda bilgimiz, tecrübemiz, değerlerimiz, doğru ya da yanlış kabullerimiz devreye girer ve kullandığımız kavramın kişiye, toplumlara özgü bir anlam, bir muhteva kazanmasına sebep olur. Böylece mesela bir kavramın tasavvurunda o kavramın sözlüklerde yer almayan ama çağrıştırdığı anlamlardan birini ön plana çıkardığımız olur.
Bazen bir kelimenin zihnimizdeki karşılığına güzel çirkin, iyi kötü gibi hüküm ifade eden nitelemeler ekleriz. Bu yüzdendir ki aynı dili kullanan insanlar birbirleriyle anlaşamayabilirler. Kavram kargaşası böyle ortaya çıkar.
Yahut özellikle de soyut kavramlardan çoğu zaman aynı şeyin anlaşıldığı iddia edilmesine rağmen bunların uygulamada kişiyi farklı tutumlara sevk ettiği görülür ki tasavvur farklılığına işarettir. Bir misalle devam edelim:
“Gelecek” kelimesi sözlüklerde “henüz yaşanmamış zaman dilimi” olarak tanımlanır. Ancak diyelim ki “kişinin kendisi adına daha iyi bir gelecek için gayret etmesi” bağlamında ele aldığımızda, bu kavrama sözlüklerde olmayan yeni anlamlar, farklı boyutlar yüklendiğini görebiliriz.
Âhirete ve hesap gününe inanmayan biri için “gelecek”, sadece dünya hayatının ileride yaşanacak bir evresidir. Bu tasavvur muhtemel olanı mutlak zannetmek gibi bir gaflete düşürmekten başka, “daha iyi bir geleceği” hiçbir ölçü gözetmeyen bir hırsla dünyalık temininde aramaya sevk edebilir insanı.
Âhirete ve hesap gününe iman eden bir mümin için ise geleceğin kendisi adına biri muhtemel, diğeri mutlak iki boyutu vardır. Bu dünyadaki geleceği muhtemeldir. Yarına çıkacağından emin olmaz. Bu sebeple tûl-i emelden kaçınır; içinde bulunduğu ânı en doğru, en verimli şekilde yaşamaya çalışır. Ölüm sonrası ise “mutlak gelecek”tir. “Daha iyi bir gelecek”ten anladığı “âhiret saadeti”dir; gayretini bunun için sarf eder.
Cahillik Başa Bela
Doğru düşünebilmek, doğru tutum ve davranışlar sergileyebilmek, anlayışımızı / tasavvurlarımızı doğru ve hakikate uygun tarzda inşa edebilmekle mümkün olabiliyor şu halde. Neyin doğru, neyin hakikat olduğunu ise akıl ya da nefsani tercihler değil, ilâhî ölçüler tayin eder.
Fıtrat ve akıl, o da akl-ı selîm ise eğer, ilâhî ölçülerin belirlediği doğruları tanıyabilmenin imkânlarındandır. Bu açıdan Adem aleyhisselâmdan Hatemü’l-Enbiya Efendimiz sallallahu aleyhi vesselleme kadar bütün peygamberlerin tebliğ eylediği tevhid eksenli dinlerin, özü itibariyle doğru ve hakikate uygun bir tasavvur inşasına yönelik olduğu söylenebilir. Din bunu tek tek kavramlar üzerinde durarak yaptığı gibi, tevhid akidesinin kişiye kazandırdığı küllî bakış açısıyla da gerçekleştirmektedir.
Öte yandan İslâm’dan önceki hak dinlerin tahrifi, tasavvurların bozulabildiğine; yenilenmesi ise bozulan tasavvurların tekrar düzeltilebileceğine işaret olarak da okunabilir.
Vahyin tarif ve tayin eylediği kavramların tasavvurundaki, anlaşılmasındaki bozulma, hepsi de “cehalet” başlığı altında toplanabilecek düşünce ve yönelişlerin eseridir. Kişi ilimden yoksundur mesela. Rabbi’ni, kulluğunu, ölümü ve âhireti unutmuştur. Dünyaya ve nefsinin hevâsına kapılmıştır. Ne dediğini, ne yaptığını bilemeyecek kadar kendini kaybetmiştir. İslâm öncesindeki atalar dininin kabullerine bir türlü “lâ” diyememiştir. Yahut marazî bir özentiyle kendi kavramları yerine bâtıl inanç veya ideolojilerin modern denilen kavramlarını kullanmayı ve içselleştirmeyi tercih etmektedir.
Osmanlı’nın son döneminde başlayan ve Cumhuriyet’le resmî bir boyut kazanan Batılılaşma politikaları Batı’ya yani gayrimüslimlere özgü kavramları da dilimize yerleştirdi. Bunlar ilâhî nizamın hilâfına hayatı ve dünyayı din dışı bir anlayışla sil baştan düzenleyen ve adına modernite denilen bir ideolojinin ürettiği yeni veya anlamca yenilenen kavramlardı.
Mağlubiyet psikolojisinin sevk ettiği bir hayranlıkla Batılı pek çok usul ve değer gibi sorgusuz sualsiz benimsediğimiz bu kavramları ya kendi dilimizden türetilen yeni kelimelerle karşılamaya çalıştık ya da olduğu gibi aldık.
Istılahlarını Kaybeden Salâhını Kaybeder
“Bizde niye yok” hayıflanmasıyla Batılı bir kavrama karşılık bulma çabası, o kavramın zaruret ve üstünlüğüne inanıldığını gösteriyordu. Tanzimat aydınları mesela “medeniyet, milliyet, hürriyet” gibi kavramları bu psikolojiyle ürettiler. Gerçi bu kavramların kökünü teşkil eden kelimeler bize aitti. “Ünsiyet” anlamına “medenî”, “bir dinin birbirine benzettiği topluluk” anlamına “millet” ve “şerefli, itibarlı” anlamına “hür” kelimelerini öteden beri kullanıyorduk.
Bugün bu kavramlardan hareketle bize özgü sahih bir medeniyet, milliyet ve hürriyet tasavvuruna sahip Müslümanlar var şüphesiz. Ama çoğunluğun hâlâ medeniyeti “teknoloji” hatta “Batılılaşma”, milliyeti “kavim aidiyeti”, hürriyeti ise “kişinin istediğini yapabilme azadeliği” diye anladığı da ortada.
Kendi kavramlarımızı gayrimüslimlerin kabulleriyle yeniden anlamlandırmak suretiyle maruz kaldığımız tasavvur / anlayış asimilasyonu bu örneklerden ibaret değil. Ekseriya farkında olmadan “din, akıl, ilim, fen, âlim, hak, hukuk” ve benzeri kavramlarımızın tasavvurunu modern tarifler üzerinden kurguluyoruz. Sorgulanmayan bir modernlik yahut yenilik düşkünlüğü, eski olması hasebiyle İslâmî kavramları kullanmaktan kaçınmamıza, Kur’an ve Sünnet kökenli bir dilden uzaklaşmamıza sebep oluyor. İslâmî kavramlar birer ıstılah aynı zamanda ve onları kaybetmek, sabitelerimizi kaybetmek anlamına da geliyor.
Şimdilerde “terim” denilen ıstılahlar; din, ilim, sanat, meslek gibi belirli alanlara özgü kelime ve kavramlardır. Bunlar gündelik dildeki anlamından kısmen uzaklaşıp yeni bir muhteva kazanmışlardır. O alandakilerin üzerinde ittifak ettikleri tek, kesin ve açık bir anlamı ifade eder, bağlama göre anlam değişikliğine uğramaz, başka kelimelerle karşılanamazlar.
Dinimizin de mümin, münafık, kâfir, müşrik, helal, haram gibi ıstılahları vardır. Istılahlar, tarifinden de anlaşılacağı üzere farklı kelimelerle adlandırılamadığı gibi, muhtevalarını zedeleyen tasavvurlara da imkân vermezler. Yine İslâmî ıstılahlar, diğer alanlardakinden farklı olarak bir hüküm bildirdikleri için, teşvik veya sakınmaya sevk eden, hissî diyebileceğimiz bir arka plana sahiptir.
Istılah “salâh” kökünden gelir. Birer ıstılah olan İslâmî kavramları unutarak ya da yeni/yabancı kelimelerle adlandırarak kaybetmek; salâhı kaybetmek, fesada dûçar olmak demektir bu yüzden.
Deist Olunca Kâfir Olunmuyor mu?
Bugün boyutları her geçen gün biraz daha artan böyle bir tehlike ile karşı karşıyayız. İnsanların itikad, ahlâk ve fıtratını, dolayısıyla insanlığını hedef alan, onları “hayvanlardan da aşağı” (A’raf 179) derekelere düşürmeye yönelik bir saldırı, tasavvur / anlayış manipülasyonlarına alet edilen yeni ya da yabancı kelime ve kavramlarla da yürütülüyor.
İfsada yol açan bu kelime ve kavramların felsefî çözümlemelerle, kaçınılmaz bir sürecin doğal sonucu imiş gibi takdim edilmesi, yedeğindeki hazır tasavvurlarıyla kolay alıcı bulmasını hatta olumlanmasını sağlıyor. Ya da modernliğin tartışılmaz bir üstünlük veya gereklilik olarak anlaşılması, apaçık bir yanlışı, bir sapkınlığı ifade eden modern kavramlara itirazı engellemekten öte sempatiyle bakılmasına yol açıyor. Bu sebeple olmalı, Ku’ran-ı Kerim’in “kelimetü’l küfr” (Tevbe 74) dediği, “kişiyi imandan çıkarıp küfre sokan sözler”in bizdeki karşılıklarına verilen tepkinin yabancı karşılıklarına verilmediğini görebiliyoruz.
Bundan üç yıl kadar önceydi. Televizyon yayınlarına çok sık çıkan meşhur bir hukukçu, kendisinin de kült edindiği bir şahsa bir imamın “kâfir” dediği iddiasında bulunuyor, bunun iftira ve hakaret suçu olduğunu, öfkeyle o imamın yargılanması gerektiğini söylüyordu. Fakat aynı hukukçunun, kâfir denilerek hatırasına hakaret edildiğini düşündüğü kişiye o güne kadar “deist” diyen binlerce insandan herhangi birine aynı öfkeyi gösterdiği, itiraz ettiği, şikâyetçi olduğu vaki değildi. Kim bilir, “sükût ikrardan gelir” fehvasınca “deist” nitelemesine kendisi de katılıyordu belki de.
Oysa “Tanrıcılık” diye tercüme edebileceğimiz deizm, “kâinatı yaratan güç” anlamına bir tanrının varlığını kabul eden, ama dini bütün unsurlarıyla reddeden bir anlayıştır. İslâm’ın ölçülerine göre “küfür”dür ve deist olduğunu söyleyen biri de “hâzâ kâfir”dir.
Bunları birilerinin kâfir olup olmadığını tespit için söylemiyoruz. Dikkat çekmek istediğimiz husus, sonuçta ikisi de aynı anlama gelen iki kelimeden “kâfir” tasavvurunun sevk ettiği ve insanı böyle nitelenmekten sakındıran istikrah duygusunun, “deist” tasavvurunda buharlaşmış olmasıdır. Bahsettiğimiz tehlike buradadır çünkü.
Tek Unsuru Bile İnkâr Edilemez
Son yıllarda özellikle gençlerimizin deizm gibi, ateizm gibi itikadî sapkınlıklara yöneldiklerine dair araştırmalar yayınlanıyor, bunun sebepleri üzerinde duruluyor. İslâm’ın öğretilememesi, dinimizin güzelliklerini yansıtan örnekliklerin yetersizliği, gençlerin muhatap oldukları Müslümanların söylemleri ile eylemleri arasındaki çelişkiye tepkileri ve dijital medyanın ifsadı, en çok zikredilen sebepler arasında. Bunlara bir statü üstünlüğü olduğu kabulüyle çağdaş görünme yahut fark edilme amacıyla bir aykırılığa yönelme çabasını da eklemek lâzım.
Bazen de bu tür yönelişler, mesela hayranlık duyulan bir şarkıcı ya da oyuncunun tercihine tâbi olmak gibi bir özentiden kaynaklanabiliyor. Ancak cahillik, tepki veya taklitle benimsenen deizm, ateizm benzeri kabuller, sorgulanarak ulaşılmış bilinçli tercihler değildir. Hemen hemen tek etken, matah bir şeymiş gibi sunulan bu kavramlardır. Küfür olarak algılanmadıkları için kişileri farkına vardırmadan âhiret azabına müstahak kılan bir felakete sürüklemektedir.
İslâmî bir ıstılah olarak küfür; “zarûrât-ı diniyye” denilen, İslâm’ın inanılması zaruri olan, Kitap ve Sünnet’le sabit esaslarının tamamını yahut birini ret veya inkâr demektir. Bu esasların başında Allah Teâlâ’ya, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak gelir. Farz olan ibadetlerin farziyetini, haramlığı kesin olan hususların haramlığını tasdik de zarûrât-ı diniyyedendir. İman esaslarından sadece birini reddetmek, yahut mesela beş vakit namaz diye bir şey yoktur demek, alkollü içkilerin haram olamayacağı iddiasında bulunmak bile kişiyi küfre düşürüp dinden çıkarır.
Dinimizde küfre sebep olan düşünce ve kabuller esas alınmak suretiyle yapılan, “şirk” veya “ilhad” gibi, küfür çeşitleri diyebileceğimiz adlandırmalar da vardır. Bunları bilmenin, ideolojiler yanında inanç anlamıyla natüralizm (tabiatçılık), bilimcilik anlamıyla pozitivizm ve akıl dışında hiçbir bilgi kaynağı tanımayan rasyonalizm kavramlarının tehlikelerini fark edebilmek için gerekliliğini hatırlatmakla yetinip, apaçık bir küfür olmaları sebebiyle deizm ve ateizm üzerinden devam edelim.
İnanç Kisvesine Büründürülen Nefsâniyet
Gençler arasında değilse bile büyükler arasında, deizmi doğru bulmamakla beraber, “hiç olmazsa Allah inancı var” deyip avunanlara, bunu neredeyse küfür saymayanlara bile rastlayabiliyoruz. Gerçi zarurât-ı diniyyenin Allah’a inanmak dışındaki esaslarını inkâr, sonuçta Allah Teâlâ’yı inkâr anlamına geliyor ama biz yine de deizmdeki “tanrı inancı iddiası”nın aslında ne olduğuna bakalım.
Deizm beşer aklını esas alır. O akıl, kâinatın tesadüfen yahut kendiliğinden var olduğuna kani değildir. Ama kâinatın varlığına rasyonel bir izah da getiremez; bir yaratıcının olduğunu kabullenmek zorunda kalır.
Yani deizm “bir tanrı vardır” demez, “bir tanrı var olsa gerektir” der. Bu bir “inanç” değil “fikir”; yanlışlayamadığı için “şimdilik” kabullendiği bir “teori”dir. Nitekim tanrının kâinatı yaratıp emekliye ayrıldığını, sonrasındaki hiçbir şeye müdahale etmediğini savunur.
Dolayısıyla tanrının bir din belirlemesi, peygamber göndermesi, kitaplar indirmesi, böylece insanları yönlendirmesi söz konusu değildir. Bunların tamamını inkâr eder. Deizme göre, yaratıldıktan hemen sonra kâinattaki tasarruf yetkisi akıl sahibi bir varlık olarak bütünüyle insana bırakılmıştır. Artık o, olmadığına inanılan dünya ötesi bir âlemde hesap verme endişesine kapılmadan aklına eseni yapmakta özgürdür.
Deizme, “yanlışın hesabını kim verecek” diye sorulduğunda cevaben; “kişinin bu dünyada uğrayacağı zarar” der. Ama o yanlışın başkalarına verdiği zararı görmezlikten gelir.
“Tanrıtanımazlık” diye tercüme edilen ve yaratıcı bir gücün varlığını reddeden ateizm ise, beşer aklını da devreden çıkaran bir “inanç”tır. Çünkü “kâinatın yaratılmadığı, kendiliğinden var ve ezelî olduğu” gibi aklın izah edemeyeceği bir kabulle çıkar yola. Bu akıl dışı kabulü aklın gereği diye sunması ise ateizmin sadece Allah’ın varlığını değil, böylesi akıl almaz bir çelişkiyi yahut saçmalığı dahi göremeyecek kadar insanı kör eden dehşetli bir cehalet olduğunu ortaya koyar. Nefsi ilâh edinmenin ve nefsin isteklerini yerine getirmek için hâşâ Allah yokmuş gibi davranmayı seçmenin tezahürüdür.
Bilimsel Çözümlemelerin Iskaladığı Hakikat
Deizm ve ateizmin ne olduğundan, ortaya çıkışından, yayılmasından, çeşitlerinden bahseden Batılı kaynaklar ve onlardan iktibasla bizde yapılan yayınlar, işin bu nefsaniyet boyutuna hiç girmez. Evet, deizm de ateizm de Hıristiyan Avrupalıların kendi şartlarının, yaşadıkları kendilerine özgü süreçlerin ortaya çıkardığı kavramlardır. Orta Çağ Avrupası’ndaki kilise baskısına, tahrif edilmiş Hıristiyanlığa tepki olarak doğmuş arayış, yöneliş veya savrulmalar bunlar.
Yapılan bilimsel izahlar bu ve benzeri yönelişlerin psikolojisini, sosyolojisini, kaçınılmazlığını, ardı arkası gelmez çözümlemelerle uzun uzun anlatırken, bir nevi meşruiyet kazanmasını sağlarlar. Ancak işte bu izahat bolluğu ve böylece ihsas edilen meşruiyeti, deizm ve ateizmdeki nefsaniyetin rolünü perdelerken, bizde de bilimsel takılmayı seven, bilimselliğe meftun tiplerin bu sapkınlıklara meyletmesini kolaylaştırmıştır. Bilimsel açıklamaların bazen yalın hakikatleri, basit gerçekliği ıskalayan bir yanı vardır oysa.
Meşhur fıkradır: Bir kış mevsimi Erzurum kırsalında araştırma yapan bir grup bilim adamı akşam üzeri bir köy odasına konuk olur. Odanın ortasında gürül gürül yanan soba, büyükçe bir kaya parçasının üzerine kurulmuştur. Neden böyle olduğunu tartışmaya başlarlar. Her biri sobanın neden bir kaya parçasının üzerine kurulduğuna dair kendince bilimsel açıklamalarda bulunur. Termodinamik yasalarından ısı enerjisinin akış biçimine, ısı moleküllerinin titreşimine kadar bir yığın teoriler ileri sürerler, fakat anlaşamazlar. En sonunda söylenenlerden hiçbir şey anlamadığını belli eden bir yüz ifadesiyle kendilerini dinleyen muhtara sormaya karar verirler. Bu kayayı neden sobanın altına koymuştur? Muhtar, “boru yetmemişti” deyiverir.
Deizm de ateizm de “papaza kızıp oruç bozmak”tır aslında. Papaza kızanlar öfkelerinde yerden göğe kadar haklıdırlar. Ancak bu oruç bozmaya gerekçe olamaz. Oruç nefse ağır geldiği için bozulmuştur. Nefs kendisine ağır gelen mükellefiyetlerden kurtulmak için kulun Rabbi ile irtibatını koparmak üzere baştan beri aradığı fırsatı bu kez papazı bahane ederek bulmuştur. Yalın gerçek budur.
İman gidince ilim de gider ve kişinin kendi iradesiyle seçmediği cinsiyet, ırk, kavim, kabile mensubiyetleri üzerinden üstünlük iddiası gütmek gibi bir cahillik baş gösterir.
Kalenin En Muhkem Duvarları Yıkılınca
Azgınlaşan nefsin hâkimiyetine yol veren, insanı küfre sürükleyen modern kavramlardan biri de “sekülarizm”. Ateizm veya deizmi sert bulanlar için tasarlanmış daha yumuşak bir teklifi ifade ediyor.
Seküler anlayış, varlığını kabul etmekle birlikte dinlerin yaşanılan hayatın ve zamanın dışında tutulması gerektiğini savunuyor. Dinî olan-olmayan ayırımını yapıyor. Kelime zaten “mekânı ve zamanı esas almak” demek. Kast edilen mekân “dünya”, zaman ise şu anda bu dünyada yaşanılan “hayat”tır ve bunlar “din dışı” olan, dinin müdahale etmemesi gereken alanı oluşturuyor. Geriye başkaca bir alan kalmadığı için de din kaçınılmaz olarak, davranışları belirlemeyen, hükümsüz ve yaptırımsız bir duyguya dönüşüyor.
Sekülarizmde ilâhî ölçüler yerine zamanın ve mekânın şartları esas alınınca, dinin bir duygu olarak bile varlığından söz etmek pek mümkün görünmüyor doğrusu. Zira zamanın şartları bunu gerektirir deyip mesela haramı helali gözetmemek, bu din duygusunun ancak bir yere kadar canlı tutulabileceğine işaret ediyor.
Ateizm, deizm, sekülarizm gibi kavramlarla sıradanlaştırılan itikadî sapmalar, bir kalenin en sağlam, en muhkem surlarının yıkılmasıdır. İnsanın insanlık şerefine bundan sonra yapılacak saldırılar daha kolaydır, daha maliyetsizdir ve daha çabuk netice verecektir.
Nitekim dünyada da bizde de hiçbir dinin onaylamadığı birtakım sapkınlıkların revaç bulması, hayâsızlıkların alenileşmesi, cahiliye asabiyesinin hortlaması, itikat surlarının çökertilmesinden sonradır. İtikadın kaybı imanın kaybıdır. İman gidince hayâ duygusu da gider; en iğrenç, en aşağılık sapkınlıklar bir hak yahut özgürlükmüş gibi takdim edilir. İman gidince feraset de gider; yabancı kelimelerle adlandırılarak yahut gökkuşağı renklerine boyanarak makyajlanan çirkinlikleri fark edemeyen bir ahmaklık hâsıl olur.
İman gidince ilim de gider ve kişinin kendi iradesiyle seçmediği cinsiyet, ırk, kavim, kabile mensubiyetleri üzerinden üstünlük iddiası gütmek gibi bir cahillik baş gösterir.
Kalbi Ölenin Yüzü Kızarmaz
Bir rezilliğe dair kendi kavramlarımız üzerinden oluşturduğumuz tasavvurlardaki tiksinti duygusu, aynı rezileti ifade eden batılı kavramların tasavvurunda kayboluyor. Cinsî sapkınlık türlerini adlandıran yabancı kelimelerin ilk harflerinden oluşturulmuş “LGBT” kısaltması bazılarını rahatsız etmiyor bu yüzden. Ama aynı sapkınlıkların özellikle halk arasındaki karşılıkları kullanıldığında bundan rahatsız oluyorlar. Bu da yüz kızartıcı çirkinliklerin bile yabancı kelimelerle adlandırıldığında benimsenebilir, sergilenebilir, savunulabilir hale getirildiğini gösteriyor.
Bizim irfanımız, kavimlerin lanetlenip toptan helâkine sebep olan “LGBT” türü sapkınlıkların mecbur kalmadıkça gündemde tutulmasını, hatta hangi dilden olursa olsun adlarının telaffuz edilmesini dahi hoş görmez. Çünkü Müslüman böyle çirkinlikleri dile getirmekten de işitmekten de hayâ eder. Bu sebepledir ki konuyla ilgili “livâta” gibi, “sihâk” gibi İslâmî kavramlar pek bilinmez.
Cinsî sapkınlıklar aynı zamanda ölümcül birer bulaşıcı hastalıktır. Bu illete yakalananlar utanma duygusunu kaybetmişlerdir. Yüzleri kızarmaz. İnsanın utandığı durumlarda yüz damarları genişler ve taşınan fazla kan yanaklarda bir kızarma oluşturur. Kan deveranının sürdüğüne, kalbin çalıştığına delalettir. Bir kişi utanmıyor, utanılacak durumlarda yüzü kızarmıyorsa eğer kalbi ölmüş demektir. İşte böyle bir ölüme sebebiyet vermemek için bu tür marazî hallerin ayrıntısına girip yerli yersiz konuşulmasından sakınılmalıdır. Zira bu tür hastalıklar konuşma yoluyla da bulaşabilmektedir.
Ancak bugün maruz kaldığımız “LGBT” denilen sapkınlık, gizli ve kişisel bir günah olmaktan çıkmış, alenileştirilmiş, bütün insanlığı tehdit eden organize bir saldırı haline dönüşmüştür. Bu iğrenç günah dizi ve filmlerle teşhir edilmekte, hayranlık duyulan şöhretli isimler üzerinden yaygınlaştırılmaya çalışılmakta, bir hak veya özgürlük arayışı olarak savunulmaktadır.
Oysa ölümcül bir hastalığı başkalarına bulaştırarak yaymaya çalışmak hak da değildir, özgürlük de değildir. Dünyadaki bütün sağlık sistemleri böylelerini karantinaya alıp toplumdan tecrit eder. Bütün mesele bunun tehlikeli bir hastalık olup olmadığını kabul etmektedir ki bu kabulü kullandığımız kavramların menşei ile tasavvurlarımızın sıhhati belirlemektedir.
Tehlikeli Bir Kavram: Milliyetçilik
Bir de “milliyetçilik” gibi bize ait olduğunu düşündüğümüz, ama aslında yine modern zamanlarda ortaya çıkmış Batı’ya özgü bir anlayışı karşılamak üzere türetilen kavramlar var. Tercümesi olduğu anlayışın bütün problemlerini taşıyor.
Milliyetçilik bağlamında problem, İslâmî bir kavram olan ve inananlarını birbirine benzetmesi yönüyle “din” anlamına gelen ve topluluk ismi olarak “ehl-i millet” şeklinde kullanılan terkibin “millet”ini “kavim” zannetmekle başlıyor.
Başlangıçta “Cemiyet-i Akvâm” (kavimler topluluğu) diye çevirdiğimiz ”united nations”ın bilahare “Birleşmiş Milletler”e dönüşmesi bu zannın eseri. Milletin kavme indirgenmesini eskilerin galat-ı meşhur dediği “artık düzeltilemeyecek kadar yaygınlaşmış yanlış” olarak kabul edip benimseyince de sıkıntı bitmiyor. Öyle görünse bile milliyetçiliği “kişinin kavmine duyduğu sevgi ve bağlılık” olarak her zaman meşru ve makul bir zeminde tutmak mümkün olmuyor.
Bu sevgi ve bağlılığın tarzı, şiddeti, maksat ve meşruiyeti yüzlerce milliyetçilik tarifi çıkarıyor ortaya. “Kişi kavmini sevmekle kınanmaz” ruhsatıyla meşru olanından, “beyaz derilinin siyah deriliye, siyah derilinin beyaz deriliye üstünlüğü yoktur” hakikatine rağmen ırkçılık gibi cahiliyeye has bir mâsiyet olanına kadar sayısız türü var milliyetçiliğin. Hele bunun bizde “ulusçuluk” diyebileceğimiz evlere şenlik bir versiyonu daha var ki, mankurtlaştırdığı insanları kendi milletine ve onun bütün değerlerine ateş etmeye çağırıyor.
Hâsılı bu tarif bolluğunun oluşturduğu geniş ve engebeli alan, ayakları kolayca kaydıracak tehlikelerle dolu. Kişi, iradesi dışında mensup olduğu ırkın üstünlüğünü iddia ederek; o ırka mensup olmayanları aşağılamak, onların hukukunu gözetmemek gibi haksızlık veya zulümlere yönelebiliyor. Böyle bir iddia ile zaman zaman Efendimiz sallallahu aleyhi vessellemi “Arap” olması hasebiyle reddedenlere rastlayabiliyoruz.
Batılıların Türklere izafe ederek din diye uydurduğu Şamanizm’i ihyâ etmeye yeltenenler çıkabiliyor bazen. Yani milliyetçilik, günaha sevk etmekten öte küfre düşüren tehlikeleri de barındıran bir kavram. Böyle tehlikelerden korunmak için tasavvurlarımızı, anlayışımızı kendi kavramlarımız üzerinden İslâm’ın ölçüleriyle inşa etmemiz gerekiyor.
“Beyaz derilinin siyah deriliye, siyah derilinin beyaz deriliye üstünlüğü yoktur.” (el-Müsned)