Bölgesel Savaşın Fitili Ateşleniyor
İsrail, Gazze’de başlattığı işgalin cephesini genişletiyor. Resmî rakamlara göre 40 bini aşkın masumu katleden terör devleti, Filistinlilere destek vereceğini açıklayan ve bunun için küçük çaplı da olsa eylemlere girişen Hizbullah örgütüne yönelik operasyonlara başladı. Düğmeye basıldığı an da ilginç. Hizbullah lideri Nasrallah’ın İsrail’e yönelik açıklamalar yaptığı dakikalarda başladı saldırı. İsrail gece yarısı harekete geçti ve sabaha kadar Lübnan’da Hizbullah’a ait pek çok hedefi bombaladı. Nasrallah’ın konuştuğu dakikalarda İsrail Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi, Filistin’in kuzey bölgesine, tam da Lübnan sınırının bulunduğu noktalara yönelik savaş planının onaylandığını açıkladı. Saldırı sonrası Tel Aviv yönetimi, İsrail’e atılmak üzere bekletilen bin roket başlığının imha edildiğini, Hizbullah’ın askerî potansiyelini ve alt yapısını tamamen yok etmeye devam edeceklerini söyledi.
Uzun bir süredir 3. Dünya Savaşı iddiası konuşuluyor. Başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin Eski Başkanı Trump olmak üzere, Rusya Devlet Başkanı Putin ve Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan, eğer tedbir alınmazsa bu ihtimalin son derece ciddi olduğunu vurguladılar. İsrail, sapkın ideolojisi sebebiyle hayal ettiği devleti kurabilmek için pervasızca harekete geçmiş görünüyor. Filistin’le başlayan işgal hareketi Lübnan’a sıçradı. Bir sonraki adım da kuvvetle muhtemel Suriye olacak. Nihaî hedefi de elbette Türkiye.
Bu coğrafyada gerçekleşecek olası bir savaşın domino etkisiyle tüm dünyaya yayılması işten bile değil. 1. ve 2. Dünya Savaşlarının neticeleri ortada. İnsanoğlu yeryüzünün tamamını ilgilendiren ve çözülmesi şart olan sorunlarla boğuşurken silahların konuşmaya başlaması kimsenin yararına olmayacak. Dolayısıyla birilerinin terör devleti İsrail’e artık gerçekten “dur” demesi gerekiyor.
Hizbullah’ın Planı Çöktü
Gazze işgalinin başlamasının üzerinden bir yıl geçti. İsrail vahşice sivilleri, bebekleri öldürmeye devam ediyor. Üstelik bunu uluslararası kamuoyunun gözlerinin önünde, hatta gözlerinin içine baka baka yapıyor. Hedef tahtasına koyduğu Gazzeli Müslümanları ve onlara destek verenleri yok etmeyi vazife edinen İsrail, bütün insanî değerleri katlediyor.
İslâm dünyası maalesef “dumur” halinde. Uluslararası örgütler ve “küresel güçler” ise neredeyse olan bitene alkış tutuyor. Filistinli Müslümanların hamisi gibi davranan İran’ın yaptıkları da ortada. Hamas Siyasî Büro Şefi İsmail Heniye’nin Tahran’da şehit edilmesi sonrasında doludizgin açıklamalar yapan İran, yine kuru gürültüden öteye gidemedi.
Varlığını Lübnan’da sürdüren İran menşeli Hizbullah’ın planları ise alt üst oldu. İsrail önce örgüte ait olduğu bilenen yerleri bombaladı, sonrasında da tüm dünyanın şaşkınlıkla izlediği bir saldırıya imza attı. Lübnan’ın çeşitli yerlerinde bulunan Hizbullah militanlarının kullandığı çağrı cihazları eş zamanlı olarak patladı.
Bugüne kadar benzerine pek rastlanmayan bu saldırıda onlarca kişi öldü, binlercesi de yaralandı. Uzmanlar, gerçekleştirilen eylemin nasıl icra edildiğini tartışmaya devam ediyor. Kimilerine göre cihazların içerisine önceden bomba yerleştirilip aynı anda uzaktan patlatıldı. Kimileri de İsrail istihbarat örgütü tarafından geliştirilen bir yazılımla cihazların batarya ısılarının yükseltilerek patlatıldığını iddia ediyor.
Her iki durumda da son derece profesyonel bir saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu söylememiz gerekiyor. İsrail’i bilinçaltımızda devleştirmeden, halkının ve ordusunun korkaklardan ibaret olduğunu unutmadan tabii ki.
Tarih kitapları, zalimlerin en ağır şekilde bedel ödediğinden bahsediyor. Allah Teâlâ da onlar için dünyada aşağılanmayı, âhirette büyük bir azabı layık gördüğünü beyan ediyor. Bu mevzuyla ilgili ne yaşanırsa yaşansın, İsrail’in gücü ve yetkinliği ne olursa olsun, dönüp dolaşıp kendimize aynı soruyu sormalıyız: Biz Filistin için ne yapıyoruz? Ne yapmalıyız?
İsrail Vahşette Sınır Tanımıyor
Tel Aviv yönetimi Gazze’de döktüğü kana doymadı. Bosna Savaşı sırasında gördüğü her canlıya hedef tahtası muamelesi yapan Sırp keskin nişancılar gibi, Gazze’de canlı cansız ne varsa İsrail’in hedefinde. Hastaneler, okullar, sözde güvenli bölgeler vuruluyor. Mezarlıklar dahi bombalanıyor. Sivil ve eylemci gibi kavramlar da terör devleti için hiçbir şey ifade etmiyor. Karşısına çıkan her şeyi yok etmeye odaklanmış sapkın zihniyetin temsilcileri, katletmeyi gündelik hayatın parçası haline getirdi.
Kimlikler, vatandaşlıklar da anlamsız hale geldi onlar için. Katliama dur diyen ve bunun için harekete geçen kim olursa olsun namlunun ucunda. Gözü dönmüşlük ve küstahlık öyle bir seviyeye ulaştı ki, arkasında duran devletin vatandaşlarını bile tehdit olarak gördüğünde kanını akıtmak için bir saniye bile düşünmüyorlar.
Gazze işgalinin ardından Batı Şeria’da da bazı bölgeleri yaylım ateşine tutan İsrail, bölgede kendisine yönelik protestoları da yine silahlarla susturmaya çalışıyor. 6 Eylül’de tamamen sivil bir grup tarafından yapılan eylemde insan hakları savunucusu ve aktivist Ayşenur Ezgi Eygi, İsrail askerleri tarafından vurularak öldürüldü. 1998’de Antalya’da dünyaya gelen Eygi, ailesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşti ve burada yaşamaya başladı. Filistin’de yaşanan katliama kayıtsız kalamayan Eygi, Batı Şeria’ya giderek protesto gösterilerine katıldı. İsrail’in silahtan başka güvenecek hiçbir şeyi olmayan korkak askerleri, elinde pankarttan başka hiçbir şey bulunmayan ve aynı zamanda Amerikan vatandaşı da olan bir Türk’ü acımadan infaz etti.
İsrail, karşısına dikilen kim olursa olsun, hangi ülkenin kimliğini taşırsa taşısın öldürmeyi tercih ediyor. Bu öylesine bir gözü dönmüşlük ki, “Beyrut Kasabı” katil Ariel Şaron mezarından kalkıp “durun” dese onu bile öldürüp yeniden toprağa gömecekler. Ancak bu küstahlığın bir bedeli olacak. Ve inşallah, İsrail’in acı sonunu hep birlikte göreceğiz.
Amerika Nijer’den Çekiliyor
Afrika’nın talihi, üzerinde yaşayan masum insanların renkleriyle aynı. İnsanlığın ve medeniyetin ana coğrafyası olarak tanımlanan kıta, sömürgecilik faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte vahşi Batı’nın talan ve yağma alanı haline geldi. İspanya ve Portekiz’le başlayan bu sürece daha sonra Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika ve Almanya gibi pek çok ülke dâhil oldu. Amerika kıtasının keşfinden ve sömürülmesinden sonra benzeri süreç bu topraklarda da yaşandı. 1776’da Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kuruldu. 1783’te de İngiltere, ABD’nin bağımsızlığını tanıyarak okyanus ötesinde yeni bir çıbanı dünyanın başına bela etti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “üzerinde güneşin batmadığı ülke” Britanya, yavaş yavaş yetkilerini ABD’ye devrederek geri plana çekildi. Ve artık oyunu oynayan değil, senaryoyu yazan figür haline geldi. ABD ise, elde ettiği gücü tamamen Batı’nın ve Ortadoğu’daki uydusu İsrail’in lehine kullanmaya başladı. Bir süre sonra ülkede otoriteyi yönlendirecek güce sahip hale gelen Yahudi aileler bu sürecin ana aktörü oldu. Afrika’daki sömürü faaliyetlerine ABD de iştirak etmeye başladı.
Afrika’da sözde bağımsızlık kazanan devletler modern yöntemlerle halen sömürülmeye devam ediyor. Nijer, uzun süre Fransa’nın kontrolünde varoluş mücadelesi verdi. Fransızlar ülkede yaşayanların sadece yer altı kaynaklarını değil; dillerini, inançlarını ve kültürlerini de istismar etti. Savaş çıkarıp silah sattı, para basıp paralarını aldı. Fransa’dan sonra ülkeyi himaye etme “alicenaplığını” Amerika üstlendi. 12 yıl önce imzalanan antlaşmayla Amerikan Savunma Bakanlığına bağlı askerler ve siviller ülkede görev yapacaklardı. Bu bahaneyle, Sahra Altı Afrika’ya onlarca Amerikan üssü kuruldu.
Geçtiğimiz ay, 12 yıl önce imzalanan bu anlaşma Nijer tarafından feshedildi. Amerikan askerleri ülkeyi terk etti. Bu adım hangi dengeyi nasıl değiştirecek, önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak. Her ne olursa olsun, nihayetinde olması gereken Afrika ülkeleri için tam bağımsızlık. İnşallah gerçekleşir.
Zimbabwe’nin Kıtlıkla İmtihanı
Dünyanın pek çok yerinde kıtlık ve açlık yaşanıyor. Allah Teâlâ kâinatı öyle bir nizamla yaratmış ki, kapitalist ekonomi safsatasının insanlara dayattığı “kıt kaynaklar, sınırsız ihtiyaçlar” söylemi, Batı’nın çıkarlarını öncelemekten başka bir işe yaramıyor. Bazı ülkeler, bazı insanlar sınırsız zenginleşirken, bazıları ise kendi öz kaynaklarından bile yararlanamıyor.
Bu ikinci kategoride genellikle Afrika halkı bulunuyor. Açlık ve sefalet kavramları dillendirildiğinde zihinlerde hemen Afrikalılar beliriyor. Oysa kıtadaki yer altı ve yer üstü zenginlikler tüm dünyanın ihtiyacını yıllarca karşılayabilecek durumda. Ne var ki Batılı kapitalist sömürgeciler çuvalla kendilerine alıp parmak ucuyla Afrikalılara veriyorlar. Batı’da obezliğe çözüm aranırken, Afrika’da açlık ve kıtlıkla nasıl mücadele edileceğine dair “entelektüeller” ve “insan hakları savunucuları” tarafından konferanslar, paneller, söyleşiler, çalıştaylar düzenleniyor. Sonuçta Batılılar yemeyi içmeyi ve kilo almayı sürdürürken Afrika’da çocuklar ve yaşlılar açlıktan ve hastalıktan ölüyorlar.
Böyle bir girdabın içerisine giren ülkelerden biri de Zimbabwe. Tarıma elverişli toprakları nedeniyle Güney Afrika’nın tahıl ambarı olarak tanımlanan ülke; altın, elmas, gümüş, asbest, krom, kömür, platin, nikel, bakır, çinko, kalay, kireçtaşı, fosfat, kil ve dolomit gibi zengin yer altı kaynaklarına da sahip. Fakat buna rağmen Batılı hâmilerinin talimatıyla ülkede tarım arazileri kamulaştırılıyor, ekilip biçilemez hale getiriliyor. Yer altında bulunan ve Zimbabwe’nin kaderini değiştirecek madenleri de zaten İngilizler tarafından, daha onlar görmeden alınıp işletilerek piyasaya sunuluyor. Halk, filleri kesip yiyerek hayatta kalmaya çalışıyor.
Afrika ülkeleri için vaziyet merhum üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul! Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa…” Umarız, Afrika halkı artık başkaldırarak bu zulüm düzenini zalimlerin başına geçirir.
Türkiye İçin Enerjide Yeni Dönem
Bu kadar sömürgecilikten bahsetmişken, sömürülmemek için özellikle neye sahip olunması gerektiğinin altını da çizmek lazım. Eğer maddi gücünüz ve iyi silahlarınız varsa, dışa bağımlılığınız da asgari düzeye, hatta sıfıra indirilmişse o zaman güçlenmeye başlar ve tam bağımsız olursunuz. Elbette bunun için cesaret de gerekiyor. Unutmamak lazım, korkak adam elindeki silahla kendisini vurur. Ancak silahsız cesaret de savaşta küçük çaplı kahramanlığın ötesine geçirmez. Dolayısıyla tıpkı bir yapbozun parçaları gibi bu dört unsur bir ülkede varsa, işte o zaman gerçek manada bir süper güçten bahsedilebilir. Tıpkı yükseliş dönemindeki Osmanlı Devleti gibi.
Türkiye, uzun yıllardır ilk üç unsura tam olarak sahip olamadı. Ancak özellikle 2010’lu yılların başında atılan adımlarla silah konusunda dışa bağımlılık asgari düzeye indirildi. Ekonomimizin hâlâ iyi olduğunu söyleyemeyiz. Ama düzelecek inşallah. Enerji alanında ise bağımlılığımız devam ediyor. Üzülerek söyleyelim, bütçemizin mühim bir kısmı enerji harcamalarına gidiyor. 2018’den itibaren bu sahada da çok kıymetli çalışmalar yapıldı. Enerji bağımlılığını bitirecek hamlelere kapı aralandı. Bundan 10 sene sonra tam anlamıyla enerji bağımlılığımızı sıfıra indirecek çözümler için ilk adımlar atıldı. Karadeniz’de ve Doğu Akdeniz’de doğalgaz arama çalışmaları durmaksızın devam ediyor. Doğu ve güneydoğu Anadolu bölgelerimiz terör örgütünden temizlenince petrol ihtiyacımız için kuyular kazılıyor ve kaynaklar bulunmaya başlıyor. Son olarak, 2026’da Sakarya Gaz Sahası’nda devreye girerek günlük 10 milyon metreküp doğal gaz işleyecek olan yüzer üretim, depolama ve tahliye platformu (FPSO) çalışmalarına başladı.
Türkiye’nin geleceğini değiştirecek böyle çalışmalar son derece kritik. Eğer ihmal edilmeksizin devam ederse özlediğimiz, beklediğimiz, sadece kendine değil, dünya mazlumlarına da yetecek güce sahip Türkiye profilinin çok da uzak olmayan bir zamanda boy göstereceğini şimdiden söyleyebiliriz.