İslâm medeniyeti elindekini paylaşma üzerine, Batı medeniyeti ise başkasının elindekini sömürme üzerine kuruludur. Batılı karşılıksız bir adım atmaz, her hareketinde bir çıkar, bir kazanç arar. Oysa Müslüman gerektiğinde Allah rızası için hiçbir karşılık beklemeden elindekini verir, infak eder.
Bu ruh, Müslümanların kendi dinî, millî ve manevî değerlerini hâkim kıldıkları dönemlerde gerçekten yaşanabilir, adil, müreffeh, mutlu ve huzurlu bir toplum yapısı oluşturmuştur. Bu medeniyet içerisinde öyle uç örnekler yaşanmıştır ki günümüz şartlarında havsalamız onları idrakte zorlanıyor.
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer, demiş büyüklerimiz. Gerçekten de ihtiyar dünyamız çok değişik devirlere şahit oldu. Bugün yeryüzüne hâkim olan vahşi kapitalizmin, ölçüsüzlüğün ve sınırsızlığın tahrip ettiği millî ve mânevî değerlerimiz büyük bir erozyona uğramış bulunuyor.
Bunun sonucu olarak maalesef dünyamızda her türlü zulüm, haksızlık, adaletsizlik ve barbarlık kol geziyor. Bütün insanlığın gözü önünde başta Gazze ve Doğu Türkistan olmak üzere büyük bir soykırım uygulanıyor. Filistin’de çocuklar acımasızca öldürülüyor, Doğu Türkistan’da insanlar toplama kamplarında hayatlarını kaybediyor. Bunlardan bahsetmek bile acı veriyor ama maalesef durum böyle.
Hâlbuki çok güzel günlere de şahit oldu dünyamız. Müslümanlar kendi dînî, manevî değerlerini hâkim kıldıkları devirlerde gerçekten yaşanılır, âdil, müreffeh, mutlu ve sağlıklı bir toplum yapısı oluşturdular. Hatta Müslüman toplumlarda öyle devirler yaşandı ki zenginler zekât verecek fakir bulamadılar. Zekât vermek için çarşı pazar dolaştılar ama yine de fakir bulamadılar. Çünkü başta zekât olmak üzere, sadaka, infak ve sosyal yardımlaşma kültürü toplumda sosyal ve ekonomik dengesizliği ortadan kaldırdı.
Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm “Zekât İslâm’ın köprüsüdür” (Beyhakî) buyurmuştu. Zekât yoluyla zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olması büyük ölçüde engellendi, sosyal adalet toplumun her kesimine yayıldı.
Bunun sonucunda Müslüman dünya, bugün birçok eseri ayakta olan büyük bir medeniyet ve kültür oluşturdu. Müslüman toplumlarda öyle uç örnekler yaşandı ki bugün onları anlamakta zorluk çekiyoruz. İçinde yaşadığımız dünya şartlarında aklımız, havsalamız onları idrakte zorlanıyor. Bu örneklerin bazılarından söz edeceğiz.
Bütün bunları tahlil etmek ve sebeplerini ortaya koymak gerekir elbette. Ancak bunun ayrıntısına girmek bu yazının sınırlarını aşacaktır. O yüzden şu kadarını söylemekle yetinelim:
İslâm medeniyeti elindekini paylaşma üzerine, Batı medeniyeti ise başkasının elindekini sömürme üzerine kuruludur. Misyonerlik hareketlerinin arkasında bile aslında sömürgecilik vardır. Amaç insanları Hıristiyanlaştırıp, arkasından onları sömürmektir. Burada Kenya’lı bir devlet adamının sözleri ibret vericidir.
“Misyonerler buraya geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde geniş topraklar vardı. Bugün ise bizim elimizde İncil, onların ellerinde geniş topraklar var.”
Burada konu ile alakalı küçük bir anekdotu anlatmak faydalı olacaktır: Ankara İlahiyat Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarımızda lisans derslerinden hocamız olan Esad Coşan rahmetullahi aleyh bir hatırasından bahsetmişti.
Batılı bir ilim adamını fakültede misafir ederler. Yedirirler, içirirler, gezdirirler, en güzel şekilde ağırlarlar, son olarak da çeşitli hediyelerle ülkesine uğurlarlar. Zaman gelir, hocamızın bir kitaba ihtiyacı olur. O devrin şartlarında (80’li yıllardan söz ediyoruz) internet yoktur, iletişim ve ulaşım bugünün şartlarına göre çok geridir. Aklına fakültede misafir ettikleri hoca gelir. Kendisi ile iletişim kurar ve kitabı kendisine göndermesini rica eder.
Batılı hoca kitabı bulup gönderir. Hocamız çok sevinir. Ancak hemen arkasından bir haber daha gelir. Adam hocamızdan kitabın parasını istemiştir. Hocamız buna çok şaşırır. Onlarda hediye diye bir şey yok mudur? Elbette istenilen şeyin parasını vermek gereklidir. Ancak kendisine yapılan onca izzet ikramın karşılığı da bu olmamalıdır. Kaldı ki kitap bir karşılık olsun diye değil, ihtiyaç olduğu için istenmiştir.
İşte burada Batılı insanın zihin kodları bulunmaktadır. Müslüman gerektiğinde Allah rızası için karşılıksız verir, infak eder. Batılı ise karşılıksız hiçbir şey yapmaz, vermez. O ancak alır, hatta sömürür. Sonuç olarak bugün Batının ulaştığı refah seviyesinin, başta Müslüman dünya olmak üzere dünyanın zenginliklerini ve doğal kaynaklarını sömürme yoluyla elde edildiğini bütün dünya bilmektedir.
Bu girişten sonra İslâm kültür ve medeniyetinin oluşturduğu bazı uç örneklerden söz edebiliriz. Bunları dört ana başlık halinde toplamak istiyoruz: Sadaka taşı, diş kirası, zimem defteri, imece...
Sadaka Taşı
Geçmiş İslâm toplumunda bulunan örnek bir uygulamaydı sadaka taşları. Her mahallenin belli yerlerinde, özellikle de cami avlularında ve daha çok avlunun kimsenin göremeyeceği arka taraflarında taştan yapılmış kısa sütunlar bulunurdu. Bu sütunların üst tarafı çukurcaydı. Başta zenginler olmak üzere dileyen Müslüman, riya ve gösteriş olmasın diye kimse görmeden buraya para bırakırdı.
İhtiyaç sahibi Müslüman da gelir, yine kimse görmeden bu paradan ihtiyacı kadarını, evet hepsini değil sadece ihtiyacı kadarını alırdı. Böylece haysiyeti incinmez ve rencide olmazdı.
Sadaka taşının kökeninin Selçuklulara kadar dayandığı söylenir. Bu uygulamanın Osmanlı döneminde çok yaygın olduğu bilinmektedir. Maalesef bugün işlevini kaybetmiştir.
Elbette bu uygulamanın arka planında dinimizdeki sadaka ve infak anlayışı bulunmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber aleyhisselâmın konu ile ilgili sayısız hadisleri vardır. Birkaç tanesini zikredelim:
“Veren el alan elden üstündür.”
(Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî)
“Yarım hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun.” (Buhârî, Müslim, Nesâî)
“Mal sadaka ile eksilmez.” (Müslim, Tirmizî, Muvatta)
“Sadaka Rabbin gazabını söndürür ve kötü ölümü önler.” (Tirmizî)
“Sadaka, suyun ateşi söndürdüğü gibi günahları yok eder.” (Tirmizî)
“İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amellerinin sevabı sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen ilim ve arkasından kendisine dua eden hayırlı bir evlat.”
(Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî)
Diş Kirası
Tarihimizde çok yaygın olan ancak bugün bizim anlamakta bile zorlandığımız bir diğer uygulama da diş kirası uygulamasıdır ve Ramazan kültürüne aittir.
Ramazan aylarında özellikle büyük şehirlerde, öncelikle de İstanbul’da zenginler, daha çok da büyük konak sahipleri fakir fukarayı iftara davet ederlerdi. Osmanlı Devleti’nde çok yaygın olan bu uygulamayı özellikle devlet ricali ve saray erkânı titizlikle yerine getirirlerdi.
Davet sahipleri, iftardan sonra davetlileri hemen evlerine göndermezler, yanlarına para ve değerli hediyeler koyarlardı. Buna diş kirası denirdi. Diş kirasında ince ruh ve samimi dindarlık anlayışının tezahürlerini görmek mümkündür. Bununla davet sahibi davetine icabet eden fakirlere sanki şöyle derdi:
“Lütfedip davetime icabet ettiniz, misafirim oldunuz, bunun için zahmet edip yol yürüdünüz. Yemeğimi yerken dişlerinizi yordunuz, sanki onları bana kiraladınız. Böylece benim sevap kazanmama vesile oldunuz. O zaman bunları da dişinizin kirası olarak benden kabul buyurunuz.”
Bu ne ince bir nezakettir, ne yüksek bir ahlâki seviyedir! Hem ikram ediyor hem de ikramını başa kakmak şöyle dursun, ikramı kabul edenin dişlerini kendisine kiraya vermiş gibi düşünüyor ve karşılığında yine bir şeyler veriyor. Bu ancak gerçekten hak olan bir dinin geliştirdiği yüksek bir ahlâk, kültür ve medeniyet seviyesidir.
Diş kirası uygulamasının arkasında da, oruçluya iftar ettirilmesinin karşılığında Allah’tan gelecek hadsiz sevap beklentisi bulunmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber aleyhisselâm bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim bir oruçluya iftar ettirirse kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir şey eksilmez.” (Buhârî, Müslim, Nesâî)
Yani bu durumda bir kişi kaç kişiye iftar verirse kendi tuttuğu oruçtan başka o kadar kişi sayısınca oruç tutmuş demektir. İftardan sonra verilen diş kirası da işin cabası olmaktadır.
Zimem Defteri
Geçmiş Müslüman toplumlarında görülen eşsiz uç örneklerden biri de zimem defteri uygulamasıdır. Zimem kelimesi “zimmet” kelimesinin çoğuludur ve borç anlamına gelmektedir. Zimem defteri de bu borçların yazıldığı defterdir. Bir anlamda veresiye defteridir ki günümüz neslinin büyük çoğunluğu bunun da ne olduğunu bilmiyor.
Zimem defterleri Osmanlı’da çok yaygındı ve daha çok mahalle bakkalları tarafından kullanılırdı. Alınan malın satıcı tarafından not edilerek alıcının ileriye dönük borçlanması anlamına geliyordu. Veresiye satış yani. Bugün kredi kartları ve internet alışverişleri bu uygulamanın sonunu getirmiştir. Bunun uygulaması da genellikle şöyle olurdu:
Bir zengin herhangi bir zamanda özellikle de sevabı fazla olduğu için Ramazan ayında kendisini tanımayan bir mahalledeki bakkala gider, bakkaldan zimem/veresiye defterini çıkarmasını isterdi. Bakkal efendi defterdeki borçları hesaplardı. Zengin kişi tanımadığı kişilerin borçlarını tanımadığı bu kişiye öder ve defteri de alır giderdi. Hepsini ödemeye gücü yetmediğinde de “şu sayfadan bu sayfaya kadar olan borçları hesapla” derdi ve onların borcunu öderdi. Sonra da kim olduğunu açıklamadan sırra kadem basardı. Böylelikle yapılan iş riyadan, gösterişten uzak, tamamen Allah rızası için olurdu.
Yapılan iyilik ve hayırların internet üzerinden ilan edildiği ve resimlerinin çekilerek paylaşıldığı günümüz dünyasında bunları anlamakta zorlanıyoruz. Elbette ki bunun arkasında da yüce dinimizin hayra, iyiliğe teşviki ve bunların gizlice yapılması tavsiyesi bulunmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber aleyhisselâm bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır:
“Yedi sınıf insan vardır ki Yüce Allah onları kendi (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı (Kıyamet) gününde kendi (arşının) gölgesinde gölgelendirecektir. (Bunlar şunlardır:)
1. Adaletli yönetici,
2. Gençliğini Allah’a ibadetle geçiren kişi,
3. Kalbi mescitlere bağlı kimse,
4. Allah için birbirini seven ve bu uğurda bir araya gelip, bu sevgi ile ayrılan iki kişi,
5. Mevki sahibi olan güzel bir kadın tarafından birlikte olmaya çağrıldığı halde, ‘Ben Allah’tan korkarım’ cevabı ile karşılık veren kimse,
6. Sağ elinin verdiği sadakayı sol eli duymayacak şekilde gizli sadaka veren kimse,
7. Tenha yerde Allah’ı anarak gözleri yaşla dolup taşan kimse.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî)
İmece
Geçmiş kültürümüzde yaşanmış fakat bugün neredeyse unutulmuş uygulamalardan biri de imecedir. İmece örneğine daha çok kırsal kesimlerde rastlanılırdı.
İmece köyün bazı işlerinin, ailelerin ihtiyaçlarının toplu yardımlaşma ve sırayla yapılmasıdır. Bugün belediyelerin yaptığı birçok işin bir anlamda köylülerin ortak faaliyeti ile yerine getirilmesidir.
Okul ve cami inşaatı başta olmak üzere, köye gelen misafirlerin ağırlanması, ortak meraların temizlenmesi, köydeki düğün yerlerinin düzenlenmesi gibi işler imece kültürüyle ve sırasıyla yapılırdı.
Bütün bunlara da köy muhtarı ve ihtiyar heyeti karar verirdi. İsteyerek veya istemeyerek herkes buna katılmak zorunda idi. İmeceye katılan aileler gerektiğinde para, gerektiğinde emek ortaya koymalıydı.
İmece uygulamasının kökeni de şüphesiz dinimizdeki yardımlaşma anlayışıdır. Sosyal yardımlaşma ve ihtiyacı olanlara yardım etme ile ilgili pek çok fazla ayet ve hadis bulunmaktadır. Bunların bazılarını zikredelim.
“İyilik ve takva hususunda yardımlaşın. Günah ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Mâide 5)
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe erişemezsiniz. Küçük büyük her ne verirseniz Allah onu kesinlikle bilir.” (Âl-i İmrân 92)
“Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz nimetlerden Allah yolunda harcarlar.” (Enfâl 3)
“Allah için size sığınana sığınak olun. Allah için isteyen kimseye verin. Sizi davet edene icabet edin. Size bir iyilik yapana karşılığını verin. Eğer onun karşılığını verecek bir şey bulamazsanız karşılıkta bulunduğunuza kanaat getirinceye kadar ona dua edin.”
(Hadis-i Şerif: Ebû Dâvud)
“Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, birbirinizle kardeş olun.” (Hadis-i Şerif: Buhârî)
“Dul bir kadının ve fakirin işleri için koşturan kimse Allah yolunda cihat eden yahut geceyi namazla gündüzü oruçla geçiren kimse gibidir.” (Hadis-i Şerif: Buhârî)
“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşman eline vermez. Her kim Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Her kim bir Müslümanın bir sıkıntısını giderirse Allah da onun kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Her kim dünyada bir Müslümanın (bir ayıbını) örterse Allah da kıyamet günü onun (ayıbını) örter.” (Hadis-i Şerif: Müslim)
“Allah’ın Resûlü kendisinden bir şey istendiğinde asla ‘hayır’ demezdi.” (Müslim)
Yukarıda verdiğimiz uç örnekler, hiç şüphesiz dinimize bağlı olarak geliştirilen çok ince, çok zarif ahlâkî davranışlardır. Çok yüksek seviyede bir kültür ve medeniyet uygulamalarıdır. Aynı zamanda çok derin bir ruhî olgunluğu gerektirir.
Bugün biz bu ruhu kaybettiğimiz için bütün bu güzel uygulamaları da kaybettik ve böyle yüksek bir kültür ve medeniyet seviyesinden uzaklaştık, mahrum kaldık.
Aynı seviyeye ulaşmamız için yeniden o ruhu yakalamamız gereklidir. Bunun için de o ruhun köklerine ulaşmamız lazımdır. O kökler son hak din olan İslâm Dini’nde bulunmaktadır ve hatta bu dinin bizzat kendisidir.
O köklere ulaşmamız için de imanımızı tazeleyerek yeniden Müslüman olmamız ve Müslümanlığımızı en samimi ve en güzel şekilde yaşamamız şarttır.