Evliyanın Kerameti
17. yüzyılın Nakşibendî mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû, uzun seneler hizmetinde bulunan Mir Muhammed Numan’a gönderdiği bir mektubunda şöyle der:
Âlimler halkı şeriatın zâhirine, velîler de şeriatın hem zâhirine hem de bâtınına davet ederler. Velîler müritlerine önce tevbe ve Allah Teâlâ’ya yönelme yolunu gösterir, şeriatın hükümlerini yerine getirmeleri için teşvik ederler. Daha sonra Hak Teâlâ’yı zikre yönlendirirler. Zikir hali kendilerini büsbütün kaplayıp, kalplerinde Allah’tan başka bir şey kalmayıncaya ve mâsivâ tamamen unutuluncaya kadar bütün vakitlerini zikirle geçirmeleri için müritlerini yönlendirirler. Bu zikre, bir mürit Allah’tan başka bir şeyi hatırlaması için zorlansa bile hatırlamayacak hale gelinceye kadar devam ederler.
Bir velînin, şeriatın zâhirine ve bâtınına bağlı bu davetinin olağanüstü haller göstermeye asla ihtiyaç doğurmayacağı kesindir. Şeyhlik ve müritlik, olağanüstü hallerle ilgisi olmayan bu davetten ibarettir.
Bununla birlikte biz, olgun bir müridin tarikat eğitimi sırasında şeyhinin olağanüstü hallerini her an hissedebileceğini, onun uzağındayken işlerinde kendisinden her zaman yardım isteyebileceğini ve yardım da göreceğini savunuyoruz. Bu gibi olağanüstü hallerin yabancılara gösterilmesi gerekli değildir. Bir mürşit kendi müritlerine ise keramet üstüne keramet gösterir.
Mürit şeyhinin kerametlerini nasıl görmez? Şeyhi onun ölmüş kalbini diriltmiş ve onu keşif ve müşahede makamına çıkarmıştır. Sıradan insanlar nezdinde bedenin diriltilmesi büyük bir hadise iken, seçkin kimseler nezdinde kalbin ve ruhun diriltilmesi büyük bir delildir. Hâce Muhammed Pârsâ kuddise sırruhû Risâletü’l-Kudsiyye adlı eserinde; “Bedenin dirilmesi insanların çoğuna göre muteber görüldüğü için ehlullah ondan yüz çevirmiş ve ruhları diriltme ile meşgul olmuşlardır” der.
Gerçek şu ki, bedenin diriltilmesi kalbin ve ruhun diriltilmesi yanında yola atılmış çer çöp gibi değersiz bir şeydir ve diğerine göre abesle iştigaldir. Çünkü bedenin diriltilmesi günleri sayılı olan hayata sebep olur; fakat ruhun diriltilmesi ebedî hayatın sebebidir. Hatta şunu da diyebiliriz ki, ehlullahın varlığı başlı başına bir keramet, halkı Cenâb-ı Hakk’a davet etmeleri Yüce Allah’ın apaçık bir rahmetidir.
Onların ölü kalpleri diriltmesi Allah Teâlâ’nın büyük ayetlerinden bir ayettir. Onlar yeryüzünün güven unsurları, zamanın hazineleridir. Onlar hakkında, “Sözleri deva, nazarları şifadır”, “Onlar öyle bir topluluktur ki onlarla oturan mahrum kalmaz” gibi müjdeler gelmiştir.
Bu kesimin haklı olanıyla haksız olanını birbirinden ayıran en temel ölçü, şeriatta istikamettir. Eğer bir şahsın istikameti olur ve onun meclisinde kalpte Yüce Allah’a karşı bir meyil ve yöneliş baş gösterir de mâsivâya karşı bir soğukluk vaki olursa, işte bu şahıs velîlik davasında haklıdır. Ve o dereceleri farklı olmak üzere evliyadan sayılmaya layık bir kimsedir. Tabii bu ölçü de Hak ile münasebeti olan kimseler içindir; onunla münasebeti olmayan kimse ise bundan mahrumdur. Şiirde denilmiştir ki:
“İçinde Hüdâ’ya meyli olmayan kimse
Peygamber’in yüzünü görse neye yarar!”
Mektubunuzda, devlet başkanının iyi bir karaktere sahip olduğuna, adalete ve dinin hükümlerine uygun hareket ettiğine dair işaretler gördüm. Bu beni fazlasıyla memnun etti. Hak Sübhânehû cihanı sultanın adalet nuruyla parlattığı gibi, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin şeriatını da yine onun ilgisiyle güçlendirmiştir. Fakat bu hususta son dönemlerde bir zaaf baş göstermiş ve sonucunda da İslâm zayıf düşmüştü. Bunu fırsat bilen Hint kâfirleri pervasızca Müslümanların mescitlerini yıkmaya başlamış ve yerlerine kendi tapınaklarını inşa etmişlerdi.
Mesela Taniser’de Gergiht havuzunun içinde bir mescit ve büyüklerden birine ait kabir vardı. Hint kâfirleri bunları yıkıp yerlerine büyük bir manastır bina etmişlerdi. Ayrıca kâfirler kendi inançlarına ait küfür merasimlerini topluluk halinde diledikleri gibi icra ederken, Müslümanlar İslâm’ın hükümlerini icra etmekten âciz kalmışlardı. Hintliler, bayram kabul ettikleri ve yemeden içmekten uzak durdukları Kades günü, Müslüman şehirlerinde bile hiçbir Müslümanın ekmek pişirip satmasına müsaade etmiyorlardı. Fakat kendileri mübarek Ramazan ayında meydanlarda ekmek pişirip satmakta ve Müslümanların zayıflığından dolayı hiç kimse kendilerine mâni olamamaktaydı.
Vahlar olsun, yüz bin defa vah! Dönemin sultanı bizim gibi Müslüman olduğu halde biz dervişler bu perişan vaziyete mahkûm olmuşuz. Oysa bundan önceki dönemlerde İslâm devlet adamlarının desteğiyle güçlenmiş, âlimler ve sûfîler hep onlar sayesinde hürmet görmüşlerdir. Devlet adamları bugüne kadar âlimleri ve sûfîleri desteklemek suretiyle şeriatı güçlendirmeye çalışmışlardır.
Belki sen de işitmişsindir: Sultan Timur bir gün Buhara sokaklarında dolaştığı sırada, Hâce Nakşibend kuddise sırruhûnun dergâhındaki dervişler dergâhın halılarını çırpıyorlarmış. Sultan Timur dergâhın kapısı önüne gelip kendisini tozların içine atmış ve dergâhın tozlarını yüzüne sürerek teberrükte bulunmuştur. Umarım, bu tevazuu sayesinde akıbeti hayırlı olmuştur.
Nakledildiğine göre Sultan Timur öldüğü zaman Hâce Nakşibend kuddise sırruhû hazretleri onun hakkında şöyle demiştir: “Sultan öldü, imanını yanında götürdü.”
Cuma hutbelerinde hatiplerin sultanların adını anarken bir basamak aşağıya inmelerinin sebebi, bu büyük sultanların Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselama ve râşid halifelere karşı sergiledikleri tevazudur. Onlar kendi isimlerinin Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin ismiyle aynı basamakta söylenmesine müsaade etmemişlerdir. Allah Sübhânehû gayretlerini mükâfatlandırsın.