Aramak

Hadis

Affedenlerin Mükâfatı

Her ne sebeple olursa olsun, müminlerin birbirlerine karşı hasmâne/düşmanca tavır takınmaları ve bunu ilişkilerine yansıtmaları asla doğru değildir. Dinen yasaklanmıştır, haramdır. Aksine, aralarında ciddi bir haksızlık veya zulüm vuku bulmuş olsa dahi birbirlerini affetmeleri, hayatta iken helalleşmeleri teşvik edilen erdemli bir davranıştır. 

Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin teşrif ettiği meclisler iman, teslimiyet ve muhabbet meclisleri idi. Müminleri Allah Teâlâ’ya yakınlaştırma, kendi aralarında kardeşlik ve dayanışma bağlarını sağlamlaştırmaya yönelikti. O’nun bütün meclisleri, sohbetleri Allah’ı ve âhiret gününü hatırlatıcı özellik ve güzellikler taşımaktadır. 

Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem, bir araya geldikleri her konuda Ashâb-ı Kiram’a unutmamaları gereken hakikatleri hatırlatıyor, yaşanmış veya yaşanacak hadiselerden misaller vererek onları ebedi hayata hazırlıyor, dünya ve âhiret saadetinin sırlarını öğretiyordu. 

İşte bu meclislerden biriydi. Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin oturmuş, ashabına sohbet ediyordu. Âhiret gününün dehşetini, kazanan ve kaybedenlerin hallerini, cennet nimetlerini hatırlatıyor, kardeşlik bağlarını güçlendirmeye teşvik ediyor, iyilikte yarışmayı, her türlü haksızlıktan sakınmayı ve birbirlerine karşı müsamahalı olmayı tavsiye ediyordu. 

‘Ümmetimden iki kişi’

Enes b. Mâlik radıyallahu anhu bu nebevî mecliste anlatılanları şöyle nakleder:

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir gün ashabı ile birlikte oturuyordu. Bir ara ön dişleri görünecek derecede gülümsediler. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anhu sordu:

– Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü, sizi güldüren nedir? 

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular:

“Ümmetimden iki kişi, Rabbü’l-Âlemîn’in huzurunda diz çöküp oturdular. Onlardan biri: 

– Yâ Rabbi, hakkımı bu kardeşimden al, dedi. Allah Teâlâ haksızlık yapan kişiye şöyle buyurdu:

– Kardeşine (zulmedip aldığın) hakkını geri ver! 

Adam: 

– Yâ Rabbi! İyiliklerimden verecek hiçbir şey kalmadı, dedi. Allah Teâlâ alacaklıya sordu: 

– Kardeşine ne yapmayı düşünüyorsun? İyiliklerinden hiçbir şey kalmamış. 

– Yâ Rabbi! O halde benim günahlarımdan bir kısmını ona yükle, dedi adam. 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin gözleri doldu, ağlayarak:

– O gün çok zor bir gündür. Öyle ki insanlar o gün günahların kendilerinden alınıp başka birilerine yüklenmesine muhtaçtır, buyurdular. Devamında dediler ki: 

Sonra Allah Teâlâ alacaklıya:

– Başını kaldır ve cennete bak, ne görüyorsun, buyurdu. Adam başını kaldırdı ve şöyle dedi: 

– Ya Rabbi! Gümüşten nehirler, incilerle süslenmiş altından saraylar görüyorum. Bunlar kimin ola ki? Hangi peygambere, hangi sıddıka ya da hangi şehide aittir? 

Allah Teâlâ; 

– Bunlar bedelini ödeyenin olacak, buyurdu. Adam;

– Yâ Rabbi! Bunların bedelini ödemeye kimin gücü yetebilir ki, dedi. Allah Teâlâ;

– Sen ödeyebilirsin, gücün yeter, buyurdu. Adam şaşırarak;

– Ne ile, nasıl ödeyebilirim, dedi. Allah Teâlâ; 

– Kardeşini affederek, buyurdu. 

– Yâ Rabbi! O halde onu affettim, dedi adam. Allah Teâlâ ona: 

– Kardeşinin elinden tut ve birlikte cennete girin, buyurdu. 

Devamında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdular ki:

– Allah’tan korkun ve aranızı düzeltin. Çünkü Allah da müminleri barıştırır.” 

(İbn Ebi’d-Dünyâ, Hüsnü’z-Zan, nr. 118; Hâkim, el-Müstedrek, 4/576)

Hadis-i şerif, kul hakkının ne denli ağır bir sorumluluk olduğunu, mazlumun veya haksızlığa uğrayan kimsenin kıyamette haksızlık edene karşı nasıl üstün olacağını; diğer taraftan da zalimin, haksızlık yapan kimsenin ne kadar zor duruma düşeceğini anlatıyor. Böyle kimseyi eğer hak sahibi affetmezse uğrayacağı kötü akıbeti hatırlatıyor.

Ölmeden önce hakların iadesi 

Hadis-i şerif aynı zamanda dünyada iken hesaplaşmanın ve helalleşmenin faziletine işaret etmektedir. Haksızlığın ölmeden önce giderilmesinin, soy sop, mal mülk, şöhret ve itibar gibi dünyalık statülerin veya kimsenin fayda vermeyeceği hesap gününe ertelenmemesi gerektiğinin önemini bildirmektedir.

Hadis-i şerifte, mümin kardeşler arasında ne tür bir haksızlığın vuku bulduğunu belirtmemektedir. Anlaşılan, mesele kul hakkı olunca türü ve miktarı ne olursa olsun, Cenâb-ı Allah nezdinde önem arzettiği, sahibinin rızası alınmadan zulmedenin affedilmeyeceği gerçeğini vurgulamaktadır. 

İnsanın yaratılış tabiatına ve onuruna dair din, dil, mal, can, akıl, nesil, şeref, namus, itibar gibi bahşedilmiş veya kazanılmış bütün haklar dokunulmazdır. Allah Teâlâ bunlara yönelik her türlü haksızlığı ve zulmü yasaklamıştır. (Müslim, Birr, 15) Bilinçli olarak yapılan haksızlıkların bedeli ağırdır. Hayatta iken kanuna veya güce dayanarak ya da örtbas ederek bir yolunu bulup kurtulanlar, âhirette çok daha ağır bedel ödeyeceklerini unutmamalıdır. 

Kimin üzerinde başkasına ait bir hak varsa, sahibinin rızası alınmadan yapılan tevbenin geçerli olmadığı bilinen bir hükümdür. Hak sahibi hayatta ise hakkın iadesi ve kendisinden helallik (özür) dilenmesi tevbenin şartlarındandır. Ecelin ne zaman ve nerde insanı yakalayacağı meçhuldür. Geç olmadan, hesap günü gelip çatmadan kıyamet yükünü hafifletmek, az çok, küçük büyük demeden bütün günahlardan arınmak gerek. Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem söyle buyurdular:

“Kimin üzerinde din kardeşinin şerefi, haysiyeti, malı veya başka bir hususla ilgili haksızlık varsa, dinar ve dirhemin (paranın) geçmeyeceği gün gelip çatmadan gidip bir an önce o kardeşiyle helâlleşsin. Aksi halde yaptığı zulüm nispetinde onun iyi amellerinin sevabından alınıp hak sahibine verilir. Şayet iyiliği yoksa zulmettiği kardeşinin günahından alınarak kendisine yüklenir.”
(Buhârî, Mezâlim 10)

Hadis-i şerifte dikkat çeken bir diğer husus ise Cenâb-ı Allah’ın rahmetinin enginliğidir. Haklı veya haksız bütün mümin kullarına karşı ne kadar merhametli olduğunu, asıl hak sahibi kendisi olduğu halde kullarına helalleşmeleri için ihsanda bulunup cennet nimetlerini bahşetmesi O’nun yüceliğini ve sonsuz keremini göstermektedir. Mümin kulların da benzer ahlâka sahip olmalarını, karşılıklı ilişkilerde adalet, merhamet ve müsamahakâr olmaya özen göstermelerini emretmektedir.

Arayı bulan olmak

Hadis-i şerif, insanların arasını düzeltmek, haksızlıkları ve dargınlıkları gidermek için aracılık yapmanın faziletine, bunun bir sorumluluk olduğuna da delâlet etmektedir. Çünkü sebebi ne olursa olsun, mümin kardeşler arasında dargınlık, kırgınlık veya haksızlık husûmet ve tefrika sebebidir; giderilmesi gerekir. Aksi halde toplumsal bağların çözülüp fitne ve fesadın yaygınlaşması ve nihayetinde ümmetin dağılıp parçalanması söz konusudur. Bugün iki milyarı aşan nüfusuna rağmen gücünü kaybetmiş Müslümanların düştüğü çıkmazın altında yatan sebeplerin başında geçici fayda veya zararlara dayalı haksızlık ve kırgınlıklar gelir. Allah’ın seçkin kulları hariç, haklı veya haksız herkes sorunun bir tarafı, parçasıdır. Çözümün ise herkesin ortak katkısıyla gerçekleşeceğini hatırlatalım. Bu açıdan değerlendirildiğinde haksızlık ve dargınlıkların giderilmesi için aracılık yapmak faziletin ötesinde dinî bir vecibedir.

Vazgeçmenin mükâfatı

Hadis-i şerifin üzerinde durduğu asıl ve en önemli konu ise affetmenin ve helalleşmenin fazileti hakkındadır. Her ne sebeple olursa olsun, müminlerin birbirlerine karşı hasmâne/düşmanca tavır takınmaları ve bunu ilişkilerine yansıtmaları asla doğru değildir. Dinen yasaklanmıştır, haramdır. Aksine, aralarında ciddi bir haksızlık veya zulüm vuku bulmuş olsa dahi birbirlerini affetmeleri, hayatta iken helalleşmeleri teşvik edilen erdemli bir davranıştır. Nefse ağır gelse de bu, Allah’a ve âhirete imanı olan her Müslümanın sahip olması gereken bir tutumdur. Davayı dillerin tutulduğu hesap gününe taşımak, dünyalık bir mesele için hasımlar olarak Cenâb-ı Allah’ın huzura çıkmak son derece hazin bir durumdur. 

İşte Rahmet Peygamberi sallallahu aleyhi vesellemi anlatırken hüzünlendirip ağlatan bu duruşma anı idi. İki mümin kardeş ilâhî huzurda diz çökmüş, biri diğerini dava ediyor. Haksızın hasenatı hak sahiplerine dağıtılıp iflas edince, hak sahibi kendisini kurtarmak için çareyi günahlarının kardeşine yükletilmesinde buluyor. Ne acı bir durum! 

Bu yüzden affetmede, helalleşmede ön ayak olmak mükâfatı büyük, son derece faziletli bir ameldir. Haksızlık veya zulüm yapan hakkı iade etmeye veya helalleşmeye yanaşmıyorsa hak sahibi bu fırsatı kaçırmamalıdır. Dünyevî haklarından birinde yapacağı fedakârlığa karşılık hiçbir aklın hayal edemeyeceği kazanımlara nail olacaktır. Nitekim hadis-i şerifte bahsedilen hak sahibi hakkından vazgeçip kardeşini affedince hem kendisini hem de hasmını da cehennem azabından kurtarmıştır.

Hak aramak, affetmek

Burada şöyle bir soru sorulabilir. Hakkı kendisine iade edilsin veya edilmesin haksızlığa uğrayan kimsenin hasmını affetmesi veya onunla helalleşmesi dinî bir vecibe yani farz mıdır? Yukarıda ifade edildiği gibi, affetmek ve helalleşmek farz olmamakla beraber dinen teşvik edilen faziletli bir ameldir. Âlimlerin çoğuna göre sadaka ve teberru yerine geçer.
(Gazâlî, İhyâ Ulûmi’d-Din, 3/154)

Önemli olan kişinin niyetidir. Her şeyi gören ve bilen Allah Teâlâ, kulun mahrum edildiği hakkından sırf O’nun rızası için vazgeçmesini, kardeşiyle ilişkilerinin bozulmaması için yaptığı bu fedakârlığı karşılıksız bırakmayacaktır. Yeter ki Rabbi’ne karşı kalbini hoş tutup ilâhî adalete teslim olsun. 

Ecelin ne zaman ve nerde insanı yakalayacağı meçhuldür. Geç olmadan, hesap günü gelip çatmadan kıyamet yükünü hafifletmek, az çok, küçük büyük demeden bütün günahlardan arınmak gerek.

Buradan zulme ve haksızlığı teslim olmak veya haksızlığı normalleştirmek yahut hak aramamak gibi bir sonuç çıkartılmamalıdır. Aksine Müslüman, şartlar ne olursa olsun meşru dairede ve sonuna kadar canı, malı, şeref ve haysiyeti için mücadele eder, hakkını arar. Buna rağmen hak yerini bulmaz, zulüm ve mahrumiyet söz konusu olursa bu durumda mümin kardeşler arasında af ve helalleşme devreye girer. 

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Allah mealen buyurur ki: “Kötülüğün cezası yine onun misli/dengi bir kötülüktür. Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, işte onun mükâfatı Allah’a aittir. Muhakkak ki O zalimleri sevmez.” (Şurâ 40)

Ayet-i kerimenin tefsirinde Hasan-ı Basrî hazretleri şöyle demiştir: “Ümmetler kıyâmet günü Rabbü’l-Âlemîn’in huzurunda diz çöküp durduklarında onlara şöyle seslenilecek: ‘Cenâb-ı Allah nezdinde alacağı olan ayağa kalksın!’ O an sadece dünyada insanları affedenler ayağa kalkar.” (Ahmed b. Hanbel, Câmiul-Ulûm, 13/53; Gazâlî, İhyâ, 3/154) Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyur: “Affetmeyi prensip edin, marufu emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’raf 199)

Dünya ebedi hayata hazırlık ve bir imtihan yeridir. Âhiret azığının hasat edildiği tarladır. Fırsatlar elde iken değerlendirmek gerekir. Hayr veya şer, sevinç veya üzüntü, bolluk yahut darlık; dünya hayatıyla ilgili her olayı ilâhî yakınlığa, kulluğa vesileye dönüştürmek esastır. Bütün bu durumlar ebedi saadet için harcanması gereken bir sermaye olarak kullanılır. Müslüman, hakkı olduğu halde mahrum olduğu veya ulaşamadığı bir dünya nimetine üzülüp, kalbini onunla meşgul etmek yerine o mahrumiyeti ebedi saadetine bir vesile olarak değerlendirebilir.

Dünya hayatı da nimetleri de Cenâb-ı Allah’ın kullarına bir ihsanıdır. İnsan kendi iradesi dışında bir sebeple dünyalık hak ve nimetlerden mahrum kaldığında karşılığını Allah Teâlâ’dan beklemelidir. Dünyevî çaba ve sebeplere sarılıp hakkını aramalı, buna rağmen ulaşamadı ise hayra yorup durumu Rabbi’ne havale etmeli, ulaşamadıklarına âhirette fazlasıyla kavuşacağını bilmelidir. Asıl kazanan ve kaybedenin, haklı olan ile zulmedenin orada belli olacağını asla unutulmamalıdır. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy