Şehrin daha yoksul dış mahallelerinde, bazı ara sokaklarda, tek katlı, kerpiç duvarlı eski evlere rastlıyoruz. Geleneksel yapılar olduğunu düşündüğümüz bu evlerden birinin içini nasıl görebileceğimizi konuşurken rehberimiz, “Ben o işi hallettim” diyor. “Akşama bir Semerkand evinde size ‘pilav’ ikram edeceğiz.”
Akşamın erken saatlerinde Semerkand mahallelerinden birinde, Mahalle Komitesi’nin “aksakal”ı Kerim Bey’in evine misafir oluyoruz. Özbekistan’da mahalleler idarî bir birim ve hayli yetkileri olan bir komite tarafından temsil ediliyor. Mahalle komitelerinin başında “aksakal“ denilen, bizdeki muhtarlara benzer danışman-yöneticiler bulunuyor. Mahallelerin aksakalı da komite üyeleri de genelde emekli üniversite hocaları. Nitekim Kerim Bey tarih profesörüymüş. Eşi Törebekhanım ile oğulları Ekmel ve Taşturgun, çok sıcak bir karşılama ile evlerine buyur ediyorlar bizi.
Özbeklerin “dala havli” dedikleri tipik Semerkand evlerinden birindeyiz. Bu tek katlı müstakil evin etrafı bir dikdörtgen teşkil edecek şekilde yüksek kerpiç duvarlarla çevrilmiş. İki kanatlı büyük bir kapıdan içeri girdiğimizde, ortasında havuz bulunan yemyeşil bir bahçe ile karşılaşıyoruz. Evin bütün odaları bahçenin dört bir tarafında sıralanmış ve hepsi de bahçeye açılıyor. En büyük ve en görkemli oda misafir odası. Fakat biz bahçedeki peykelerde oturmayı tercih ediyoruz.
Geldiğimiz sırada Kerim Bey bahçenin bir köşesinde “Semerkand pilavı” pişiriyordu. Türkiye’de “Türkistan pilavı” diye bilinen ve rendelenmiş havuç, soğan gibi malzemelerin katıldığı bu etli pilav Özbeklerin millî yemeği. Özbekistan’daki her şehir kendi adını vererek bu pilavı sahipleniyor ve diğerlerine göre ufak tefek farklılıklarla pişiriyorsa da Kerim Bey bunun en iyi Semerkand’da yapıldığını iddia ediyor.
Karşılama faslı bitip de peykelere oturunca, odun ateşi üzerine asılmış kocaman bir kazanda pişen pilav hepimizin ilgi odağı oldu. Arkadaşlarımızdan biri boş bulunup; “Bu bizim bildiğimiz Acem pilavı” deyiverince buz gibi bir hava oluştu. Acem, aslında “yabancı” demekti ve bu kelimeyi bizim gibi Özbekler de “İranlı / Fars” anlamına kullanıyordu. Biz kendi kökümüze ne kadar yabancılaştığımızı ifşa etmekle kalmamış, ev sahiplerimizi de İranlılara benzetmiştik.
Kerim Bey acem münasebetsizliğini duymamış gibi anlatmaya devam etti. Onun söyleyişiyle “palav” yapmak erkeklere mahsusmuş. Buhara yakınlarındaki Surkan vadisinde yetişen pirinçler ile Baysun dağlarında otlayan koyunların etinden yapılması gerekiyormuş.
O bir yandan terini silip bir yandan bunları anlatırken, oğlu Taşturgun bize çay ikram ediyor. Özbekler yeşil çay içiyorlar ve buna “gök çay” diyorlar. Çaylar “piyale” denilen geniş ağızlı seramik fincanlarla içiliyor ve kesinlikle şeker kullanılmıyor. Günün her saatinde, yemekten önce, sonra, yemek esnasında çay içildiğini biliyoruz. Taşturgun, sağ elinin parmak uçlarıyla tuttuğu yarıya kadar dolu piyaleyi önümüze bırakırken sol elini göğsüne bastırıyor, fincandaki çayları tükenmeden tazeliyor. Fincanını ağzına kadar doldurmak veya çayını tamamen bitirmesini beklemek misafire saygısızlık kabul ediliyormuş. Babasının gözleriyle takibinden, Taşturgun’un usulünce çay sunup sunmadığını denetlediğini fark ediyoruz.
Yaşça büyük olmalarına rağmen ev sahiplerimiz de oğulları gibi bize “eke” (ağabey) diye hitap ediyorlar. Bu kadar izzet ikram karşısında mahcubiyetimizi ifadeye çalışırken Kerim Bey sözümüzü kesiyor, “Mehman atadan kıymatlıdır” diyerek, misafirin babadan daha önemli ve kıymetli olduğunu hatırlatıyor.
Medreselerde de gözlemlediğimiz dışa kapalı yüksek duvarlar, eski Semerkand evlerinin tipik bir özelliği. Hem mahremiyeti sağlıyor hem de dışarıdaki ifrat ve tefritten aileyi koruyor. Kerim Bey, geleneklerini ve kimliklerini yüzyıllardır bu yüksek duvarlarla muhafaza ettiklerini, fakat içeride hep bir bahçeyi kucaklayan evleriyle de hayattan, tabiattan, güzelliklerden kopmadıklarını, ufuklarını asla daraltmadıklarını anlatıyor.
Pilav ateşi etrafında bir yandan da bizim sorularımıza cevap yetiştirmeye çalışan mihmandarımız, kısa açıklamalarla yetinmeyeceğimizi fark etmiş olmalı ki Mahalle Komitesi’nden iki arkadaşını telefonla arayarak yardıma çağırdı adeta. Biraz sonra aramıza katılan orta yaşlardaki bu iki eski akademisyen de muhabbetle kucakladı bizleri. Karşılıklı hoş geldinlerle içeriye, misafir salonuna geçip oturur oturmaz, ev sahibimiz ellerini açıp kısa bir dua okudu. Buraların güzel bir âdetini daha öğrenmiş olduk böylece. Misafir, ağırlanacağı yere oturduğunda dua ediliyor, daha sonra gelen her yeni misafir için bu dua tekrarlanıyor.
Özbeklerin “hantahtası” dediği, bizdeki nihaleye benzer alçak yemek tablasının etrafında, pilavdan evvel “ana-ata tili”nde bir tarih ziyafeti için halkalanıverdik. Maveraünnehir bölgesinin İslâmlaşması konusunda merak ettiğimiz ayrıntılar, cevabını aradığımız sorular vardı.
Maveraünnehir Nasıl Müslüman Oldu?
Kerim Bey’in arkadaşlarından Adilov da tarihçi ve konuya önce o giriyor. Tarihî kayıtlara göre Maveraünnehir halkıyla Müslümanlar arasındaki ilk temas Hz. Osman radıyallahu anhu zamanında kurulmuş. Horasan’ı fetheden Basra valisi Abdullah b. Âmir, 652 tarihinde Ceyhun kıyılarına yaklaşınca, Maveraünnehir’deki şehir devletleri saldırmazlık anlaşması istemişler. Bizzat halifenin imzalayıp verdiği ahidnâme ile her yıl belli bir miktar vergi karşılığında Müslümanlar Maveraünnehir bölgesine müdahale etmeyeceklerini bildirmişler.
Ev sahibimiz Kerim Bey, bu ilk dönemlerde Müslümanların Maveraünnehir’i zaptetmek gibi bir amaçlarının olmadığı görüşünde. Ona göre Horasan zaten yeterince problemli bir bölge. Nitekim Hz. Ali radıyallahu anhu zamanında da büyük kısmı elden çıkmış. “Müslümanların Horasan’la Maveraünnehir yahut İran ile Turan arasında öteden beri tabii bir sınır olan Ceyhun nehrini zaman zaman geçmeleri, nehrin öbür yakasını ele geçirmekten çok, bu sınırı muhafaza niyeti taşımaktadır” diyor.
Emevîler döneminde Horasan’da yeniden hakimiyet kurulunca, bu bölgedeki karışıklıklara sebep oldukları veya anlaşmalara rağmen vergilerini ödemedikleri gerekçesiyle Maveraünnehir devletlerine müdahale kaçınılmaz hale gelmiş. Küçük çaplı birkaç akından sonra ilk büyük askerî harekât 676’da Horasan valisi Sait b. Osman komutasında gerçekleştirilmiş. Kusem b. Abbas’tan başka Arapların Temim kabilesi liderlerinden Ahnef b. Kays ile Ezd kabilesi reisi Muhalleb b. Ebû Sufre’nin de katıldığı bu askerî sefer büyük kayıplara rağmen zaferle neticelenmiş, Maveraünnehir bölgesi bütünüyle vergiye bağlanarak geri dönülmüş.
Bize bunları anlatan Semerkand tarihi uzmanı Adilov, “Bu isimleri özellikle zikrettim, diyor; çünkü siz bu bölgenin İslâmlaşmasını merak ediyorsunuz. Maveraünnehir seferlerine katılan Arap kabile liderleri aynı zamanda kabilelerini iskân edecek uygun toprakların arayışı içindedir. Çünkü fetihten sonra Horasan’ın değişik bölgelerine yerleştirilen Arap kabilelerinin çoğu ya yerlerinden hoşnut değildir, ya Emevî yönetiminden. İskâna daha elverişli, kargaşadan uzak, sakin ve huzurlu yerler aramaktadırlar. Ağırlıklı olarak Abdülkays, Temim, Ezd kabilesi mensubu Araplar zaman içinde Buhara ve Semerkand’a yerleşirler. Aşağı Türkistan’ın Müslümanlaşması, Emevîlerin bölgede henüz siyasî hakimiyet kuramadığı bir zamanda, bu Arap muhacirlerin tebliğ faaliyetleri ile başlar.
Miladi yedinci asrın sonlarına doğru Maveraünnehir, Emevî muhaliflerinin toplandığı önemli bir merkez olmuştur. Kerbelâ olayından dolayı Yezid’e biat etmeyen sahabeden Abdullah b. Zübeyr radıyallahu anhu, 683’te Yezid’in ölümü üzerine halifeliğini ilan etmiş, diğer vilayetler gibi Horasan’a da vali atamıştır. Artık her eyaletin biri Abdullah b. Zübeyr, diğeri yeni Emevî sultanı İkinci Muaviye tarafından atanan iki valisi vardır.
Ancak Emevîler, Hicaz ve Horasan bölgesinde Mısır, Suriye veya Filistin’de olduğu kadar etkili değildir. Horasan valilerinin yetki alanına giren Maveraünnehir, Emevî baskısına maruz kalan Haşimoğullarının, özellikle de Hz. Ali ahfadının hicret ettiği emin beldelerden biri haline gelir bu yüzden. Muhaceretlerle oluşan muhalif yapılanma, sonraki Emevî seferlerinin en önemli gerekçelerindendir. Ceyhun onlar için tabii ve güvenli bir sınır olmaktan çıkmıştır. Nehrin öbür yakasının ele geçirilmesi, Emevî saltanatının varlığı adına hayati önem taşımaktadır.”
Kerim Bey’in kendisi gibi tarihçi arkadaşları, fetih maksatlı seferlerin Kuteybe b. Müslim ile başladığını, Kuteybe’nin 708’de Buhara’yı, 712’de Semerkand’ı aldığını, buna rağmen Emevî otoritesinin bölgede bir müddet sonra yeniden sarsıldığını, yemek boyunca ayrıntılarıyla anlattılar.
Ömer b. Abdülaziz’in üç yıla yakın hilafet dönemi hariç, Emevîler ile Maveraünnehir’deki şehir devletleri arasında bazen karşılıklı katliam boyutlarına varan kanlı çatışmalardan, iktidar kavgalarından, toplu ihtida ve irtidatlardan, otorite boşluğunun yol açtığı karmaşalardan ibaret bir tarih kesiti dinlemiştik buraya kadar. Maveraünnehir’in nihaî fethinin gerçekleştiği 750 yılına kadar, yani Horasan’ın son Emevî valisi Nâsır b. Seyyar zamanına kadar süren, neredeyse bir asırlık bir süreçti bu. Böyle bir süreçten siyasete prim vermeyen, tasavvuf eksenli salim bir İslâm anlayışıyla çıkılmasını doğrusu izah edemiyorduk. Maveraünnehir’i ele geçirmeye çalışan Emevîlerin Müslüman kimliğine rağmen, onlara muhalif de olsa bölgeye yerleşen muhacir Müslümanların bu kadar kolay kabullenilmesini de anlayamamıştık.
Taşturgun’un doldurduğu çay fincanlarını yudumlarken sorduk: Böyle bir süreçten tam aksi bir netice beklenirken, bu topraklar nasıl oluyordu da ileride Altın Silsile’nin yürüyüşüyle şereflenecek bir darü’l-İslâm haline geliyordu?
(Gelecek ay: Zâhirde Kalanların Anlayamadığı)