Yanlış Anlaşılan
Kavramlar
Bugün Müslümanlar olarak yaşadığımız pek çok sorunda, dinin bazı noktalarının yanlış anlaşılması ve uygulanmasında İslâm’ın bazı temel kavramlarının yanlış veya eksik biliniyor olmasının payı büyük.
İslâmî kavramlarla ilgili bu yanlış bilme hali yeni de değil aslında. Yaklaşık dokuz asır önce kaleme alınmış İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı meşhur eser, bilenlerin kitabın isminden de anlayacağı üzere bir tashih/düzeltme çabası.
İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh bu ölümsüz eserinde dinin temel kavramlarından başlayarak anlayış ve uygulamadaki yanlışları ele alır; sorunları ve çözüm yollarını anlatır.
Dinin bizi de yakından ilgilendiren bazı temel kavramlarının değişmiş ve olması gereken anlamlarını onun rehberliğinde sunuyoruz.
Her dinde, her bilimsel disiplinde ve her düşünce sisteminde o dinin, o disiplinin, o düşüncenin anlaşılmasını sağlayan birtakım kavramlar bulunur. Söz konusu dinin, disiplinin ve düşüncenin anlaşılması, bir anlamda o kavramların iyi ve doğru anlaşılmasına bağlıdır.
Ancak değişen şartlar içinde bu kavramlarda birtakım karışıklıklar, anlam kaymaları manası dışında kullanımları söz konusu olmaktadır. Özellikle dînî kavramlarda bu durum daha belirgin bir mahiyet arz eder.
Bu yüzden çeşitli dönemlerde bazı İslâm âlimleri, dinin temel kavramlarının daha iyi anlaşılmasını, asıl manalarına döndürülmesini ve ilk ortaya konuldukları şekilleriyle kullanılmasını sağlamak için gayretler göstermişlerdir. İşte bu âlimlerin en önde gelenlerinden biri de meşhur Hüccetü’l-İslâm İmam Ebû Hâmid Muhammed el-Gazâlî rahmetullahi aleyhtir. (Vefatı 1111)
Gazâlî, dînî bilgileri ihyâ ettiği/dirilttiği “İhyâu Ulûmid-Dîn” adlı muhteşem eserinde bu noktalara değinmektedir. Bu dev eser, birçok tercümesinin yanı sıra Dilâver Selvi tarafından da 10 cilt olarak tercüme edilmiş ve şu ana kadar 7 cildi Semerkand Yayınları tarafından neşredilmiştir. Bu yazının ele aldığı kavramlar eserin “İlim Kitabı” kısmında bulunmakta ve 1. cildin 125-148 sayfaları arasında yer almaktadır.
Biz bu yazımızda anlam kaymasına uğrayan bazı kavramların aslî manalarını Gazâlî’nin perspektifinden ortaya koymaya çalışacağız. Çünkü bunlar İslâm’ı anlamada ve yaşamada son derece önemli bir yer tutar. Nitekim bugün yaşadığımız pek çok sorunda, dinin bazı noktalarının yanlış anlaşılması ve uygulanmasında, Müslümanların gücünü kaybedip zulüm ve haksızlığa uğramalarında bu kavramların yanlış algılanmasının, bunun neticesinde dinin yanlış yaşanmasının büyük payı olduğunu düşünüyoruz.
Söz konusu kavramlar hususunda Gazâlî rahmetullahi aleyh zamanında ne şekilde yanlış anlaşılma olmuşsa günümüz için de aynı durum söz konusudur. Yani Gazâlî’den bu yana maalesef pek bir şey değişmemiştir. İşte, bu kavramların aslî manalarına döndürülmesini düşünürken Gazâlî perspektifini esas almamızın birinci sebebi budur. Diğer bir sebep de Gazâlî’nin bu kavramlarla ilgili geçmişten geleceğe müthiş bir bakış açısına, irfana sahip olmasıdır.
Gazâlî, bu kavramların anlam kaymasına uğramasının ana sebebi olarak kötü niyete işaret etmekte, kasıtlı olarak bozulduklarını ve anlamlarının değiştirildiğini söylemektedir. Bunları yapanlar da dışarıdaki düşmanlar değil, din sayesinde rütbe edinen bazı sözde âlimlerdir. Nitekim İslâm’dan önceki dinleri tahrif edenler de öncelikle o dinlerin ruhban sınıfı, yani bir anlamda hocalarıdır. Bu yüzden insanlar bunları yapanları ve kavramların dönüşmüş anlamlarını dillendirenleri tenkit etmekten çekinmişlerdir. Gazâlî, bu noktada işin doğrusunu söyleyeceğine ve gerekli tenkidi yapmaktan çekinmeyeceğine işarette bulunmaktadır.
Gazâlî rahmetullahi aleyhe göre bu yanlış anlaşılan, manaları dışında kullanılan kavramlardan Fıkıh, İlim, Tevhid ve Zikir/Tezkiri Gazâlî’nin bakış açısından yola çıkarak başlıklar halinde ele almaya, anlam kaymalarına dikkat çekmeye çalıştık.
İslâm’dan önceki dinleri tahrif edenler öncelikle o dinlerin ruhban sınıfı, yani bir anlamda hocalarıdır. Bu yüzden insanlar bunları yapanları ve kavramların dönüşmüş anlamlarını dillendirenleri tenkit etmekten çekinmişlerdir.
Fıkhın sözlük anlamı, sözlerin ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekildeki keskin bir görüş ve derin bir anlayıştır. Gazâlî rahmetullahi aleyh, sözlükte fıkıh ile “fehim: güzel anlayış” kelimelerinin aynı manada olduğunu ve Araplar arasında eski ve yeni dönemde ikisinin de aynı anlamda kullanıldığını söylemektedir.
Fıkhın terim/ıstılah anlamını ise en güzel şekilde İmam Azam Ebu Hanife rahmetullahi aleyhin tarifinde görmekteyiz:
“Ma’rifetü’n-nefs mâ lehâ ve mâ aleyhâ: Kişinin kendi lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir.”
İmam Azam’ın bu tanımı gayet kuşatıcı ve kapsayıcı bir tanımdır. O, bu tanımıyla Fıkıh kavramı içerisine sadece namaz, oruç, hac, zekât gibi amelî hususları dâhil etmemiştir. Bunun yanında Allah’a, peygamberlere, kitaplara iman gibi itikadî hususları da dâhil etmiştir. Nitekim İmam Azam’ın akaid ile ilgili temel eserinin adı “el-Fıkhu’l-Ekber: En büyük Fıkıh” adını taşımaktadır ve tamamen itikâdî esaslara dairdir.
Yine sabır, rıza, zikir, fikir, şükür, kalp huzuru, kötü ahlâktan sakınmak ve iyi ahlâkla bezenmek gibi tasavvufî ve ahlâkî hususlar da fıkıh kavramının içerisine dâhil olmaktadır.
Görüldüğü gibi aslında Fıkıh bu anlamıyla dînî ilimlerin hemen hepsini içine alır. Ancak sadece amelî hükümlerle sınırlanması daha sonradır. Hatta Fıkıh kavramının amelî hükümlerden önce itikâdî, itikâdî hususlardan önce de kalbî hususlara delâlet etmesi daha önceliklidir.
İşte İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, meselenin tam da bu noktasına vurgu yapmaktadır. O, sahabe devrinde ve ilk asırlarda Fıkıh deyince âhiret yolunu bilmenin, nefsin gizli âfetlerini ve amelleri bozan şeyleri tanımanın, dünyanın faniliğini ve basitliğini anlamanın, bütün gücüyle âhiret amellerine yönelmenin ve kalbi Allah korkusuyla bezemenin anlaşıldığını dile getirmiştir. Nitekim şu ayette bu hususa işaret edildiğini belirtir:
“Onların her fırkasından bir grup ‘dinde derin bilgi sahibi olmak’ ve kavimleri döndüğünde onları uyarmak için geride kalmalı değil miydi? Umulur ki sakınırlar.” (Tevbe 22)
Görüldüğü gibi bu ayette “dinde derin bilgi sahibi olmak” şeklinde Fıkhın anlamından bahsedilirken genel bir anlam kastedilmiştir. Ancak daha sonra gelenler işin bu yanını göz ardı ederek Fıkhı sadece amelî hükümlerdeki fer’î meseleleri bilmeye, garip konuları izah etmeye, hükümlerin sebeplerini ve inceliklerini öğrenmeye, bu hususta uzun açıklamalar yapmaya, onlarla ilgili metin ve yazıları ezberlemeye hasretmişlerdir.
İşte İmam Gazâlî’ye göre yukarıdaki ayette geçen, kendisiyle uyarma ve korkutmanın gerçekleştiği Fıkıh, bu açıkladığı manadaki Fıkıhtır. Yoksa yalnızca namaz, oruç, evlenme boşanma, köle azat etme, liân, selem ve icâre gibi bahislerin ayrıntısını bilmek değildir. Zira sadece bunlarla meşgul olmak insanları uyarmaya, günah ve kötülükten sakındırmaya yetmez. Hatta ona göre sırf bunlarla uğraşmak kalbi katılaştırır ve oradan ilâhî korkuyu çekip alır.
Gazâlî, Fıkhın zâhirî hükümleri içermesini göz ardı etmemekle beraber, ilk devirlerde amelî ve hattâ itikâdî esaslardan önce kalbî, bâtinî esaslara ve ahlâkî hususlara işaret ettiğini ısrarla dile getirir. Bu hususla ilgili şu ayet-i kerimeyi zikreder:
“Onların kalpleri vardır, fakat ‘onlarla gerçeği anlamazlar’ (lâ yefkahûne bihâ).” (A’râf 179)
Gazâlî, ayette zikredilen ‘insanların anlamadıkları gerçeklerin’ zâhirî, amelî hükümler ve çeşitli fetvalar değil, imanı gerektiren gerçekler olduğunu söyler. Bu hususta zikrettiği diğer bir ayet de şudur:
“Onların kalplerinde size karşı duydukları korku, Allah’a karşı duydukları korkudan daha fazladır. Bu, onların ‘gerçeği anlamayan’ bir toplum (kavmun lâ yefkahûn) olmalarındandır.”
Ayette, onların Allah’tan az korkmaları ve insanların gücünü gözlerinde büyütmeleri, anlayışlarının yani Fıkıhlarının kıt oluşuna bağlanmaktadır. Gazâlî bu noktada insanları düşünceye davet etmekte ve şöyle demektedir:
“Düşün, onların gerçeği anlamamaları fetvaların teferruatlarını bilmeyişlerinden midir, yoksa bizim bahsettiğimiz iman ve âhiret ilimlerinden cahil oluşlarından mıdır?”
Gazâlî, Fıkhı gerçek manasıyla tanıttıktan sonra gerçek fakihin/fıkıhçının kim olduğu sorusuna da cevap aramıştır. O, bu hususla ilgili şöyle bir hadis zikretmiştir:
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, kendisini ziyarete gelen bir kafile ile biraz konuştuktan sonra onların iman, idrak ve güzel ahlâkını takdir için şöyle buyurmuştur: “Onlar âlimdirler, hikmet sahibidirler, fakihtirler.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ; Beyhakî, Kitabü’z-Zühd)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem burada “fakihtirler” derken onların amelî hükümleri ve fıkhî meseleleri bilmelerini kastetmemiştir. Onlardaki anlayışı ve idraki kastetmiştir. Bu durum aşağıdaki hadiste de görülmektedir:
“Kul, insanlara sırf Allah için kızmadıkça ve Kur’an için birçok izah yönü bilmedikçe gerçek fakih olamaz.”
(İbn Abdilber)
Burada günümüzde anlaşıldığı kadarıyla Fıkhın füru’ meselelerine bir atıfta bulunulmamaktadır. Yalnızca Allah için kızmaktan ve Kur’an’ı daha iyi anlamaktan söz edilmektedir.
Gazâlî bu hadisin Ebu’d-Derdâ radıyallahu anhuya ait bir söz olarak da rivayet edildiğini söyler. Ebu’d-Derdâ’dan gelen rivayette şu ilave de bulunmaktadır:
“...Sonra nefsine dönüp ona Allah için daha fazla kızmadıkça gerçek fakih olamaz.”
Görüldüğü gibi, Sahabe-i Kiram da Fıkıh deyince öncelikle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin kastettiği şekilde bir manayı anlamışlardır. Bu husus, aşağıdaki hadis-i şerifi rivayet eden Hz. Enes radıyallahu anhunun hadis hakkındaki yorumunda da görülmektedir:
“Sabah namazını kıldıktan güneş doğuncaya kadar bir toplulukla oturup Allah’ı zikretmem, bana dört köle azat etmekten daha güzel gelir.” (Ebu Davud; Beyhakî)
Hz. Enes bu hadisi rivayet ettikten sonra orada bulunan Yezîd er-Rekâşî ve Ziyâd en-Numeyrî’ye dönerek şöyle demiştir:
“Zikir meclisleri sizin şu meclisleriniz gibi değildir. Sizden biri arkadaşına vaaz ediyor ve hadisleri nakledip geçiyor. Biz ise bir araya geldiğimizde imanî hakikatler üzerinde konuşur, Kur’an’ın hikmetlerini düşünür, dinde derin anlayış sahibi olmaya çalışır ve fıkhımızı artırmak için Allah Teâlâ’nın üzerimizdeki nimetlerini sayardık.”
Burada görüldüğü gibi Hz. Enes Kur’an’ı düşünmeye ve nimetleri sayarak içindeki rahmeti anlamaya “Fıkıh” ismini vermiştir.
Gazâlî, sahabe sonrası devre de işaret etmiştir. Ona göre sahabeden sonraki nesil de Fıkhı ve fakihi sahabenin anladığı şekilde anlamıştır. Nitekim Said b. İbrahim ez-Zührî’ye “Medine’nin en fakihi kimdir?” diye sorulunca, “Allah’tan en çok korkanıdır” cevabını vermiştir. Böylece o, bugün anlaşıldığı şekliyle Fıkhın meselelerine değil, ilk devirlerde anlaşıldığı şekliyle sonuç ve meyvesine işaret etmiştir.
Yine Ferkad Sencî, Hasan Basrî’ye bazı şeyler sormuştur. Aldığı cevabın diğer fakihlerin söylediğinin aksi yönünde olduğunu söyleyince Hasan Basrî şöyle demiştir:
“Sen hiç gerçek fakih gördün mü? Gerçek fakih dünyadan gönlünü çeken, rağbetini âhirete yönelten, dinî konularda basiret sahibi, Rabbi’nin ibadetinde devamlı, şüpheli şeylerden sakınan, Müslümanların şerefini zedeleyecek her türlü söz ve işten kendini uzak tutan, onların mallarına karşı iffetli davranan ve bütün Müslümanlara karşı dürüst olan kimsedir.”
Burada Hasan Basrî gerçek fakihten bahsederken manevî ve uhrevî hususları zikretmiş, fetvaları en ince teferruatıyla ezberleyen biri olduğundan hiç bahsetmemiştir.
Sonuç olarak İmam Gazâlî, Fıkhın sonraki devirlerde ilk devirlerdeki anlamından soyutlanıp yalnızca ve tamamen amelî hükümlere hasredilmesinden oldukça muzdarip görünmektedir. Nitekim sonraları bu durumu tasrih etmek üzere İmam Azam’ın “Fıkıh, kişinin kendi lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir” tanımına ulema tarafından “amelâ: amel yönünden” kavli eklenmiştir.
Yani buna göre Fıkıh, Gazâlî devrinde de bugün de bilinen anlamıyla “Kişinin -amel yönünden- lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir.” Böyle olunca Fıkıh, itikat ve ahlâktan soyutlanmış, tamamen amelî hükümlerle ilgilenen ilmî bir disiplin haline gelmiştir.
Bununla birlikte Gazâlî, Fıkhın amelî hususları, fetvaları ve zâhirî hükümleri içermediğini söylememektedir. Fıkıh elbette bunları da içerir. Ancak Fıkhın bunları içermesi, Fıkhın genel manası içerisine girmeleri ve temelde âhiret ilimlerine tâbi olmalarındandır. Zira ilk dönemde Fıkhın âhiret ilimleri için kullanılması daha öncelikli ve daha ağırlıklıdır.
Böylece, neticede Fıkhı sadece fetvaya ve zâhirî hükümlere tahsis etmekle şöyle bir durum ortaya çıkmıştır: İnsanların idrakinde karışıklık oluşmuş, sırf zâhirî hükümlerle meşgul olurken manevi esaslardan, âhiret ilimlerinden ve kalbe ait olan hükümlerden uzaklaşmışlardır. Gazâlî’nin asıl muzdarip olduğu nokta budur.
O halde yapılması gereken şey, daha sonra düzenlendiği ve bugün geldiği çizgideki Fıkhı öğrenmenin yanında, Fıkhın ilk devirlerdeki itikâdî ve ahlâkî/tasavvufî yönünü ihmal etmemektir. Yoksa neticede ortaya sadece zâhirî, formel ibadetlerini yerine getiren; namazını kılan, orucunu tutan, ancak işin ruhundan uzak, doğruluktan ve dürüstlükten anlamayan, yani işin itikâdî ve ahlâkî boyutundan uzak bir Müslüman tipi çıkmaya devam edecektir. Bunun sonucunda böyle Müslümanlar bizzat İslâm’ın karşısında en büyük engeli oluşturmayı sürdüreceklerdir. İki örnekle bu meseleyi açıklığa kavuşturmaya çalışalım:
İnternette dolaşan bir habere göre Çinli bir iş adamı Müslümanlara şöyle sesleniyordu:
“Sizin dininizde domuz eti yemek yasak ama sahtekârlık serbest mi?”
Niye böyle söylediğini soranlara da şu cevabı veriyordu:
“Bize Müslüman iş adamları geliyorlar. Üçüncü kalite mal üretme siparişi veriyorlar, ancak üstüne birinci kalite damgası vurmamızı istiyorlar. Sonra onları yemeğe götürdüğümüzde domuz eti bulunmayan lokantaya gitmek istiyorlar.”
İkinci örnekte, bizzat olayın içinde olan bir kardeşimizin bana anlattığına göre merhum Gavs-ı Sânî Seyyid Abdülbâkî hazretleri mandırada çalışan sofileri ziyaret eder. Bakar ki peynir tenekelerinin bazısının üzerinde tam yağlı, bazısının üzerinde yarım yağlı yazmaktadır. Sorar:
– Bunlar tam yağlı, bunlar yarım yağlı mı?
– Hayır efendim, derler; tam yağlı yazanlar yarım yağlı, yarım yağlı yazanlar yağsız.
– Peki niye böyle yapıyorsunuz, diye sorduğunda, piyasada herkesin böyle yaptığını, yoksa para kazanamayacaklarını söylerler.
Bunun üzerine Gavs-ı Sânî hazretleri o kadar sinirlenir ki, bastonunu kaldırır, oradakileri dövecek gibi olur ve şöyle der:
– Böyle şey olur mu, bu yaptığınız sahtekârlıktır! Tam yağlı olanlara tam yağlı, yarım yağlı olanlara yarım yağlı, yağsız olanlara da yağsız yazın. Yoksa yediğiniz içtiğiniz haram olur.
İşte bu örnekler dinin, Fıkhın yanlış anlaşılıp yalnızca amelî hükümlere, zâhirî esaslara indirgenip, işin itikâdî ve ahlâkî boyutundan yani dinin ve Fıkhın ruhundan uzaklaşılmasından kaynaklanmaktadır. Neticede bugün dünya üzerinde Müslümanların düştüğü durum ortadadır. Çağımızda Gavs-ı Sânî gibi, çağlar öncesinde İmam Gazâlî’nin de en büyük ızdırabı budur.
İlim kelimesi sözlükte “bilmek” anlamına gelmektedir. Kapsamlı bir tarifi yapılacak olunursa, “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, bir şeyin anlamının zihinde oluşması, bir nesnedeki bilinmezliğin ortadan kalkarak o nesneyi olduğu gibi bilmek” şeklinde tanımlanabilir.
İlim aynı zamanda Yüce Allah’ın sıfatlarından biridir ve Allah’ın her şeyi bütün yönleriyle tam ve mutlak olarak bilmesini ifade eder. Bu anlamda yaratılmışların ilmi Allah’ın ilmiyle asla mukayese edilemez.
İnsanın ayrıcalığı ve diğer varlıklardan ve hatta meleklerden bile üstünlüğü ilimledir. Çünkü ayet-i kerimede geçtiği üzere Allah Teâlâ Hz. Âdem aleyhisselamı yarattıktan sonra önce onu ilâhî isimlerle yani ilimle donatmıştır:
“(Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere arz edip ‘Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin’ dedi. (Melekler) ‘Seni tenzih ederiz, bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur, en kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin’ cevabını verdiler. (Allah), ‘Ey Âdem, bunların isimlerini onlara bildir’ dedi. Onlara, bunların isimlerini bildirince de ‘Ben size göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim, yine sizin açıkladığınızı ve gizlediğinizi de bilirim, demedim mi’ buyurdu.” (Bakara 31-33)
Kur’an-ı Kerim’in sayısız ayetlerinden açıkça anlaşılacağına göre ilim, her şeyden önce kişiyi Allah’ı bilmeye, literatürdeki ismiyle “marifetullah”a götüren bir vasıtadır.
İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh tam da burada duruma müdahil olmakta ve meselenin bu yönüne dikkat çekmektedir. Zira onun ifadeleriyle “önceleri ilim, ‘Allah Teâlâ’yı ve onun ayetlerini tanımak, kullara ve yarattıklarına yönelik fiillerini bilmek’ manasında kullanılıyordu.” Daha sonraki devirlerde ise bu anlamından uzaklaşılmıştır.
Somut bir örnek olarak Gazâlî, bu noktada Hz. Ömer radıyallahu anhuyu göstermektedir. Hz. Ömer vefat edince Abdullah b. Mesud radıyallahu anhu “İlmin onda dokuzu gitti” demiştir. Kendisine niçin böyle söylediği, geride daha birçok sahabinin bulunduğu hatırlatılınca, “Ben hayız ve nifas ilminden bahsetmiyorum; kalpte bulunan marifetullah ilminden bahsediyorum” diye cevap vermiştir.
Gazâlî’ye göre insanlar sonraları ilmi bu asıl anlamının dışına taşıyarak belirli alanlara tahsis etmişlerdir. Öyle ki birçok insan ilim ve âlim deyince fıkhî meselelerde ve diğer konularda uzmanlaşan ve bu ilimlerin münazarası ile meşgul olan kişileri anlamışlar ve bu kişilere hakiki âlim ve ilimde üstad demişlerdir. Bu tür tartışmalara girmeyenleri ve bunlarla meşgul olmayanları ise âlim saymamışlardır. Bu da ilmi sadece belli bir alana tahsis etmektir.
Oysa ilmin ve âlimin faziletini açıklayan ayet ve hadislerin çoğunda, Allah Teâlâ’yı yakînen tanıyan, O’nun hükümlerini, isimlerini, fiillerini ve sıfatlarını çok iyi bilen âlimlerden söz edilmektedir.
Gazâlî bütün bunları ifade ettikten sonra kendi zamanında birtakım ihtilaflı meselelerdeki mücadele hariç, dinî ilimlerden doğru dürüst bir şey bilmeyen kimselere âlim dendiğini, bu yaptıkları ile ilimlerin üstadı kabul edildiğini söylemektedir. Hâlbuki o tefsiri, hadisi, mezhep ilmini ve diğer dini ilimleri bilmemektedir. Böylece ilim tâliplerine doğru örnek olamamakta ve onların felaketine sebep olmaktadır.
Gazâlî’nin kendi devri için söylediği bütün bu hususlar, büyük oranda günümüz için de geçerlidir. Günümüzde kaç kişi ilmi sırf Allah’ı tanımak, yani marifetullah için öğrenmektedir? Çeşitli ilimlerle uğraşan birçok kişi, bu ilimlerin gerçekte kendilerini Yüce Allah’ı tanımaya götürdüğünden haberdar bile değildir. İlim büyük oranda, maaş, geçim, daha çok para kazanmak, prestij ve makam sahibi olmak gibi tamamen dünyevî amaçlarla tahsil edilmektedir.
Elbette bunlar da gereklidir. Ancak ilmin asıl gayesi bu değildir. Böyle olunca uğraşılan ilimler Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” dediği faydasız ilimler kategorisine dâhil olmaktadır. İşte Gazâlî’ye göre de -açıkça ifade etmese bile- insanı marifetullah’a götürmeyen ilimler faydasız ilim kategorisindedir.
Görüldüğü gibi faydasız ilim kavramı, bizzat o ilim dalının kendisiyle değil, sonucu yani faydası ve tesiri ile ilgilidir. Yani bir insan Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam âlimi olabilir. Ancak bu ilimler kendisini marifetullaha ulaştıracak bir vasıta olmazsa; söz gelimi Allah’ın kitabını daha iyi anlamaya, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin ahlâkıyla ahlâklanmaya, harama helale dikkat etmeye, Allah’ın isim ve sıfatlarını kavramaya vesile olmazsa faydasız ilimler kategorisindedir.
Buna karşılık bazılarımızın tamamen dünya ilmi olarak gördüğü fizik, kimya, biyoloji, tıp gibi ilimler mahlûkatı üzerinde Yaratan’ın kudretini göstermesi açısından O’nu daha iyi tanımaya vesile olursa faydalı ilimler kategorisindedir.
Gazâlî’nin bu yaklaşımından yola çıkarak burada şöyle bir nükteden de bahsetmek yerinde olacaktır:
Bizim klasik kaynaklarımızın hemen başında, besmelenin, hamdelenin (Allah’a hamdetmenin) ve salvelenin (Hz. Peygamber’e salavat getirmenin) açıklaması bulunur. Peşinden, ilgili ilim dalının tarifi, konusu, faydası ve gerekliğinden, üstünlüğünden bahsedilir. Yani kitabın yazarı hangi ilim dalı ile uğraşıyorsa o ilim dalının diğer ilim dallarından daha şerefli olduğunu iddia etmektedir. Mesela kelamcılar Kelam ilminin ilimlerin en şereflisi (eşrefu’l-ulûm) olduğunu söylemektedirler.
Oysa meseleye başka açıdan yaklaşan ulema da bulunmaktadır. Mesela Ebu’l-Hasan el-Âmirî, Kur’an’da adı geçen altı din ile İslâm arasında çeşitli açılardan karşılaştırmalar yaparak İslam’ın üstünlüğünü ortaya koyduğu el-İ’lâm bi-Menâkıbı’l-İslâm adlı eserinde hiçbir ilmin diğerinden daha faziletli, daha üstün, daha şerefli olmadığını söyler. Her ilmin kendine göre ayrı bir üstünlüğü ve şerefi vardır. Kötü olan yalnız ve yalnız cehalet ve anlayışsızlıktır.
Yukarıda Gazâlî’nin bahsettiği bir husus vardı: İnsanların, sonraları ilmi asıl anlamının dışına taşıyarak marifetullah gayesinden uzaklaştırıp, belirli alanlara tahsis etmeleri. Gazâlî’nin bu ifadeleri aynı zamanda ilim dallarındaki branşlaşmaya ve uzmanlaşmaya da işaret etmektedir.
İlimlerin gelişmesi ve genişlemesi ile birlikte uzmanlaşma ve branşlaşma elbette zorunlu hale gelmiştir. Ancak branşlaşma sonucu insanlar o ilmin gayesine ve faydasına değil, bizzat kendisine yoğunlaşmışlar ve aslî sebebi göz ardı etmişlerdir. Gazâlî’nin yaklaşımından bu sonucu çıkarmak mümkün görünmektedir. Böyle olunca da ilim, marifetullah için değil de bizzat kendisi için ve değişik maksatlarla yapılmakta, böylece dünyevî amaç ön plana çıkmaktadır. Gazâlî’ye göre en büyük tehlike budur. Nitekim böyle ulvi bir gaye yerine sadece merak ve dünyevî saiklerle üretilen bilim ve teknolojinin nasıl yıkımlara yol açtığına yakın tarih şahittir.
Diğer taraftan uzmanlaşma sonucunda ilimler arasındaki irtibatı sağlamak zorlaşmakta, ilmî alanların birbirinden tamamen ayrı/kopuk olduğu zannını doğmaktadır. Böyle olunca aslî gayeden uzaklaşmak daha kolay olmaktadır. Yukarıda da söylediğimiz gibi Gazâlî’nin asıl endişesi budur.
Müslüman bilginler ilimler arasındaki bu müthiş bağdan hareketle bir ilmi çok iyi bilen ve o ilimde derinleşen kimsenin, o ilimden diğer bütün ilimlere yol bulabileceğini belirtmişlerdir. Buradan da marifetullaha giden bir yol bulmak elbette mümkündür. Gazâlî’nin isteği de budur. Onun korkusu, işte bu branşlaşma esnasında sadece bir tek ilim üzerinde yoğunlaşıp marifetullah isteğinin ve duygusunun yok olma tehlikesidir.
Netice olarak Gazâlî’ye göre ilim, başlangıçta insanları marifetullaha götüren bir araç iken sonraki nesillerde bu anlamından uzaklaşmış, bizzat amaç haline gelerek asıl anlamını yitirmiştir. Gâzâlî’nin isteği ilmin asıl anlamına döndürülmesi ve oradan marifetullaha ulaşılmasıdır.
Tevhid kelimesi sözlükte herhangi bir şeyin bir/tek/vâhid olduğunu kabul etmek anlamına gelmektedir. Bu da Allah’ın birliğine inanmayı ve O’nun ezelde ve ebedde sabit olan tekliğini idrak etmeyi ifade eder. Tevhidin, ef’al, esmâ/sıfat ve zât olmak üzere üç mertebesi vardır ki ayrıntısı tasavvuf kitaplarında yazılıdır.
İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, tevhidi, “bütün işlerin vasıta ve sebeplerden değil, Allah Teâlâ’dan olduğunu bilmektir” şeklinde tanımlamıştır. Peşinden, “bu tevhid sahibi, hayır-şer bütün işleri Allah’tan görür” demektedir.
Gazâlî ayrıca çok şerefli bir makam olduğunu belirttiği tevhidin sonuçlarından da söz etmiştir. Ona göre tevhidin neticelerinden birincisi tevekküldür.
Tevekkül, sözlükte hem işini birine havale etme, ona güvenme hem de birinin işini üstüne alma, birine güvence verme anlamlarına gelir. Böylece birine güvenip dayanan kimseye mütevekkil, kendisine güvenilip dayanılan kişiye de vekil denilir.
Dinî bir kavram olarak tevekkül, kişinin her işini Allah’a dayanıp ısmarlamaya ve O’nu kendisine vekil kılmasına denir.
Mehmet Şemseddin Nakşibendi’nin, Miftahu’l-Kulûb isimli eserinde belirttiği üzere tevekkül hali nefs-i mutmainnenin sıfatıdır ve velâyetin ilk adımıdır. Velîler en az mutmainne ile vasıflanmışlardır. Cennet ehlinin de en küçük derecede olanı nefs-i mutmainne makamındadır. Emmare, levvâme ve mülhime nefs sahipleri cennete giremeyeceklerdir. Dünyada mutmainne olmamışsa, âhiret sıkıntıları ve cehennem azabı ile terbiye olup, en az mutmainne haline ulaştıktan sonra gireceklerdir.
Gazâlî’ye göre tevhidin neticelerinden ikincisi insanları şikâyet etmeyi ve onlara kızmayı terk etmek, Allah Teâlâ’nın hükmüne rıza gösterip sabretmektir. O bu noktada Hz. Ebubekir radıyallahu anhunun halini örnek göstermektedir. Çünkü o hastalığı sırasında;
– Sana doktor getirelim mi, diye sorulunca Allah Teâlâ’yı kastederek;
– Beni doktor hasta etti, demiştir.
Gazâlî’ye göre insanlara kızmak da onlara yönelmek de kişiyi gerçek tevhidden uzaklaştırır. Her şeyi Allah’tan gören kimse başkasına nasıl kızar, başkasına nasıl yönelir?
Tevhidin neticelerinden üçüncüsü, gerçek tevhid haline ulaşmak olup, kalben bütün sebep ve vasıtalardan kesilecek şekilde her şeyin Allah’tan olduğunu görmek, sadece O’na ibadet etmek ve O’ndan başkasına kulluk etmemektir.
Ancak nefsinin istek ve yönlendirmelerine (hevâsına) tâbi olanlar bu tevhidden çıkarlar. Çünkü her kim hevâsına uyarsa o kişi hevâsını kendisine ilah edinmiş olur. Yüce Allah bu durumu şu ayette açıklamaktadır:
“Hevâsını (nefsinin istek ve yönlendirmelerini) ilâh edineni gördün mü?” (Furkan 43)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de bu durumu şöyle ifade buyurmuştur:
“Yeryüzünde tapılan ilâhlardan, Allah Teâlâ’nın en fazla buğzettiği nefsin hevâsıdır. (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, aynı manada fakat biraz farklı lafızlarla.)
Gazâlî rahmetullahi aleyh, tevhidin kıymetli bir cevher olduğunu, bu cevherin de iki kabuğunun olduğunu söylemiştir. Kabuklardan biri öze yani asıl tevhide diğerinden daha uzaktır. Ne yazık ki insanlar özü tamamen ihmal ederek işin kabuğu hükmünde olan kısımlarına ve onları korumaya tevhid ismini vermişlerdir. Böylece tevhid kavramında bir anlam kayması oluşmuş ve bir kavram kargaşası ortaya çıkmıştır.
Gazâlî, tevhidin birinci kabuğunun dil ile “Lâ ilâhe illallah” demek olduğunu söyler. Bu, aynı zamanda Hıristiyanların üçlü tanrı anlayışını ortadan kaldıran tevhiddir. Bu ifade bütün putperest ve şirk unsurlarına bir karşı duruşu oluşturur. Ancak bu sözü gerçekte Müslüman olmayan münafıklar da söyleyebilir.
Tevhidin ikinci kabuğu, kalpte bu söze aykırı bir kabulün ve inkârın bulunmaması, kalple dilin bir olması ve dilin söylediğini kalbin tasdik etmesidir. Bu Müslümanların avam tabakasının tevhididir. Gazâlî, Kelam âlimlerinin bu tevhidi bid’atçilerin şüphelerinden korumakla uğraştıklarını belirtir.
Bütün bu açıklamalarından sonra Gazâlî “İşin gerçeği şudur, der; insan iyi düşünürse şunu bilir: Puta tapan kimse aslında puta değil, nefsinin hevâsına tapmaktadır. Çünkü nefsi atalarının bâtıl dinine meyletmektedir. Kişi de bu meyle uymaktadır. Hevânın bir manası da nefsin alıştığı şeylere meyletmesidir.”
Bu durumda Gazâlî tevhidin, bu makamdaki marifetten ibaret olduğunu belirtir. Bu da sıddîkların makamıdır.
Ancak burada Gazâlî yine asıl acısını dile getirir. Zira tevhid konusunda da bir kavram kargaşası oluşmuş ve insanlar onu gerçek manasından uzaklaştırarak özünü terk etmişler ve kabuğu ile yetinmişlerdir. Üstelik böyle bir tevhidle övünme yarışına girişmişlerdir. Hâlbuki onlar hakiki tevhidden uzaklaşarak iflasa düşmüşlerdir.
Burada Gazâlî bir benzetme yaparak bu kişilerin durumunu şu adamın durumu ile kıyas eder:
Adam, sabah erken kalkıp abdest alarak sabah namazını kılmak için kıbleye döner ve şöyle der:
“Ben şirkten uzaklaşarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allah’a yönelttim.” (En’âm 79) Bu, Hanefîlerin iftitah tekbirinden sonra okudukları “sübhâneke” duasının yerine Şafiîlerin okudukları “veccehtü” duasının ilk kısmıdır.
Eğer bu adamın kalbi gerçekten Allah’a yönelmemiş ise her gününe yalan söyleyerek başlamış olmaktadır. Çünkü o, “yüzümü” derken zâhirî yüzünü kastediyorsa, onu Allah’a değil, sadece diğer yönlerden çevirerek Kâbe’ye yöneltmiştir. Kâbe gökleri ve yeri yaratanın yönü değildir ki yüzünü ona yönelten Allah’a yöneltmiş olsun. Çünkü Allah mekândan ve yönden münezzehtir.
Şayet bu adam, “yüzümü” ifadesiyle kalbini Allah’a yöneltmeyi kastediyorsa, kalbi bir sürü dünyevî istek ve ihtiyaçlarla, para kazanma, itibar edinme gibi konularla meşgul iken “yüzümü Allah’a yönelttim” sözü nasıl doğru olabilir? Bu kişi gökleri ve yeri yaratan Allah’a ne zaman ve nasıl yönelmiş olur?
Gazâlî, aslında “veccehtü: yöneldim” diye başlayan ifadenin, tevhidin hakikatinden haber verdiğini hatırlatır. Çünkü tevhid ehli, tek ve hak olan Allah’tan başkasını görmez, O’ndan başkasına yönelmez. Bu, Yüce Allah’ın şu ayetinde dile getirdiği husustur:
“Sen Allah de, sonra onları bırak; daldıkları bâtıl içinde oyalanadursunlar.” (En’am 91)
Ancak bundan maksat sadece dilin söylemesi değildir. Çünkü tevhid kelimesini münafıklar da dille söylerler. Ayrıca dil kalbin tercümanıdır. Bazen doğru, bazen yalan söyler. Allah tarafından nazar edilen yer ise dil değil kalptir. Kalp tevhidin yeri ve merkezidir.
Gazâlî’ye göre tevhid, zamanla Kelam ilminden ibaret bir ilim haline gelmiştir. Mücadele yolunu ve hasmın delillerini çürütme şekillerini bilmekten, çokça sorular sorarak ve şüpheler uyandırarak kuvvetli edebiyat yapmaktan, hasmı susturacak delilleri bulmaktan ibaret bir ilim şekline evrilmiştir. Hatta Mutezile mezhebi mensupları, kendilerini “adalet ve tevhid ehli” olarak tanımlamışlardır. Böylelikle Kelam âlimlerine tevhid âlimleri denmiştir.
Oysa Gazalî, Kelam ilminin bu özelliklerinin hiçbirinin ilk asırda, sahabe ve tabiîn devrinde bilinmediğini ifade etmektedir. Tam tersine, bu konuda mücadele kapısını açanların şiddetle menedildiğini belirtir. Buna karşılık Kur’an’ın içerdiği apaçık delillerin aklın rahatlıkla kabul ettiği deliller olduğu, herkes tarafından bilindiği kanaatindedir. Zira onlara göre Kur’an’ı bilmek demek, insan için lazım olan her şeyi bilmek demektir. Bu yüzden tevhid kavramı sadece kelamcıların anladıkları manada değil; onun ötesinde herkesi ilgilendiren bir mana ifade etmektedir.
Zikir kelimesi sözlükte “bir şeyi anmak, hatırlamak, unutmamak” anlamlarına gelir. Dinî bir kavram olarak “Allah’ı anmak ve hatırlamak suretiyle gafleti ve O’nu unutmayı terk etmektir.” Zikrin sonucunda zikreden kişi Allah’ı hiç unutmayacak duruma gelir. Öyle ki istese bile Allah’tan gafil olamaz; buna gücü yetmez.
Tezkîr kelimesi ise sözlükte birine bir şeyi hatırlatmak ve öğüt vermektir. Dinî kavram olarak ise insanlara Allah’ı hatırlatmaktır.
Allah’ı zikretmek İslâm’da en büyük ibadet kabul edilmiştir. O kadar ki, namaz dâhil, bütün ibadetlerin gayesi zikirdir. Zikirle ilgili pek çok ayet, hadis ve büyüklerden nakledilen rivayet vardır ki bütün bunları burada zikretmek imkânsızdır. Biz bu noktada İmam Gazâlî rahmetullahi aleyhin naklettikleri ile iktifa edeceğiz.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Sen öğüt ver (zekkir), şüphesiz öğüt (zikrâ) müminlere fayda verir.” (Zâriyat 55)
Burada zikir kökünden gelen “zekkir” kelimesi kullanılmıştır ki, insanlara öğüt vermek ve onlara Allah’ı hatırlatmaktır. Aynı kökten gelen “zikrâ” kelimesi de zaten öğüt vermek ve birine bir şeyi hatırlatmaktır.
Aynı şekilde zikri ve zikir meclislerini öven sayısız hadis-i şerif vardır. Onlardan biri şudur:
Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
“Cennet bahçelerine uğradığınız zaman oralara girip istifade ediniz.”
– Cennet bahçeleri neresidir, diye sorulduğunda
– Zikir meclisleridir, buyurdu.” (Tirmizi, Ahmed b.Hanbel)
Diğer bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
“Allah Teâlâ’nın insanların amellerini yazan meleklerden ayrı olarak, dünyada dolaşan bir kısım melekleri de vardır. Bir zikir meclisi gördüklerinde diğerlerine; ‘Gelin, aradığınız burada’ diye seslenirler. Onlar da gelirler ve hep beraber zikredenlerle birlikte otururlar. Onların etrafını kuşatır, zikirlerini dinlerler. Dikkat edin (siz de uyanık olun, zikir meclisleri kurarak) Allah’ı zikredin, nefsinize (Allah’ın önünüze getireceği hesap ve azap günlerini) hatırlatın.” (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel)
Ebu Zer radıyallahu anhudan rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu şekildedir:
“Bir zikir meclisinde bulunmak, bin rekât nafile namaz kılmaktan daha faziletlidir.” (Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb)
Durum böyle olduğu halde insanlar bunun gereğini yerine getirememiş ve zikir/tezkîr kavramları üzerinde de değişikliğe gitmişlerdir. Bunun sonucunda bu kavramlarda da anlam kayması oluşmuştur.
Gazâlî rahmetullahi aleyh burada birinci derecede insanlara dini anlatan vaizleri sorumlu görmektedir. Söz konunu vaizler zikri ve tezkîri zamanla kıssalara, hikâyelere ve ölçüsüz yorumlara çevirmişlerdir.
Bilginimiz bunlarla ilgili nasıl bir değişiklik yapıldığını uzun uzadıya anlatmıştır. Biz, günümüzle de ilişkili gördüğümüz tespitlerini özetlemeye çalışalım:
• Kıssalar: Gazâlî, dinî faydası olmayan kıssaların ve asılsız hikâyelerin bid’at olduğu kanaatindedir. Bu yüzden selef âlimleri devrin kıssacılarına iyi gözle bakmamışlardır. Söz gelimi Hz. Ali radıyallahu anhu Basra Camii’nden kıssacıları çıkarmıştır. Ancak Hasan Basrî’nin sözlerini dinleyince çok beğenmiş ve onu camiden çıkarmamıştır. Çünkü o âhiret ilmi hakkında konuşmakta, insanlara ölümü hatırlatmaktaydı. İnsanları nefsin kusurlarına ve şeytanın vesveselerine karşı uyarmakta ve bunlardan kurtuluş yollarını göstermekteydi. İşte Hasan Basrî gibi âlimlerin dışındaki kıssacıların anlattıkları Gazâlî’ye göre zikir ve tezkîrin anlam kaymasına uğrama sebebidir.
Bununla birlikte Gazâlî, eğer kıssalar insanların dinleriyle alakalı peygamber kıssaları olur ve onları anlatan kimse de bu işin ehli doğru kimseler olursa bu tür anlatımlarda bir sakınca görmemektedir. Dolayısıyla yalan yanlış, anlaşılması güç ve zararlı hikâyelerden sakındıktan sonra kıssa anlatmakta bir sakınca yoktur.
• Ölçüsüz sözler: Gazâlî bununla bazı tasavvuf ehlinin iki çeşit sözünü (şatahat) kastetmiştir:
Birincisi; Allah Teâlâ’ya aşk ve muhabbeti ifade eden uzun ve gereksiz sözler ve zâhirî amellerden uzak vuslat iddialarıdır. Hatta onlardan bazıları aradan perdenin kalktığını, Yüce Allah’ı müşahede ederek onunla konuştuğunu iddia edecek derecede ileri gitmiştir. Onlar, bu söz ve tavırlarıyla “Ene’l-Hak: Ben Hak’ım” diyen Hallâc-ı Mansur’a ve “Sübhâhî: Kendimi tesbîh ederim” diyen Bâyezid-i Bistâmî’ye benzemeye çalışırlar. Hâlbuki bu büyüklerin bu sözleri onların anladıklarının ötesinde yüce hakikatleri ifade etmektedir.
Gazâlî’ye göre bu tür davranışların halka büyük zararı vardır. Öyle ki bu sözlerin gerçek manasını anlamayan avam tabakasından bazı kişiler de bu tür iddialar dile getirmeye başlamışlardır. Gerçekten de insan tabiatı böyle sözlerden zevk almaktadır. Bunun sonucunda zikir ve tezkîr kavramı şatahat yoluyla da asıl anlamından kaydırılarak farklı mecralara sürüklenmekte, neticede dinin ve tasavvufun yanlış anlaşılması noktasına gidilmektedir.
İkincisi; manası tam olarak idrak edilemeyen, zâhir anlamı işiteni hayrette bırakan, içinde anlamsız hatta ürkütücü ifadeler bulunan birtakım sözler ve konuşmalardır. Gazâlî, bu noktada insanların anlayamayacağı şekilde sözler söyleyeni Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin şu sözleriyle uyarır:
“Sizden birinizin bir topluluğa akıllarının ermediği şeyden bahsetmesi, muhakkak onlardan bazısı için fitne olur.” (Müslim. Bu söz sahabeden İbn Mesud’a ait olarak nakledilmiştir.)
“İnsanlara anladıkları şeylerden bahsedin. Yoksa insanları Allah’ı ve Resûlü’nü yalanlamaya sevk etmiş olursunuz. Böyle bir şey ister misiniz?” (Buhârî. Bu söz de Hz. Ali’ye ait olarak nakledilmiştir.)
• Ölçüsüz yorumlar (tâmmât): Gazâlî, şatahatla ilgili söylediklerinin bunlar için de geçerli olduğunu, ancak tâmmâtın daha özel bir anlamı olduğunu belirtmektedir. Aslında ona göre bu çok tehlikeli bir durumdur. O da, Bâtınîlerin yaptığı gibi dinî lafızları zâhir manalarından alıp tamamen bâtınî manalara hamletmektir. Bu da haramdır ve zararı çok büyüktür. Zira lafızlar, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemden gelen bir habere dayanmadan ve aklın gerektirdiği bir zaruret bulunmadan zahîr manalarının dışında kullanıldıklarında, duyulan güven sarsılır. Allah’ın ve Peygamber’in sözlerindeki faydayı yok eder. Çünkü hemen akla gelen her şeye güvenmek doğru değildir. Ayrıca bâtınî mananın bir ölçüsü de yoktur. Herkesin bakış açısına göre değişik anlamlar ortaya konulabilir, böylece fikirler birbiriyle çelişir. Bu da zararı çok büyük bir bid’attır. Gazâlî bu noktada Bâtınîlerin görüşlerini reddetmek için “el-Muztazhirî” isimli bir kitap kaleme aldığını belirtir.
İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, aslında burada Ehl-i Sünnet’in temel esaslarından birine atıfta bulunmaktadır. O da şudur: “Naslar zâhirine hamledilir.” Yani ayet ve hadislerden anlaşılması gereken, öncelikle zâhir anlamlarıdır. Zâhirî anlam verildikten sonra her âlimin kendi içtihadına ve ilminin derinliğine göre değişik anlamlar çıkarması mümkündür. Ancak bu da zâhirî anlam korunarak yapılmalıdır.
İşte Ehl-i Sünnet olan Tasavvuf erbabı ile Bâtınîler arasındaki temel fark da budur. Bâtınîler, ayet ve hadislerin zahirî anlamını göz ardı ederek kendilerince bâtınî manaya yönelirler. Sûfîler ise zâhir manayı kabul edip, peşinden -lüzum varsa- bâtınî anlam arayışına girişirler.
Mesela Bâtınîler “Sahura kalkın, şüphesiz sahurda bereket vardır” (Buhârî; Müslim; Tirmizî; Nesâî) hadisini sahur yapmak yerine seherlerde istiğfar etmek şeklinde anlamışlardır.
Gazâlî’ye göre bu tür tevillerin yanlış olduğu kesin olarak bilinir. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sahura kalkmış ve “Siz de sahur yapın” buyurmuştur. (Buhârî)
Görüldüğü gibi aşırı, zâhir anlama uzak, zorlama yorumlar (tâmmât) yoluyla da insanları zikre çağıran dinî terimlerin ve kavramların anlamı değişmiş, bu da dinin esaslarından ayrılınmasına yol açmıştır.
Başta söylediğimizi tekrarlayarak bitirelim. Günümüzde dinî sahada yaşanan savrulmaların, İslâm’a kayıtsızlığın ve bozuk anlayışların çok önemli bir sebebi de kavramların anlamlarının değişmesi, içinin boşalması veya tamamen unutulmasıdır. İmam Gazâlî rahmetullahi aleyhin dokuz asır önce bu hususta ortaya koyduğu çabanın her devirde titizlikle devam ettirilmesi gerekir.