Aramak

Büyüklerin Sözleri

Yol ve Sohbet

“Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır.”

(Şâh-ı Nakşîbend kuddise sırruhû)

Es-Seyyîd Muhammed Bahâüddîn el-Buhârî kuddise sırruhû hazretlerinin bu sözü, tarîk-i âliyye-i Nakşibendiyye’nin en esaslı ta’lim ve terbiye usûlünü anlatır. Lâkin bugün halvet ve bilhassa da sohbet tasavvurumuzdaki daralma, bu usûlün lâyıkıyla anlaşılmasına mâni’ oluyor. Nitekim sohbeti, “tekellüf ve resmiyyetten uzak karşılıklı konuşma” yahut “dervişânın, ehil bir ağızdan anlatılanlara muhâtap oldukları söz meclisi” zannedenlerimiz var. Oysa söyleşmek, sohbetin imkân veya tezâhürlerinden biri sâdece. 

Sohbet, konuşmadan ibâret değil yani. Hatta konuşma, sohbetin şartı da değil. Aslında “sohbet etmek” yerine zaman zaman kullandığımız “muhabbet etmek” veya “hasb-i hâl etmek” ta’birleri sohbetin unuttuğumuz manâsına ışık tutuyor. Zira sohbet; insanlarla dostluk, ülfet ve ünsiyyet demektir. Cemiyyetin içinde olmak, cemaatten ayrılmamak, müminlerle kardeşlik hukûku mucibince kurulması gereken münâsebeti sürdürmektir. İnzivâ ve uzletten kaçınıp çevremizdeki insanlarla yakınlık peydâ etmek, görüşüp kaynaşmaktır. 

Sahâbe ve sâhip kelimeleri de sohbet ile aynı kökten gelir. Bu sebeple sohbet, Resûlullah sallallâhu aleyhi vessellemin ta’lim, terbiye ve teblîğinin mirasçısı ulemâ-yı kirâma, Sahâbe-yi Güzîn’in Efendimiz aleyhissalâtü vesselama gösterdiği sadâkat, teslimiyet, hizmet ve hürmeti göstermektir. Sohbet, mümin kardeşlerimizi koruyup gözeterek onlara sâhip çıkmaktır. 

Şâh-ı Nakşîbend kuddise sırruhû hazretlerinin “sohbet”ten murâdı evvelâ ilim, irfan ve feyizlerinden istifâde için Allah dostlarının, âlimlerin, âriflerin, sâlih ve sâdık kulların meclisinde, yanında yöresinde bulunmaktır. Çünkü onların sadece sözleri değil, istikâmet üzere yürüyüşleri, edebi, sükûtu, nazarı ve tebessümleri de sohbettir. 

Sâniyen, sâlikin “ben” hissini “biz”de ifnâ eyleyerek onu ihvâna “bâr olmayıp yâr kılacak” husûsî bir dostluk, muhabbet ve tesânütte ısrardır. 

Nihayet sözü, hâli, muâmelesi ile Hakk’a ve hayra şâhitlik etmek, böylece insanların hidâyetlerine vesîle olmak üzere toplum içinde bulunmaktır. Bu uğurda her türlü zorluğa sabırla direnmeyi, insanlardan gelecek her türlü mihnete tahammülü göze aldıran bir azîmeti tercihtir. 

Öte yandan Şâh-ı Nakşîbend kuddise sırruhû hazretlerinin halvetle neyi kastettikleri dikkate alınmayınca, onun bu sözünden halvetin büsbütün reddedildiği manâsı çıkarılabilmektedir ki bu dahî yanlıştır. Nakşibendiyye’nin “halvet der-encümen”, yani “halk içinde, insanlarla münâsebet halindeyken halvet” esâsından da anlaşılacağı üzere îtiraz; halvetin kendisine, manâ ve maksadına değil, toplumdan tecerrütle insanlardan uzaklaşma usûlünedir. 

“Sevenin sevdiği veya kendi nefsi ya da gönlü ile başkalarından uzak, mahrem bir mekânda baş başa kalması” diye tarif edebileceğimiz halvet, tasavvufta “kulun yalnızca Cenâb-ı Mevlâ ile olması” demektir. Zikr-i dâimîdir ve tasfiye ile mâsivâdan arındırılıp beytullah kılınan kalbin hâlidir. 

Mâdem kalbin hâlidir, halk içinde olmak Hak Teâlâ ile olmaya mâni değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de “ticaret ve alışverişle meşgûl olurken de Allahu Azîmüşşân’ı zikirden geri durmayan kulların” varlığına işâret buyurulması, böyle bir halvetin imkânına da delâlet eder. Kaldı ki bedenen halktan ayrı olmak, zihnen veya kalben insanlarla yahut dünya ile alâkayı kesmeye yetmeyebilir. Çoğu zaman beşerî mes’ûliyetlerini ihmâl pahasına toplumdan ve dünya dağdağasından uzaklaşıp günahlardan korunmak maksadıyla bir izbede tek başına ibâdet ve riyâzetle meşgûliyet tarzındaki halvet, bir kolaycılık tercihi yahut kaçış da olabilir. Belki dünyâ imtihanından, belki el kârda iken gönlü yâre tahsîs edip öylece muhâfazanın zorluğundan kaçıştır bu. Halbuki “marifet”, Bâyezid-i Bistâmî kuddise sırruhûnun dediği gibi, “halk ve dünyâ ile münâsebetini sıradan bir insan olarak sürdürürken gönlüyle manâ âleminde olabilmektir.”

Dünyâdan tamamiyle el etek çekip insanlarla ünsiyeti terk ederek tek başına namaz, oruç ve zikirle sürdürülen bir halvete koyulmak, fark edilmeye, parmakla gösterilmeye, dolayısıyla şöhrete sebep olur. 

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vessellem, “Allahu Teâlâ’nın korudukarı müstesnâ, din ve dünyâ işlerinde iyi tanınarak parmakla gösterilmek, kişiye şer olarak yeter” buyurmuşlardır ki Şâh-ı Nakşîbend kuddise sırruhû hazretlerinin “Şöhrette âfet vardır” dediği budur. 

Kervandaki develerin boyunlarına asılan çan veya çıngırakların sesindeki şiddet kervanın büyüklüğünü, zenginliğini, taşıdığı malın çokluğunu ilân ederken, yol kesen harâmîleri de davet eder. Nitekim şöhret, yani halkın övgü, sevgi, alâka ve itibârına mazhar olmak, “âlimlerin ve âriflerin fitnesidir” denilmiştir. Şöhret bir nevi sarhoşluk halidir ve insanın kendini kaybetmesine sebep olur. Ona nereden geldiğini, kim olduğunu, ölçülerini unutturabilir. Kişiyi ucba ve riyâya düşürebilir. Hak Teâlâ ile olmanın iktizâsı mahfiyyet ve mahviyyet hallerinden mahrumiyete delâlettir. 

Şöhret kemâl alâmeti değildir. Tasavvuf terbiyesinde kemâl alâmeti, halkın arasına girip onlarla ülfet ettiği, maişetini kendi kazandığı halde bir an bile Allah’tan gafil olmamaktır. Zordur ama Hakk’a ve hayra götüren her zorluk gibi bir kolaylığı da barındırmaktadır. “Her zorlukla birlikte kolaylık vardır” buyurulmuştur. O zora tâlip olmayınca berâberindeki kolaylığa ulaşmak muhâldir. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy