Hakikate Temas Yeri
17. yüzyılın Nakşibendî mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektûbât’ında şöyle der:
İlâhî hakikatlerden nasiplenmek âhirete mahsustur. Bunlardan dünyada nasiplenmek ise ancak müminin miracı olan namazda olur. Bu miraçta sanki dünyadan çıkıp âhirete varılır ve âhirette verilecek olanlardan faydalanılır. Sanıyorum bu büyük nimete namazda ulaşmanın sebebi, namaz kılan kimsenin ilâhî hakikatlerin zuhur ettiği yer olan Kâbe’ye dönmesidir. Kâbe şaşılacak bir yerdir. Zira o görünüşü ile dünyaya, hakikati ile âhirete aittir. Onun vasıtasıyla namaz da böyle bir özellik kazanmış, görünüşü ve hakikatiyle hem dünyayı hem âhireti kendisinde toplayan bir ibadet olmuştur.
Kesin olarak anlaşılmıştır ki namaz kılarken elde edilen hal, namaz dışında meydana gelen bütün kemâlâtın üstündedir. Çünkü namaz dışındaki hal ne kadar yüksek olsa da gölgelidir. Namazdaki haller ise böyle değildir. Çünkü namazdaki hallerin asıldan nasibi vardır. Gölge ile asıl arasında ne kadar fark varsa, namazdaki hal ile namazın dışındaki hal arasında da o kadar fark vardır.
Ölüm anında Allah’ın inayetiyle meydana gelen halin, namazda hâsıl olan halin üstünde olduğu görülür. Çünkü ölüm âhiret hallerinin başlangıcıdır. Âhirete yakın olan her şey daha tamam, daha kâmildir. Çünkü burada sûret, âhirette ise hakikat zuhur etmektedir. Arada büyük fark vardır. Aynı şekilde, Allah Teâlâ’nın lütfuyla küçük berzah olan kabir âleminde meydana gelen hal, ölüm anında kazanılan halden üstündür. Kabirde meydana gelen hale oranla büyük berzah olan kıyamet gününde meydana gelen hal de böyledir. Çünkü orada kıyamet günü görülenler daha tamam ve daha kâmildir. Kıyamet günü görülenlere nisbetle naîm cennetlerinde görülenler de daha tam ve kâmildir.
Zuhurat yerlerinin en düşük derecede olanı dünya ve içindekilerdir. En yüce derecede olanı ise cennettir. Hatta dünya zuhur yeri bile değildir. Dünyaya mahsus olan gölge zuhurlar ve misalin aynalığı, bu fakire göre dünyevî işlerden olup, hakikatte imkân dairesindeki hakikate dâhildir. Bu zuhurata, isimlerin tecellileri veya sıfatların tecellileri ya da zât tecellileri denilse de durum değişmez. Allah, onların dediklerinden berî ve yücedir. Dünyayı tam olarak ne zaman incelersem, onu sırf bir boşluk olarak bulurum. Matlubun kokusunu ile duymam.
Sonuç olarak dünya âhiretin tarlasıdır. Maksudu burada aramak boş yere nefsi yormak ve tüketmektir veya talep edilmesi gerekmeyeni talep edilmeye layık sanmaktır. Nitekim çokları bu duruma düşmüş, rüya ve hayalle kendilerini tatmin etmiştir. Dünyada asıldan bir şeyler taşıyan ve matluptan bir koku getiren biricik şey namazdır. Bunun dışındakiler boşa kürek çekmektir.
En Kısa Yol
İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû bir başka mektubunda şu satırlara yer verir:
Dostlarıma devamlı öğütlediğim ve ömrümün sonuna kadar da öğütleyeceğim nasihat şudur:
Öncelikle Ehl-i Sünnet’in akaid kitapları doğrultusunda akideyi düzeltmek gerekir. Bunun ardından farz, vacip, sünnet, mendup, helal, haram, mekruh ve şüpheli şeklinde sıralanan fıkhî hükümleri öğrenip, yapılacakları yapmak ve kaçınılması gerekenlerden de kaçınmak gelir.
Bunları yerine getirdikten sonra kalbi Hak Teâlâ’dan başka şeylerle meşgul olmaktan kurtarmak lazım gelir. Bu da ancak kalbin Yüce Allah’ın dışındakileri hatırlamadığı zaman mümkün olur. Hatta kişi o duruma gelmeli ki; bin sene yaşaması mümkün olsa bile kalp Allah Teâlâ’nın dışındakileri asla hatırına getirmemeli.
Bu sözlerle, “Birtakım şeyler kalbe gelir, ancak o kalbin sahibi onları Hak Subhânehû’nun dışında başka bir şey olarak bilmez” şeklinde bir anlayışı kastetmiyoruz. Çünkü bu, tevhid murakabesi yapanlar için başlangıçta mümkün olan bir manadır. Aksine bizim burada sözünü ettiğimiz, o şeylerin kalbe hiç gelmemesidir. Onların kalbe hiç gelmemesi ise kalbin Hak Subhânehû’nun dışında her şeyi unutmasına bağlıdır. Bu unutma o derece olmalı ki, bunlar zorla hatırlatılmak istense bile kalp onları hatırlamamalıdır. Bu hale “kalp fenâsı” denir ve kalp fenâsı bu yoldaki ilk basamaktır. Velâyetin diğer üstünlükleri de bu büyük bahtiyarlığın üzerine kurulmuştur.
Bu büyük devlete ulaşmanın en kısa yolu yüce Nakşibendî yoludur. Zira bu büyük zâtlar emir âleminden başlamayı tercih etmişler ve kalpten, kalpleri halden hale çeviren Cenâb-ı Hakk’a ulaşmaya çalışmışlardır. Diğer tarikatlardaki riyazet ve mücahedele karşılık Nakşibendîler’de Sünnet’e bağlılık ve bid’attan kaçınma vardır. Hâce Bahâeddin Nakşibend kuddise sırruhû demiştir ki:
“Yolumuz en kısa ve en yakın yoldur. Ancak Sünnet’e sarılmak da gerçekten çok zordur.”
Onlara uyanlara ve vesile edinenlere müjdeler olsun!