Dinin Üç Sütunu
Kur’an ve sünnetin ihtiva ettiği ve her müminin dikkate alması gereken hükümlere şer’î hükümler, kısaca şeriat denilir. Şeriat hükümlerinin üç ana sütun üzerine inşa olduğunu görürüz.
Dinin birinci sütunu itikadî hükümlerdir. Neye, nasıl inanacağımızı belirleyen bu hükümler Kelâm ve Akaid ilminin konusunu teşkil eder. Bu alanda İslâm ile önceki semavî dinler arasında esasen bir farklılık olmaması gerekir. Çünkü iman esasları Hz. Âdem aleyhisselamdan kıyamete kadar değişmez niteliktedir. Değişiklik varsa tevhidden sapma var demektir ki bu sapmalar kalıcı hale geldiğinde Cenâb-ı Hak yeni peygamberler ve kitaplar göndererek insanlığı hidayete sevk eder.
Bu esasları anlama ve yorumlamadaki farklılıklar dine ve imana zarar vermez. Mesela Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının varlığı konusunda bütün İslâm âlemi hemfikirdir. Ancak bunların Allah Teâlâ’nın zatıyla ilişkisi konusunda farklı değerlendirmeler mevcuttur. Allah’ın “hakîm, alîm, basîr” gibi sıfatlarını kabul ettikten sonra yapılacak yorumlar inanca gölge düşürmez.
Bununla birlikte İslâm’ın iman esasları, bozulmuş semavî dinlerden temel farklılıklar taşıdığı için bu esasları bilmek ve ona göre iman sahibi olmak gerekir. Aksi halde kişi gerçekte gayri islâmî bir inanca sahip olduğu halde kendisini mümin ve müslim olarak görüyor olabilir. Hatta amel ve ibadetlerini tam olarak yerine getiriyor olsa bile itikatta bozukluk olduğu için yaptıkları boşa gitmiş olur.
İslâm âlimleri, inancında şirk ve küfür unsurları bulunan kimsenin amellerinin fayda vermeyeceğini söylemektedir. Bu nedenle inanç, dinin temelidir. Şayet şeriatı bir ağaca benzetecek olursak, kökünü iman teşkil eder. Kökü olmayan veya zayıf olan bir ağacın dal budak salması, meyve vermesi mümkün değildir. Kökünü keser veya kurutursanız onu öldürmüş olursunuz.
Mümin olmanın ispatı amel
Dinin ikinci kısmı ise amelî hükümlerdir. Yani davranışlarımızla, yapıp ettiklerimizle ilgili olanlardır. İbadetlerin de dâhil olduğu bu alan Fıkıh ilminin kapsamına girer. Şer’î hükümlerin en geniş kısmı bu alana ait olanlardır.
Fıkhî hükümler, itikadî olanlara göre yoruma daha açık, daha esnektir. Bu nedenle pek çok konuda farklı içtihatlar vardır. Bu içtihatlar mezhep âlimleri tarafından değerlendirilerek zamanın şartlarına göre tercih işlemine tâbi tutulmuştur. Böylece Fıkıh mezhepleri ortaya çıkmış ve sahih olanlardan dört tanesi varlığını günümüze kadar devam ettirebilmiştir.
Ancak burada bir hususa dikkat çekmek gerekmektedir. Fıkhî hükümlerin hepsi sadece dört mezhepten ibaret değildir. Bugün fıkıh kitaplarında mezhebin hükmü olarak okuduklarımız, o mezhep âlimlerince zamanın şartlarına göre tercih edilmiş hükümlerdir. Şartlar değişince hükümler de değişebilir. Bir zaman için tercihe şayan olan hüküm, başka bir zaman için olmayabilir.
Osmanlı döneminin meşhur medenî kanunu Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, bu hususu “ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” (madde 39) ifadesiyle veciz bir şekilde ifade etmektedir. Yani şartlar değiştiğinde hükümlerin değişmesi inkâr edilemez bir hakikattir. Tabii ki bu değişimin bir sınırı vardır. Bu hususta yine Mecelle “mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur” (madde 14), yani hakkında nas (ayet, hadis) bulunan hususlarda içtihat yapılamaz demektedir.
Karşılaştığımız problemlerin çözümünde klasik Fıkıh kitaplarında yazılı olan bazı hükümlerin günümüz koşullarında değişme ihtimalini göz önüne almak gerekmektedir. Ayrıca eski kitaplarda olmayan, yeni ortaya çıkan meselelerde günümüz âlimlerinin çoğu, belirli bir mezhebe göre değil, Usul-i Fıkhın esaslarına göre içtihat etmektedir. Bu nedenle problemleri mutlaka Fıkıh alanında ehil âlimlere sormak gerekir.
Amelî hükümlerin temel amacı dinin esas aldığı faydaları korumaktır. “Makâsıd-ı şerîa” denilen bu esaslar dinin, canın, malın, namus ve aklın korunmasıdır. Bütün hükümler temelde bu beş şeyi korumak içindir.
Dini korumak için tebliğ, marufu emir, cihad emredilmiştir. Canı korumak için haksız yere öldürmek veya zarar vermek yasaklanmış, kısas emredilmiştir. Malı korumak için helal kazanç emredilmiş; hırsızlık, gasp ve benzeri davranışlar yasaklanmış ve bazı cezalar getirilmiştir. Namusu korumak için zina ve benzeri davranışlar yasaklanmış, ölüme varan müeyyideler getirilmiştir. Aklı korumak için de uyuşturucu, alkol haram kılınmış, ağır cezalar konulmuştur.
Hükümlerin ortak noktası kâmil bir birey yetiştirmek, toplumda düzen sağlamak ve toplum yararını gerçekleştirmektir. Bu nedenle bir Müslüman, içinde yaşadığı toplumun aleyhine olacak hiçbir davranışta bulunamaz. Toplum düzeninin ve yararının somut hali devlettir. Devletin koyduğu kurallara, kanunlara uymak dinimizin emrettiği bir husustur. Bundan dolayı Allah Teâlâ Kur’an’da ulü’l-emr’e itaati vacip kılmıştır. Kur’an ve sünnetle açıkça çelişmediği sürece kanunlara uymak gerekir.
Ahlâk ve edep
Dinin üçüncü kısmı ise edep ve ahlâktır. Bu da ahlâk ve tasavvuf ilminin kapsamına girer. Ağaç örneğine dönecek olursak, itikad bu ağacın köklerini, amel ve ibadet gövde ve dallarını, ahlâk ve edep de meyvelerini oluşturur. Kişinin dinen kemâlâtını gösteren şey edebi ve ahlâkıdır. Dinin insanlar arası ilişkiler bakımından esas amacını da bu teşkil eder. Bir Müslümanın kötü ahlâk sahibi olması düşünülemez.
Allah katında en faziletli kimse, ahlâkı en güzel kimsedir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmaktadır. Adaletli, merhametli olmak, kibir, kendini beğenmişlik, riya, yalan gibi hastalıklardan uzak durmak, takva sahibi kâmil müminin en önemli vasıflarıdır. Güzel ahlâkı en iyi temsil edenler, Rabbi’ni en iyi tanıyan yani marifetullah sahibi olan âlimler ve âriflerdir.
İslâm toplumunun yüksek meziyetlere sahip olması, faziletli fertlerin yetişmesi için tarih boyunca sayısız rehber şahsiyet var olmuş, günümüzde ve gelecekte de var olmaya devam edecektir. Bu anlamda tasavvufun rolü hayatî derecede önemlidir.
Bilerek veya bilmeyerek tasavvuf yoluna ve onun kurumlarına cahilce saldıranlar, İslâm’ın fert ve toplum üzerindeki etkisini yok etmeye çalışan kimselerdir. Dünya tarihine İslâm medeniyetinin adını altın harflerle kazıyan ecdadımızın din anlayışının ve yaşantısının temelinde tasavvuf vardır. Tekrar aynı izzetli günler ahlâkla, tasavvufla mümkün olacaktır.