Aramak

Yedek Parça Dükkanı

Cannes, Namaz ve Suşi

Cannes Medinei Münevvere Caminin huzurlu binasına girdim. 

Güney Fransa’nın zengin ve şöhretli sahil kasabası Cannes’de kendine bir sığınak bulmuş Müslümanların gülümsemesi gibi duruyordu cami. 

Yıllar önce geldiğimde nasılsa yine öyle, sessiz sakin, kendi halinde, eski halılar gibi insancıklar. Namaz sırasında içerde okunan ayetlerin ekranda verildiğini, interaktif bir ekran kullanımı olduğunu gördüm. Estetik değil ama faydalı. 

İçeride Fas, Cezayir gibi ülkelerden gelmiş olduğunu tahmin ettiğim insanların yanı sıra çok sayıda Müslüman vardı. 

Cannes Fransa zenginlerinin villalarının bulunduğu bir yer olmakla birlikte, fuar alanı sebebiyle yılın pek çok zamanı dünyanın her yerinden insanları misafir ederdi. En popüler zamanı olan Mayıs ayında yapılan film festivali sebebiyle ünlü oyuncular bir kırmızı halı boyunca fuar binasına yürür, fotoğraf çektirirdi. 

Cami, bu kırmızı halıya yürüyerek on dakika mesafede bir kuytuya saklamıştı kendini. 

Arka sırada sandalyelerde oturan yaşlılar namaz kılıyordu. Bu sandalyeler ve ekran son on yılda dâhil olmuştu. 

İkindinin farzı kılınmak üzere kamet getirilirken, sayıca az olan beyaz tenli Fransızlardan biri onu rahatsız eden bir sırt çantasını aldı, geriye dönüp bana verdi. Ben de yanımdaki kolonun dibine koydum. 

Farz kılınıp bitince çantanın sahibi, çantasını aranmaya ve söylenmeye başladı. Fransız, beni gösterip çantanın bende olduğunu söyledi. Bunları Fransızca bilmesem de beden dillerinden anlayabiliyordum. 

Ben çantanın Fransıza ait olduğunu sanmıştım, ama değilmiş. Afrikalı çanta sahibi çok kızgındı, bana döndüğü saniye çantayı alıp, ona doğru uzattım. Ve ikisi tartışmaya başladılar. 

Tartışmadan uzaklaşıp kenarda tesbihatı yapmaya başladım. 

Mescidin yanında bir park vardı, kızım orada bekliyordu. Tutturdu iftarda suşi yiyelim diye. 

“Suşi helal mi?” temalı telefon konuşmalarından sonra kendimizi bir uzak doğu restoranında bulduk. 

Arkadaşım dedi ki malzemede sorun yok, balık ve sebze, ama soslar önemli. 

– Nasıl yani? 

– Soslarda alkol olmasın. 

Kızımla birbirimize baktık, garsonu çağırdık, soslarda alkol var mı, diye sorduk. 

Yok, dedi, kızımın yüzünde bir gülümseme. 

En azından denizden çıkan balıklar bunlar, pirinç, yosun diye kendimi avuttum ama yemedim. 

Az ilerde bir pizzacı bulduk. İftarımızı yaptık ve akşam namazı için otele döndük. 

Ertesi gün arefeydi. 

Sabah sırt çantalarımızı aldık. Tren garına doğru yürüdük. 

Cannes sokaklarının ve kalesinin birkaç yüzyıl önce meşhur Osmanlı denizcisi Turgut Reis’in kontrolünde olduğunu, gemisini açıkta demirlediğini hayal ettik. 

İtalya sınırları içinde kalabilecekken Fransa’da kalmış bu küçük sahil kasabasına veda edip, Paris’e doğru yola çıktık. 

Tren önce Marsilya’ya sonra Lyon ve Paris’e ulaştı. Trende Afrikalı çocuklu aileler, yalnız seyahat eden beyaz Avrupalı erkekler ve müzik dinledikleri kulaklıkları vardı. 

Kontrolör, “bonjur madam, bonjour mösyö” diye nezaketle biletlerimizi kontrol edip kayboluyor, yeni duraklar, yeni yolcular oldukça kontrol için yeniden geliyordu. 

Yol boyunca Akdeniz tarzı panjurlu evler gördük, sonra rüzgar tribünleri, çiçek tarlaları ve Fransa içlerine doğru inenlerin yerine binen başka yüzler.

Paris içindeki ana tren istasyonlarından güney şehirlerine giden trenlerinin toplandığı bir gardı, St. Lazzare. Bavullarımızı emanetçiden almak üzere Garın içinde ilerlerken kızım Paris’te adresini bulduğu K-pop kafeye gidebilir miyiz, diye sordu. 

Saate baktım, kapanmasına bir saat var. Daha emanetçiden bavulları alacağız.

Belki, dedim, yetişiriz.

M14 metro hattı kapalıydı. Maraton ya da bakım yüzünden. Otobüs durağına gittik, kalkmasına daha 15 dakika vardı. Beklersek yetişemezdik. Oradaki bir taksiye bindik, adresi söyledik.

Az sonra kızım dedi ki, acıktım!

Ama, dedim, koşturuyoruz. Senin için K-pop kafeye gideceğiz, dönüp bavulları alacağız, otele yerleşeceğiz ve iftar yapacağız. Hepsinin zamanı var. Sırayla yaparız.

O sırada bizi dinleyen taksici, İngilizce olarak gideceğimiz yere yakın Türk lokantaları bildiğini söyledi. Teşekkür ettim. Ama bizim Türk olduğumuzu nereden anlamıştı? Sordum, anlattı. 

Diş tedavisi için İstanbul’a gelmiş ve bir iki hafta kalmış. Bazı Türkçe kelimeleri öğrenmiş. Acıkmak gibi. Birlikte güldük. Kırık dökük bir İngilizce ile anlaştık. 

Müslüman mısınız, diye sordum. Neden bilmiyorum, heyecanlandı, geriye doğru dönüp, sağ elinin işaret parmağını havaya kaldırarak, “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûlüh” dedi. 

Gözleri dolmuş, Cezayir asıllı altmış - altmış beş yaşlarında esmer, kavruk bir adam. Neden böyle yapmıştı? Neden kırmızı ışıkta trafikte beklerken bize Müslüman olduğunu dağda, kuytuda çok beklemiş, hor görülmüş, bir taş gibi koparak ve yuvarlanarak söylemişti? 

Adamın gözlerindeki hikâye yüzümdeki gülümseme ve elhamdülillah deyişimle sakinleşti, taksinin içine bir muhabbet yayıldı. 

On dakika daha konuştuk, telefonumu verdim, İstanbul’a gelirse aramasını söyledim. Bizi K-pop kafenin olduğu binanın önünde kapanmadan bıraktı. Veda ettik. 

Bu neydi şimdi, diye sordu kızım. 

Bu bir Müslüman, dedim; kaybolduğu hayatın içinde Müslüman olduğunu hatırlayıp, buna unutturmayan Rabbi’ne çokça şükreden bir Müslüman. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy