Aramak

Derviş Bohçası

HAKİKAT

Sözlüklerde “gerçek, sabit, doğru, esas ve mahiyet” gibi anlamlara gelen “hakikat” kavramını Ebu Nasr Serrâc kuddise sırruhû; “kalbin kendisine iman ettiği zâtın huzurunda bulunmada sebat etmesi” olarak açıklar. İmam Kuşeyrî kuddise sırruhû ise hakikati (bütün kâinatta) Rubûbiyeti müşahede etmek olarak tanımlar. Yani bütün mevcûdatın, oluş ve bozuluşların Cenâb-ı Hakk’ın kuvvet ve kudreti ile var olup, varlığına devam ettiklerini görmek hakikatin kendisidir. 

İmam Hucvirî rahmetullahi aleyh, hakikatsiz şeriatın riya, şeriatsız hakikatin ise nifak olduğunu söyler ve sözlerine şöyle devam eder: “Hak Teâlâ, ‘Uğrumuzda mücahede edenleri yollarımıza hidayet ederiz’ (Ankebut 69) buyurmuştur. Buna göre mücahede şeriat, hidayet hakikattir. Birincisi kulun nefs üzerine zâhirî hükümleri muhafaza etmesi; diğeri Hakk’ın kul üzerinde bâtınî hükümleri muhafaza etmesidir.” 

Şu halde hakikatin tahsili hususunda sâlikin vazifesi üzerine düşen amellerini harfiyen yerine getirmektir. Sonrası ise Hak Teâlâ’ya aittir. Yani hakikat, Hakk’ın kuluna hediyesidir.

Sûfîler, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Hz. Musa aleyhisselam ile Hz. Hızır aleyhisselam kıssasında geçen; “Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf 65) ayet-i kerimesinden hareketle şeriat ve hakikat tanımı yaparlar. Buna göre Hz. Musa aleyhisselamın ilmi şeriat, Hz. Hızır aleyhisselama verilen ledün ilmi ise hakikattir.

Hakikatin varlık şartı şeriattır. Şeriat tam titizlik ve hassasiyetle yaşanmadan hakikat ortaya çıkmaz. Bu sebeple İmam Kuşeyrî kuddise sırruhû; “Şeriat Allah’a kulluk yapman, hakikat ise onu müşahede etmendir” der. O halde Allah’ın emir ve yasaklarına son derece titizlikle riayet etmeyen birinin hakikat davası yalandan ibarettir.

Ebu Ali Dekkak hazretleri Fâtiha suresinde geçen “Yalnız sana ibadet ederiz” ayetinin şeriatı muhafaza, “Yalnız senden yardım isteriz” ayetinin ise hakikati idrak olduğunu söyler. Yani şeriat ve hakikat bir bütün olup, ayrılmazlar. Şeriatın yaşanmadığı bir bünyede hakikat asla yüzünü göstermez.

Anlaşıldığı üzere şeriat zâhiri, hakikat ise bâtını gösterir. İmam Hucvirî kuddise sırruhû, sûfîlerin şeriat ile zâhirî hallerin sıhhatini, hakikatle de bâtınî halin düzeltilmesini kastettiklerini söyler. Şeriatı yaşama gayreti sonucunda Hak Teâlâ kulunu hakikat ile lütuflandırır.

Sûfîler konunun anlaşılması için şeriatı ağaca, tarikatı çiçeğe ve hakikati ise meyveye benzetir. İmam-ı Rabbânî hazretleri bu ilişkiyi şöyle açıklar: 

“Hakikat, şeriatın hakikatinden ibarettir; hakikat şeriattan ayrı bir şey değildir. Tarikat, şeriatın hakikatine ulaşma yoludur. Şeriat ve hakikatten ayrı bir şey değildir. O halde şeriatın hakikatine ulaşmadan önce şeriatın sadece zâhiri elde edilir. Şeriatın hakikatini elde etmek, nefsin itminânı mertebesinde ve velîlik derecesine ulaşmakla mümkün olur. Velîlik derecesine ve nefs-i mutmainneye ulaşmadan önce şeriatın sadece sureti vardır. İman konusunda anlatıldığı gibi, nefsin itminânından önce imanın sureti vardır; itminândan sonra ise imanın hakikati elde edilir.” 

Şu halde hakikat şeriatın içindedir; dışında, ötesinde, ilerisinde berisinde değildir. Şeriatın tam manasıyla yaşanması ile elde edilir. Tarikat ise hakikate ulaşmada bir yöntem, yolculuğu kolay kılan bir vasıtadır. Bir başka deyişle şeriatın kâmilen yaşanması için gerekli metodu ve edebi tahsil etmek için devreye tarikat girer. İşte bütün bunların sonucunda hakikate mazhariyet mümkün olur. Yani Hakk’ın tecellilerini seyretme ve ilâhî sırları görebilen kalbe sahip olma imkânı doğar.

İbn Arabî kuddise sırruhû hazretleri ise hakikati “Cenâb-ı Hakk’ın kulun (beşeriyet) sıfatlarını alıp, ona kendi sıfatlarını vermesi” olarak açıklar ki buna tasavvufta “fenâ hali” de denilir. Bu hale ermek için sâlikin kalbini her türlü mâlâyanîden temizlemesi, güzel hasletlerle bezemesi ve nefsini terbiye edip ihlasa ermesi gerekir. Bunu da tarikat öğretir. 

Ebû Abdurrahman Sülemî kuddise sırruhû hazretleri hakikati şöyle açıklar: “Hak Allah’tır. Çünkü hakikatleri var ve sabit kılan O’dur. Hakikat, hâlleri O’ndan gayrısı ile meşgul olmaktan arındırmanın adıdır. Hakikat, vuslat vaktinde âriflerin vardığı yer, vâsıl olanların sevinç vesilesi, dehşete düşüp heyecana kapıldıklarında âşıkların makamıdır.” 

Tasavvuf tarihi baştan sona bir hakikat anlatısı, sûfîler birer hakikat yolcusudur. Hakikat ise Hakk’ı ifade eder. O halde sûfîlerin derdi Hakk’a vâsıl olmak, yani ulaşmaktır. Buna götüren yolun adı da tarikattır. 

Abdullah Herevî kuddise sırruhû hazretleri hakikatin bin derecesi ve bin cüz’ü olduğunu, bütün bunların üç mertebede özetlendiğini söyler: “İlki ilham, ikincisi feraset ve üçüncüsü basirettir.” 

Sâlik, bu üç mertebeye ulaşmak için gayret eden ve şeriatı vücut iklimine sabit kılmaya çalışan yolcudur. Yolun hakkı verilmedikçe hakikate ulaşılamayacağı gibi insan-ı kâmil de olunamaz. Sâlik, yolun hakkını ve edebini ise ancak daha önce bu yolları geçmiş ve ihlâsa ermiş bir mürşid-i kâmil vasıtasıyla öğrenip hayatına uygulayabilir. Bu sebeple sûfîler şeriat - tarikat - hakikat üçlemesi üzerinde çok dururlar.  

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy