ZÂHİRDE
KALANLARIN ANLAYAMADIĞI
Maveraünnehir’in fethine kadar buradaki yönetimlerle Emevîler arasındaki çatışma sürecinden şiddetli bir İslâm karşıtlığı beklenirken nasıl oldu da bu coğrafya mümin bir Medine haline geldi? Semerkand tarihi uzmanlarına bunu sormuştuk.
Ev sahibimiz Kerim Bey ve arkadaşları, buna benzer soruları bazı tarih araştırmacıları da soruyor ama cevap bulamıyor, diyorlar. 750’de Emevî saltanatını sona erdirip Abbasî iktidarını başlatan iç isyanların en önemlisi olan Ebu Müslim el-Horasanî önderliğindeki Abbasî ihtilalini anlatıyorlar. Bu hareket büyük ölçüde mevalinin, yani Arap olmayan Müslüman toplulukların katıldığı bir ayaklanma. Gerek öteden beri Emevî muhaliflerinin sığındığı bir bölge olması, gerekse mevaliyi teşkil eden önemli bir kitleyi barındırması sebebiyle Maveraünnehir, Ebu Müslim hareketine canla başla destek vermiş. Emevî yönetiminin bölgede yaşayan insanları rencide eden, Müslüman olmalarına rağmen gayrimüslimmiş gibi kendilerinden cizye almayı sürdüren hoyrat tutumundan böylece kurtulma imkânı doğmuş.
Dolayısıyla Maveraünnehir halklarının, diğer eyaletler gibi Abbasî ihtilalini sevinçle karşılaması, yapılan şenliklere iştirak etmesi, hatta intikam için Emevî taraftarlarının peşine düşmesi beklenirken böyle olmamış. Tarihçiler işte buna şaşırıyormuş.
Fakat Maveraünnehir Müslümanlarının her şeye rağmen Emevîlere düşmanlık gütmeyen, Abbasî yönetimini ihtiyatla karşılayan mutedil tavrının sebeplerini de araştırmıyorlarmış.
Miladi 8. asrın başlarından itibaren Maveraünnehir’in derinliklerinde tarihçilerin göremediği bir şeyler oluyor ve bu olanlar her neyse, dışardan bakanları şaşırtan gelişmelere yol açıyor. Semerkand’ın bir sırrı da bu anlaşılan. Konunun uzmanlarını bulmuşken bu sırrın peşine düşelim istiyoruz. Onların bilgileri ışığında Maveraünnehir’in İslâmlaşmasında derinlerde yaşananları keşfedebiliriz diye düşünüyoruz.
Adilov’la beraber gelen diğer komite üyesi Sadullayev’in bir tespitini not ediyoruz. “Müslümanlara, bölgeye yönelik ilk seferlerinden itibaren, Maveraünnehir’in siyasî ve sosyal yapısı sebebiyle hiçbir zaman topyekün bir karşı koyma olmadı” diyor Sadullayev. “Değişik zamanlarda, değişik birimler Müslümanlarla iş birliği yaptı ve dinî aidiyetlere göre belirlenmiş kesin bir ‘iki taraf’ hiç çıkmadı ortaya. Dolayısıyla Müslümanların bütünüyle düşman görülmesi yahut Müslümanlığa düşman olunması söz konusu değildi.”
Ve devam ediyor:
“İpek Yolu başka bir faktör olarak gündeme getiriliyor. Milattan önceki birinci asırdan itibaren varlığını bildiğimiz ve Suriye kıyılarından başlayıp Çin’de biten bir ticaret güzergâhı bu. Yol üzerindeki her merkezde çeşitli mallar alınıp satılmasına rağmen en ağırlıklı ticaret malzemesi Çin’de üretilen ipek olduğu için bu güzergâha İpek Yolu denilmiş. İpek Yolu’nun aslında tek bir güzergâhı yok. Fakat Semerkand, Buhara ve Fergana tıpkı Merv ve Kaşgar gibi bu yolların hiç değişmeyen kavşak noktalarında bulunan konaklama merkezleri arasında.
İpek Yolu’nun önemli bir kavşağında yer almak yalnızca ekonomik refah anlamına gelmiyor elbette. Çift hörgüçlü Asya develerinden oluşan İpek Yolu kervanları Semerkand’dan sadece geçip gitmiyor, bazen haftalarca kalıyor burada. İpek, çay, türlü baharatlar, kıymetli taşlar yanında uzak diyarlardan haberler, hikâyeler, inanışlar, ezgiler, kelimeler de getiriyordu Semerkand’a. Maveraünnehir farklı kültürlere, akıl almaz çeşitliliklere gülümseyerek bakmayı daha kervanların konduğu ilk asırlardan itibaren öğrenmiş olmalıydı.
Nihayet İpek Yolu ekonomisinin açtığı yeni üretim sahaları, kabile asabiyesini ortadan kaldıran bir dayanışmaya zorluyordu insanları. Adilov, 8. asırda dünyanın en kaliteli kâğıdının Semerkand’da üretildiğini hatırlatıyor. Tarım ve hayvancılık yanında mesela dokumacılıktan, deri ve maden işlemeciliğinden Budist mabetlerine konan heykellerin yapımına kadar birçok sektör, ekonomik entegrasyonu zorunlu kılıyordu. Ki bu yapı, uzlaşma kültürünü çok erken dönemlerde bölgeye yerleştirmiştir.”
Müslümanlar Gelmeden Önce
Semerkand’a, Buhara’ya konup kalkan kervanlar, buralarda gördükleri refahı, bilgeliği, hoşgörü ortamını gittikleri uzak diyarlarda anlattıkları için Maveraünnehir asırlar boyu dünyanın bütün mazlumlarına en emin bir sığınak olmuş. Müslümanların akınlarından iki asır önce Bizans’tan kovulan heterodoks Hıristiyanlar, özellikle Hz. İsa’nın ilâhlığını reddeden Nasturîler bu bölgeye gelmiş.
Yine Bizans içlerinden kopup gelen bir grup Yahudi burada emniyet bulmuş. Farklı dinlere mensup bu dindar kesimler zulmün ve muhaceretin bütün zorluklarını tecrübe etmiş olmaları sebebiyledir ki daha sonra Emevî baskısından bunalıp Maveraünnehir’e gelen Müslümanlara hüsn-i kabul göstermişler.
Kerim Bey, özellikle Batılı tarihçilerin bölgedeki İslâmiyet öncesi dinî yapı üzerinde durduklarını, buradan hareketle bazı görüşler geliştirdiklerini aktarıyor.
Meselâ tasavvuf ağırlıklı bir İslâm anlayışının, Maveraünnehir’deki Budizm gibi, Maniheizm gibi kadim dinlerin mistik karakterine çok ters düşmediği için bu dinlerin mensuplarınca kolay kabullenildiğini söylüyorlarmış. Aynı şekilde dinlerinin tahrif edilmiş dogmalarını sorgulayan, arayış içinde olan ve bu nedenle dışlanıp Maveraünnehir’e kaçmak zorunda kalan Hıristiyan ve Yahudilerin hem sonraki dönemlerde İslâm Rönesansı diye adlandırılacak ilim hamlesinin temelindeki “hür düşünce”ye zemin hazırladıklarını hem de İslâm’ın sunduğu doğrular karşısında ihtidaya tereddütsüz yönelmek gibi bir tavrı örneklediklerini vurguluyorlarmış.
Sadullayev, İslâm’ın Ehl-i Sünnet çizgisinde benimsenip yayılmasında çok önemli rol oynayan medreselerin Budist “vihara”larından ilhamla tasarlanıp yapılandırıldığına dair iddiaları da naklediyor. İslâmiyet öncesi Maveraünnehir’de dihkanların belirleyici nüfuzuna dikkat çekip değişme ve gelişmeleri ekonomik istikrar taleplerine bağlayan tezlerden söz ediyoruz.
Dihkanlar, Soğd asıllı büyük toprak sahibi aristokratlar. Ekonomiyi ellerinde tutmaktan başka, muhafız birliklerini de kendi ailelerine mensup gençlerden kurdukları için “tudun” veya “yabgu” denilen şehir meliklerini istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Batılı tarihçilerin çoğu, istikrarı ve ekonomiyi bozacağı endişesiyle dihkanların hızla yayılan İslâmiyet karşısında direnmeyi engellediği görüşünde.
Bu tür etkenlerin maksatlı olarak çok ön plana çıkarılması yahut anlamsız bir güvensizlikle yok sayılması gibi iki zıt tutumun bizi gerçeklerden ne kadar uzaklaştırdığını tartışıyoruz.
Gecenin ilerleyen saatlerine doğru mihmandarlarımız, Maveraünnehir’in İslâmlaşmasındaki en önemli hadisenin Benî Hâşim göçü olduğu görüşünde birleşiyorlar. Tarihçilerin çoğunluğunun bunu herhangi bir muhaceret gibi gördükleri için üzerinde durmadığını, bu yüzden de Maveraünnehir’in İslâmlaşmasını izah edemediklerini söylüyorlar.
(Gelecek ay: Seyyidlerin Göçü)