BİR HAYATIN
İBRET AYNASINDAN
İlim, fikir ve siyaset adamlarının, ülkemiz ve dünya tarihinde iz bırakmış önemli şahsiyetlerin hayat hikâyelerinden alınacak önemli dersler ve büyük ibretler var şüphesiz. Bu açıdan hatırat kitapları yaşanmış tecrübeleri ve ibretli hadiseleri barındırmaları yönünden okunmayı hak ediyorlar. Bunlardan biri de Ahmet Muhtar Büyükçınar merhumun Hayatım İbret Aynası isimli hatıratıdır.
Ülkemizin yetiştirdiği ilim ve fikir adamlarının hatıralarını kaleme almaları bu açıdan çok sevindirici. Bu cihetiyle Mahir İz’in Yılların İzi, Mustafa Öz’ün Yılların Özü, Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralar ve Ahmet Muhtar Büyükçınar’ın Hayatım İbret Aynası isimli kendi hayatlarını anlattıkları otobiyografileri hayata ibret gözüyle bakmamızı sağlayacak çok önemli hatırat kitaplarının önde gelenleri. Bu meyanda yerli yabancı pek çok başka örnek zikredilebilir.
Bu yazımızda bunlardan Ahmet Muhtar Büyükçınar’ın Hayatım İbret Aynası-I-II (Kaynak Yayınları, İstanbul 2006) adlı hatıratından söz edeceğiz. Ancak önce yazar hakkında kısa bilgi verelim.
Ahmet Muhtar Büyükçınar
Ahmet Muhtar Büyükçınar rahmetullahi aleyh, hayatını tam anlamıyla ilme adamış bir isim. 1920 yılında Gaziantep’te doğdu. Cimri bir baba ve merhametsiz bir üvey anne elindeki çok sıkıntılı bir çocukluktan sonra on yedi yaşında ilim tahsiline başladı. Tek Parti döneminin baskıları altında gizlice ve büyük fedakârlıklarla ulaşabildiği hocalardan İslâmî ilimleri okudu.
Bu arada Nakşibendî Tarikatı’na intisap etti ve dört yıl gibi kısa bir zamanda seyr ü sülûkunu tamamlayarak yirmi iki yaşında hilafet aldı. Ancak bu yönünü pek fazla açığa çıkarmadan, hayatı boyunca ilim tahsili ve talebe okutmakla meşgul oldu. Gizlice Suriye’ye kaçıp orada iki sene okudu. Sonra Mısır’a gidip Ezher Üniversitesi’ne girdi. Kırk yaşında Ezher’den mezun olarak 1962 yılında Türkiye’ye döndü.
Dönüşte çeşitli vakıf ve dernekler bünyesinde talebe okuttuktan sonra 1977 yılında Haseki Eğitim Merkezi’nde hocalığa başladı. 1985’te yaş haddinden emekli oldu. Emekliliğini talebe okutmanın yanında daha çok eser yazmakla değerlendirdi.
2013’te Yalova’da vefat ederek Esenköy’e defnedildi. Birçok telif ve tercüme eseriyle birlikte talebelerinin isteği üzerine Hayatım İbret Aynası adlı hatıratını yazdı. Aşağıdaki kısımların hepsi bu eserden alınmıştır.
Büyükçınar’ın İbret Aynası'ndan Hikmetler
Ahmet Muhtar Büyükçınar’ın hatıratı gerçekten pek çok ibret ve hikmetlerle dolu. Biz bunlardan önemli gördüğümüz ve okurken altını çizdiğimiz bazı yerleri buraya aldık. Bunu yaparken mümkün mertebe yazarın üslubuna müdahale etmeden hikmetli gördüğümüz kısımları tırnak içinde verdik. Ancak uzun olan yerleri özetleyerek kendi ifadelerimizle aktardık. Yazımızdaki ara başlıklar da tamamen bizim tarafımızdan konuldu.
Bu girişten sonra Ahmet Muhtar Büyükçınar rahmetullahi aleyhin hayatındaki ibretli kısımlara geçebiliriz.
Cimrilik
“Cimriliğin bir cezası yalnızlıktır. Bu hal Allah’ın değişmez bir kanunudur. Cimrileri Allah da yakınları da sevmez. Sağlığında faydalanamadıkları malından faydalanmak için bir an önce ölmesini beklerler.”
(I. 28)
Kadere İman
“Kadere inanmanın birçok faydası vardır. Bunlardan biri de üzüntü ve tasadan kurtuluştur. Kadere inanan, inancı olmayanları üzen, kedere boğan olayları Hak’tan bilerek soğukkanlılıkla karşılar.
Her şeyin yaratıcısının Allah olduğuna inanarak her şeyde bir hikmet olduğunu düşünür, sonucuna razı olur. Böylelikle büyük bir huzur ve rahatlık içinde olur.” (I. 30)
Çocuk Terbiyesinin Farklı
Bir Yönü
“Bir evde ana baba ve diğer aile fertleri birbirlerine haksızlık eder ve zulmederlerse, bunu gören çocukların haksızlık yapanlara kin ve nefreti artarken, haksızlığa uğrayanlara da acıma ve sevgi duyguları gelişir. Bu duygular çocuklarla birlikte büyür ve kökleşir. Böyle çocuklar geçimsiz ailelerde kimine dost, kimine düşman olurlar.
İşte çocukların büyüklerine karşı isyan ve ayaklanmalarının bir sebebi de budur. Büyükler bu gerçekleri göz önüne alarak birbirlerine sevgi beslemeliler ve aralarında uyum sağlamalılar, birbirlerine kötülük ve eziyet etmemeliler.” (I. 36)
Hayata Oyunla Anlam Katmak
“Bir gün dayım elime dikilecek fasulyeler verdi ve; ‘Muhtar, fasulye ekme işi oyun oynamaya benzer, bunu bir iş olarak yaparsan hem usanır, hem de çabucak yorulursun, onu bir tür oyunmuş gibi düşünür yaparsan yorulmadan ve usanmadan devam edersin’ dedi.”
“Bu olaydan tam on yıl sonra yani on sekiz yaşında Arapça okumaya, bir yandan da okutmaya başladığımda, işlerim çoğalıp dinlenmeye vakit bulamayıp birkaç işi bir arada hatta birkaç kişinin yapacağı işleri tek başıma yapmak zorunda kalınca, dayımın işi oyunmuş gibi ve oyuncaklarla oynuyormuş gibi yapma formülü yardımıma yetişti.
Bu formülü altmış sene uygulayarak yorulmadan ve dinlenmeye gerek kalmadan birkaç işi bir arada yürüttüm. Nitekim ileriki yıllarda iki hocadan ağır Arapça ve dinî dersler alıyordum. Üçüncü bir hocanın kontrolünde hafızlığa çalışıyordum. Birkaç guruba ayrılan 50-60 talebeme çeşitli dersler okutuyordum”.
“Hem de Allahu Teâlâ’nın ‘Şunu bilin ki dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir,’ (Hadid 20) ayetini Kur’an’da okuyup anlayınca, işleri eğlenceymiş gibi yapma formülü hafızama iyice yerleşti ve çalışma hayatımın ayrılmaz bir parçası oldu.” (I. 71-72)
Kitap
“Gün geçtikçe bende kitap sevgisi artıyor, gittikçe sevgim saygıya dönüşüyordu. Kitabın türü ve konusu ne olursa olsun, ona saygı ile yaklaşır, besmele ile alır, onu besmele çekerek okurum.
Nerede bir kitap görsem, onun karşısında otururum. Hiçbir yerde -mecbur kalmadıkça- kitaplara arkamı dönüp oturmamışımdır.” (I. 98-99)
İlim Okutmak İçin Üç Şart
Hocası kendisine ilim okutmak için üç şart ileri sürmüştür:
Birincisi; hocası kendisini Allah rızası için ücret almadan okuttuğu gibi, kendisi de hayatı boyunca talebelerini hiçbir ücret almadan okutacaktır.
İkincisi; okuduklarıyla yani ilmiyle amel edecektir.
Üçüncüsü; ömrü boyunca nâmahremden sakınacak, hiçbir kadına ve kıza kötü gözle bakmayacaktır. (I. 212-213)
Zekâ
“Geri zekâlı gibi görünenlerin çoğu aslında zekidirler. Zekâları çalışmaya çalışmaya körlenmiştir. Sabır ve azimle çalıştırılırlarsa zekâları açılır. İleri yaşta okumaya gelenlerin çalıştıkça zekâlarının gelişmesi, bu kanaatimi pekiştiriyordu.” (I. 252)
Keramet
Tek Parti devrinde Antep’te talebelerine ders okuttuğu Şeyh Fethullah Camii’nde yaşadığı iki olayı caminin bânisi Şeyh Fethullah hazretlerinin kerameti olarak algılar.
Birinci olayda, ibadet ve zikrin yasak olduğu bu devirde camide dervişlerle beraber zikir yaparken, seslerinin dışarıdan duyulduğundan endişe ederek dışarıya çıktığında dehşet verici bir manzarayla karşılaşır. İçerisini zikir sesleri inletirken dışarıda yüzlerce kuşun cıvıltısından başka bir şey duyulmamaktadır. Tekrar içeri girdiğinde ve tekrar dışarı çıktığında aynı manzarayla karşılaşır. Bunu Allah’ın lütfu ve manevi koruyucusu olarak kabul ettiği Şeyh Fethullah kuddise sırruhûnun kerameti olarak kabul eder. (I. 253)
İkinci olayda, camilerin kapatılıp bazılarının ahıra çevrildiği bu devirde Şeyh Fethullah Camii’nin kapatılması kararı çıkıp, askerler camiyi kapatmak için gelince bir yandan Yüce Allah’a yalvarırken bir yandan da Şeyh Fethullah’dan himmet ister. Gözyaşları ve büyük bir tazarru içindeki bu hal ikindiye kadar devam eder. O sırada gelen bir asker elindeki kâğıdı komutana göstererek kararın değiştiğini, caminin kapatılmayacağını söyler. Bunun üzerine Yüce Allah’a şükreder, Şeyh Fethullah’a da kalben teşekkür eder. (I. 329)
Bir diğer olayda kendi şeyhinin himmet ve kerametinden söz eder. Suriye’den Türkiye’ye kaçak dönüş yaparken sınırda büyük bir köpeğin saldırısına uğramak üzeredir. Hemen evliyanın kerametini hatırlayarak gözünü kapatır, manevi hocasını gönlüne alır, kendisini köpekten koruması için de Allah’a yalvarır. Saniyeler geçmeden köpeğin sesi kesilir, gerisin geriye kaçmaya başlar. (I. 307)
Mihenk
“Normal zamanlarda herkes birbirine iyi görünür. İnsanın ne olduğu ve insanlıktaki payı üç yerde belli olur.
Ya ona acil bir ihtiyacın olur, ya onunla uzun yolculuğa çıkarsın, ya da ortaklaşa bir iş yaparsın.
İnsanların mihenk taşı menfaattir. Çıkarı menfaati karşısında sarsılmıyor, dürüst davranıyorsa o güvenilir insandır.” (I. 380)
Çocuk Sevgisi
“Çocuklarımı çok seviyordum. Hâlâ da öyleyim. Onlara bir de torunlarımın sevgisi eklendi. Daha doğrusu bütün çocuklara sevgi besler, yakınlık duyarım. Önderimiz, Peygamberimiz çocukları sever ve ‘Çocuk sevgisi imandan gelir’ der.” (II. 232)
Kararlılık
“Bir iş yapmak isteyince, tereddüde kapılmadan ve o işi gözümde büyütmeden düşünür, karar verir, hemen işe başlarım. Sebepsiz yere işlerimi ertelemem. Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem ‘İşlerini erteleyenler helâk olur, zararlı çıkar, ziyan eder’ buyurmuştur.” (II. 271)
Tefsir Okutma Usulü
Üstad Mahir İz’le aralarında geçen bir konuşmayı nakleder:
Mahir İz Hoca sorar: “Asırlardan beri gelenek haline gelen Tefsir okutma usulüne uymuyorsunuz. Mesela, burada Celâleyn Tefsiri okutuyorsunuz. Siz tefsir kitabını açmayıp, doğrudan Kur’an’ı tefsir ediyorsunuz. Bilâhare de Celâleyn metnini talebelere okutuyorsunuz”.
Cevap verir: “Benim tefsir okutma anlayışım şöyle: Tefsir hocası talebesine hangi tefsir kitabını okutuyorsa, o seviyede Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmeli. Tefsir kitabını tefsir etmemeli. Kur’an’da anlamadıkları olursa tefsir kitapları yardımcı olmalı.
Hoca, Kur’an’ın metnini tefsir ettikten sonra, tefsirin metnini talebe okumalı ki harekesiz yazıları okumaya ve anlamaya alışsın. Vaiz dinler gibi hep hocanın okumasını dinlememeli. Bunu yapmaya yetenekli olmayan bir hoca tefsir hocası olmamalı.
Ayrıca talebelerim Arapça ve temel bilimlerin ışığında, Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmeye alışırlarsa, kendilerine güven ve cesaretleri artar, yeri geldikçe Allah’ın ayetlerini anlatarak ve yorumlayarak İslâm’ı tanıtır ve insanları aydınlatırlar.
Bulundukları her yerde Allah’ın kelâmını anlatmak için yanlarında rahatlıkla küçük bir Kur’an-ı Kerim taşıyabilirler, ama koca ciltleri dolduran tefsir kitabını taşıyamazlar.” (II. 291-292)
Tarikat
Üstad Mahir İz sorar: “Genç yaşta tarikata girmeye neden lüzum gördün?”
Cevap: “Üç yaşımdan başlayarak dedem beni zaman zaman tekkelere götürür, tarikat şeyhleriyle tanıştırır, müridlerle kaynaştırır ve birlikte zikrederdik. Bir yandan da beni hocaefendilerin ziyaretine götürür, onlarla tanıştırırdı.
O zamanki çocuk aklımla aralarında kıyaslama yapardım: Vaizler heyecanla daha çok şeyler konuşur, daha ziyade günahlardan ve cehennem azabından anlatır, onları dinlerken tüylerim ürperirdi.
Tarikat şeyhleri ise daha az ve heyecana kapılmadan sakin sakin konuşur, Allah aşkından, sevgiden, Yaradan’ın hatırı için bütün yaratıkları sevmemizden söz ederlerdi. İnsanlara, bütün canlılara karşı olumlu, uysal, merhametli ve şefkatli olmamızı, büyüklerimizi saymamızı, küçüklerimizi sevmemizi ve kusurlarını bağışlamamızı tavsiye ederlerdi.
Bunları duyarken haz duyar ve kendimden geçerdim.” (...) “Tarikat şeyhlerinin ne sözlerinde ne de davranışlarında korkutucu ve ürkütücü hiçbir şey ne duyar ne de görürdüm.” (...) “On yedi yaşımda yeniden Arapça din tahsiline başlayıp hocalarla haşır neşir olunca, tarikat şeyhlerinin de özlemini duymaya başladım. Özlemimi gidermek için de ara sıra tekkelere gitmeye başladım.”
“Bir sene tekkeler arasında mekik dokuyup tarikatlar hakkında kitaplar okuduktan sonra, şeriatla tarikatın iç içe olduğunu, biri olmadan öbürünün yetersiz kalacağını anladım. O zaman kendi kendime, ‘Muhtar, tarikat ve şer’î ilimler birer kanattır. Bir kanadı kesilen kuşun uçamadığı gibi sen de şeriat ilminin yanı sıra maneviyattan nasibini almazsan, kâmil bir insan ve mükemmel bir Müslüman olamazsın’ dedim.” (II. 293-295)
Bir diğer yerde de tarikata girişinin sonucunu şöyle aktarır: “Özetle diyebilirim ki zâhir ilmin yanı sıra manevi yola girişim, beni karmaşık bir yaşayıştan ve karanlık bir atmosferden düzenli, verimli ve aydınlık bir hayata geçirdi. Allah’ıma sayısız şükürler olsun.
Önceki fırtınalı hayatım, coşkun sular gibiyken sessiz akan ve gittikçe derinleşen durgun sular gibi oldu. Görüşlerim değişti, ufkum genişledi, duygularım derinleşti, çalışmalarımda gayret ve cesaretim arttı. Derslerim daha verimli, daha manalı hale geldi.” (I. 270)
Bir işin zor veya kolay oluşu, kişinin inancıyla orantılıdır ve insanın yapamayacağı bir şey yoktur; insan her şeyi başarır. Yalnız iki şeyi yapamaz. Yoktan bir şeyi yaratamaz ve var olan bir şeye can veremez.
Gandi
İzmir’de otelde dünyayı dolaşmış ve Hindistan’a gidip Gandi ile görüşmüş birisinden şunları nakleder:
“Odasına girdiğimde karşılaştığım Gandi canlı bir insan değil, sanki kemiklerin üzerine deri giydirilmiş bir iskeletti. O güne kadar öyle zayıf bir insan görmemiştim. Benimle Türkçe konuştu. Birçok lisan biliyormuş.
Ona hangi dinden olduğunu sordum. Şöyle izah etti: ‘Hindu dininde olduğumu sanırlar. Hâlbuki ben hiçbir dine bağlı değilim. Bütün dinleri inceledim. Hepsi uydurma, hurafelerle doludur. Akla uygun olan tek din İslâm Dini’dir. Şayet bir dine girmek istesem Müslüman olurum.’
Biz bunları konuşurken hizmetçi bir bardak elma suyu getirdi. İçerken, ‘Bu günlerde günlük gıdam bir elma suyudur’ dedi. Daha sonra kütüphanesine girdik. Her dilden kitabı ayrı bölümlere koymuştu. Türkçe bölümünü gösterirken, ‘Türkleri çok severim, onun için Türkçeyi çok okurum, seninle görüştüğümüze de memnun oldum’ dedi.” (II. 31)
Fatiha ile Ömrün Uzaması
Bir gün hocasının huzurunda Fâtiha’yı bir nefeste okuyunca hocası kendisine, Hz. Peygamber aleyhisselamın “Fâtiha’yı bir nefeste okuyanın ömrü uzun olur” hadisini aktarır.
Buna ilaveten yine Hz. Peygamber aleyhisselamın “Sadaka ve zekât vermek, düşkünlere yardım etmek, görünmedik kaza ve belayı önler, ömrü uzatır” hadisini nakleder. Bunu destekleyici olarak da Kur’an’daki “Ömrü uzayanın ömrünün uzaması veya kısalması mutlaka Allah’ın bilgi hazinesindedir” (Fâtır 11) ayetini okur.
(II. 63)
Başarı
“Yaptığım iş ne kadar ağır ve zor olursa olsun, onu küçük ve kolay görürüm. O işi yorulmadan, kolaylıkla yapacağıma inanırım. Daha doğrusu kendimi işin kolay olduğuna inandırırım. Bu görüş ve inanç, o işi yorulmadan kolaylıkla yapmamı sağlar.
Bana göre bir işin zor veya kolay oluşu, kişinin inancıyla orantılıdır ve insanın yapamayacağı bir şey yoktur; insan her şeyi başarır. Yalnız iki şeyi yapamaz. Yoktan bir şeyi yaratamaz ve var olan bir şeye can veremez. Bunların dışında her şeyde muvaffak olur. Yeter ki yapmasını bilsin, yerinde ve zamanında yapsın.” (II. 74-75)
Sağlık
“Sağlığıma çok dikkat ederim. Yememi içmemi, uyumamı gezmemi, okumamı yazmamı, giyinmemi soyunmamı, bütün hareket ve davranışlarımı sağlık kurallarına uydurmaya çalışırım. Bunun için önem verdiğim hususların başında sağlık bilgisi, sağlığa uygun bilinçli yemek pişirmek ve dengeli beslenmek gelir. Can boğazdan geçer.
Vücuduma ağırlık, ruhuma sıkıntı vermesin diye de az yerim. Böylece ömrümü de uzatmış olurum. Ömürle yemek ters orantılıdır. Az yiyen çok, çok yiyen az yaşar. Arzu edilir ki insan yeteri kadar beslensin, sağlığı zedeleyen yemeklerden ve davranışlardan kaçınsın.” (II. 75)
“Şu anda yaşım 80’i geçti. Bugüne kadar ciddi bir hastalığa yakalanmadım. Mukaddes dinime ve insanlara hizmet için daha nice yıllar yaşamak istiyorum. Zaten Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin hadislerinin ışığında yürüyen, hem sağlıklı hem güçlü hem de uzun ömürlü olur. Son cümlemi yadırgayıp da inanmamazlık etmeyin. Bunu bilerek, inanarak ve tecrübelerime dayanarak yazıyorum.” (II. 86)
Türk Âlimler
“Fakültede (Ezher’de) derse başladığımızın üçüncü günü İlm-i Kelâm dersine girmiştik. Sınıfta benden başka Türk yoktu. Hocam Prof. Dr. Ali Câbir’in sınıfa ilk girişiydi ve beni tanımıyordu. Derse başlamadan evvel kısa bir konuşma yaptı:
‘Çocuklar, dersimiz İlm-i Kelâm. İlm-i Kelâm’ın konusu Allah ve sıfatları, Allah’ın varlığına delalet eden mahlûkat, peygamberler ve onlarla ilgili meseleler, âhiret ve âhiretle ilgili meseleler olduğu için İlm-i Kelâm en önemli ve en şerefli ilimlerden sayılır.
Okuyacağımız kitap Mevâkıf ve başka bir hocanızın okutacağı Şerh-i Akaid’dir. Bu değerli kitapların yazarları Türktür. Şerh-i Akaid’in üzerine 19 şerh ve hâşiye yazılmış! Bunların 17’si Türk ulemasının eseridir.
Kur’an-ı Kerim’e ilk tefsir yazan Allâme Zemahşerî Türktür. Burada okuyacağınız Nesefî ve Ebussuud tefsirleri, daha birçok önemli tefsirler Türk ulemasının eseridir.
Kur’an-ı Kerim’den sonra İslâm Dini’nin ikinci kaynağı olan hadis kitaplarından Kütüb-i Sitte’nin başta Buhârî olmak üzere beşi de Türk eseridir. Dinimizde ve bütün dinlerle ilgili birçok kıymetli eserlerin yazarı da Türktür. Biz Araplara ve bütün Müslümanlara Arapça kelimelerin manasını anlatan ve bu alanda ilk kaleme alınan kaynak Firûzâbâdî’nin yazdığı kamus kitabının ismi nedir? Okyanus’tur.
Sadece bunlar mı? Türklerin başka özellikleri de var: Din birliği kadar, Türklerde mezhep ve inanç birliği de var. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar Türklerin hepsi amelde Hanefî mezhebine, itikadda Mâturîdî mezhebine bağlıdırlar. Hiçbir zaman Türkler Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin yolundan ayrılmamış, yanlış yola sapmamış ve bâtıl mezheplere yönelmemişlerdir. Türkler, tarih boyunca İslâm’ın savunucusu, Müslümanların koruyucusu olmuştur.” (II. 109-110)
Karar
“Dinimize göre kişinin şahsi işlerinde, erkek olsun kadın olsun, kendisi karar vermeli. Kimse kimsenin hakkında karar veremez ve onun hakkında konuşamaz; babası bile olsa.
Bunu sana Peygamberimiz’in zamanında geçen bir olayla açıklayayım. Bir kız Resûlullah’a gelerek; ‘Ya Resûlallah, babam bana sormadan beni birine nikâhladı’ diyor. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem; ‘O adamla evlenmek istemiyor musun?’ deyince, ‘Hayır, onu seviyorum, onunla evleneceğim, fakat evlenme hakkında kızların karar verme hakkı olup olmadığını, diğer kızların bilmesi için soruyorum’ der. Bunun üzerine Peygamberimiz; ‘Kızları ve kadınları, rızaları olmadan kimse evlenmeye zorlayamaz’ cevabını veriyor.” (Ebû Davud, Nikâh 24) (II. 140)
Yüzme
Mısırlı bir subayın kendisine yüzme öğrettiğinden bahsediyor. Buna göre yüzme zor bir şey değildir. Yüzmenin onda biri denize teslim olmaktır, gerisi ise cesarettir.
Fizik kurallarına göre deniz suyunun hacmi insan vücudunun hacminden ağır olduğu için insanı batırmaz, suyun yüzünde tutar. İnsan heyecanlanır korkarsa ağırlaşır, suya batar, boğulur. Bunun aksine, sanki ölmüş gibi kendisini suya teslim eder, yatağa yatar gibi suyun üzerine uzanır, soğukkanlılığını korursa, saatlerce dursa suya batmaz. El ve ayaklarını hareket ettirerek yüzer. Su, korkmadan kendisine teslim olan insanı yüzünde tutar, korkanı ise batırır, boğar. Korkmaz hale gelince, yani boğulup ölünce tekrar yüzeye çıkarır.
Özetle, deniz korkmayanı yüzdürürken korkanı öldürür. Ancak huyunu ve suyunu bilmediğimiz yerde denize girmemek gerekir. Çünkü bazı yerde akıntı, bazısında da girdap olur. Bunlara yakalanan acemi yüzücülerin çıkması çok zor olur. Sonuçta insanın soğukkanlılıkla, yavaş yavaş kendisini denizin kucağına bırakması gerekir. (II. 213)
“Denize girmeden önceki senelerde sık sık nezleye yakalanır, kış aylarında da soğuktan etkilenirdim. Yüzmeyi öğrenip, yaz aylarında denizde bol bol yüzmeye başladıktan sonra o rahatsızlıklardan kurtulduğum gibi kışa da daha güçlü ve daha enerjik girmeye başladım.
Böylece genel sağlığımı da korumuş oluyordum. Çünkü yüzmek en sağlıklı ve en yararlı spordur. Bu yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ümmetinin yüzmesini ve çocuklarına da yüzmeyi öğretmelerini emretmiştir. O’nun her sözünde nice hikmetler vardır.” (II. 215)
Talebe Okutmak
Artvin’e hoca olarak gönderdiği talebesine şunları söyler:
“Artvin’de okutmaya başlayınca çalışmaların şöyle olacak:
İlkokul mezunu çocukları alacaksın. İki sene sıkı bir eğitimden sonra ortaokula göndereceksin. Orta ve liseyi bitirinceye dek, uygun vakitlerde haftada üç kez kursa gelecek, iki saat ders alacak, bir saat yeni gelenlere ders verecekler. Böylece Arapça ve din derslerinde yeni bilgiler edinirken, bir yandan da eski okuduklarını tekrarlamış olacaklar. Liseyi bitirenler üniversiteye gidecekler.
Böylece memleketimizde dinini ve dünyasını bilen dindar elemanlar yetişecek ki hem dinlerine hem de memleketlerine layıkıyla hizmet edebilsinler.” (II. 306-307)
Sır
“Ömür boyu uyguladığım bir huyum vardı. Dertlerimi ve sıkıntılarımı, şayet çare bulamayacaklarsa ne aileme ne dostlarıma, kimseye söylemem, problemlerimi kendim çözmeye çalışırım. Bir yararları olmayacaksa, onları da üzmeye ve sıkıntıya sokmaya ne hakkım vardı?” (II. 319)
Eğitim
“Evde dört türlü çalışmalarım vardı:
Bazı talebelerimin iştirakiyle, sahih hadis kitaplarından Sünen-i Nesâî’nin bana düşen bölümünü tercüme ediyordum. Ortaokula giden kızım Ayşe daktilosunu yapıyordu.
Aralarında bazı müftülerin de bulunduğu din görevlilerine tefsir, hadis ve Arapça okutuyordum.
Hariçten İmam Hatip okulunu bitirme imtihanına hazırlanan genç kızlara Arapça, din ve meslek dersleri okutuyordum. Bunlar zaman zaman yatılı talebe gibi evimizde kalıyorlardı.
Mahallemizdeki genç kızlara ve bazı bayanlara Kur’an-ı Kerim ve din dersi veriyordum.” (II. 345-346)
Yeşil Kubbe
“Medine şehrinin girişinde ‘Müslüman olmayanlar giremez’ yazısı bizi oldukça duygulandırdı. Ravza-i Mutahhara’ya (Resûlullah’ın mescidine) yaklaştıkça heyecanımız artıyor, sabrımız tükeniyordu.
Kendimizden geçmiş bir haldeydik. Abdurrahman Hoca efendimizin ilk talimatıyla kendimize geldik. ‘Arkadaşlar, Kubbe-i Hadrâ (Resûlullah’ın yeşil kubbesi) görününce yapılan dualar kabul olunur. Dikkatli olun, biraz sonra mübarek kubbeyi göreceğiz’, demesiyle rüyadan uyanır gibi olduk.” (II. 351)
Kâbe
“Kimi zamanlarda ve bazı yerlerde dualar kabul olunur, geri çevrilmez. Bunların başında Kâbe, Medine’deki Ravza-i Mutahhara gelir. Biraz sonra Kâbe’yi göreceğiz. O zaman telbiyeyi kesip tekbir getireceğiz ve dua edeceğiz. Kâbe’yi görünce yapılan dualar kabul olunur.” (II. 362)
. . .
Bereketli bir hayatın aynasından yansıyan hikmetlerden bazıları bunlar. Yüce Allah ibret almayı ve örnek edinmeyi nasip etsin.