Aramak

Ayın Konusu

BİR NEFES SIHHAT

Her işinde şifa arayışında olan, içtiği suyu, ikram ettiği yemeği “şifa olsun” duasıyla bitiren bir millet değil miyiz? 

Rabbimizin rızası için sıla-i rahim yaptığımızda, tebessüm ettiğimizde, sadaka verdiğimizde, bunların da şifaya vesile olmasını umuyoruz. Öyle anlaşılıyor ki şifa sadece hastalık halinde peşinde olmamız gereken bir şey değil. Her daim şifayı aramak gerek.

Ancak şifamız, sağlığımız maalesef ki pek kıymetini bilmediğimiz bir servet. Onu başka servetlerin peşinde koşarken öyle hoyratça harcıyoruz ki ancak kaybettiğimizde anlıyoruz parayla satın alınamayacak bir şey olduğunu.

Bazı işler istediğimiz gibi neticelenmediğinde kulağımıza fısıldanan bir ifadedir: “Sağlık olsun.” Yeter ki sağlığın yerinde olsun, yeniden başlarsın manasına gelir. “Dünya işleri için fazlaca dertlenme, kafana takma, kalbini meşgul etmeye değmez” anlamını da barındırır bu ifade. 

Bir dostumuz bize sağlık olsun dediğinde, beden sıhhatinin önce kalbin sıhhatinden geçtiğini, kalbimizi meşgul eden meseleleri bir kenara bırakmamız gerektiğini hatırlatmak ister. Böylece bir inşirah, göğsümüzde genişleme hissetmemizi
temenni etmiş olur. 

Bu ifadede gizli olan teslimiyete sığınabilirsek, kendimizde hem yeniden başlayacak gücü hem de kalbimizi tezkiye edebilecek dirayeti buluruz.

Beden sağlığının, “sağlık olsun” ifadesinde saklı hale rıza göstermek, sabretmek, kanaat etmek, tevekkül etmek gibi değerlerle ilişkisi olmalı ki bunların terkinin sağlığın bozulmasına sebep olabileceği düşünülmüş. 

O halde “Sağlığımız yerinde mi?” diye düşünürken meseleye bir de bu açıdan bakalım. Bunca dünya meşgalesi içinde işler istediğimiz gibi gitmediğinde “sağlık olsun” diyebiliyor muyuz? 

Bir taraftan yeniden başlayacak gücü kendimizde bulamamak, diğer taraftan mutlak kazanma arzusu, yaşananlar karşısında sağlık olsun demeyi zaman zaman unutturuyor bize. “Hele şu işi de bir halledeyim, biraz daha gayret edeyim” derken kendimize dair pek çok şeyi ihmal ediyoruz ve bir de bakıyoruz ki hastalık hiç hazır değilken gelip bizi bulmuş. 

Oysa bunca telaşın sonunda biraz rahatlamayı, biraz soluk almayı umuyorduk. Arzuladığımız rahat için gecemizi gündüzümüze katmıştık. Tam da işler yoluna girmişti. Ve maalesef hastalık gelip bizi bulduğunda anlayabildik, ancak asıl rahatın sağlık ve huzur olduğunu.

Yediklerimiz ve gördüklerimiz 

Hayatın koşturmacası ruh sağlığımızı etkiliyor, bu bir gerçek. Ama diğer taraftan bedenî sağlığımıza tesir eden pek çok olumsuz durumla da başımız dertte. Yaşadığımız şehirlerde hep bir telaşın içinde buluyoruz kendimizi. Yetişmemiz gereken yerler, yetiştirmemiz gereken işler derken her şeyden önce yiyip içtiklerimize pek dikkat etmiyoruz. 

Oysa insanın tükettiği gıdaların ve tüketme biçiminin sağlık üzerinde ciddi etkisi var. Her şeyden evvel yiyip içtiklerimizin helal ve temiz olmasına dikkat etmemiz gerekiyor. Sağlıksız koşullarda üretilen, hijyene dikkat edilmeyen, akla hayale gelmeyecek katkı maddeleriyle üretilen gıdalar hem ruh hem beden sağlığımızı etkiliyor. 

Bir de bunların üzerine aşırı yemek, vakitsiz yemek, hızlı yemek eklenince insanın yiyip içtiklerine dair pek çok ihmal sağlığının bozulmasına yol açıyor. Bu hususta Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine uygun bir usûl üzere olmanın insanın hem beden hem ruh sıhhatiyle doğrudan ilişkisi var. Yeme içmenin adabı koşturmaca içinde ihmal edildiğinde hem beden sağlığımız bozuluyor hem de ruh sağlığımız. 

Sadece yediklerimiz değil; baktıklarımız, gördüklerimiz, maruz kaldıklarımız da sağlığımıza tesir ediyor. Nazarın insan üzerindeki tesiri elbette meselenin bir tarafı olmakla birlikte yaşadığımız kent hayatında gözlerimiz beden sağlığımızı etkileyecek kadar aşırı uyarıcıya maruz kalıyor. 

Işık kirliliğinin sağlığımıza tesirleri ortadayken bir de gün boyu elimizden düşürmediğimiz, gece dahi yanımızdan ayırmadığımız ekran ışıkları sıhhatimize tesir ediyor. Gözlerimizi ekranlardan ayırmıyor, sosyal medya mecralarında gün boyu vakit geçiriyoruz. Kıyamet günü geldiğinde “Vaktini nerede geçirdin?” sorusuna muhatap olmadan önce vaktimizi nerede geçirdiğimizi bir hesaplayalım. 

Yapılan araştırmalara göre Türkiye’de günlük ortalama ekran başında geçirilen sürenin yedi buçuk saate yakın olması hayli düşündürücü. Günlük ekran süresini söyleyince belki durumun vahameti tam anlaşılmayacaktır. Meselenin bir de ay ve yıl olarak neye tekabül ettiğini ifade edelim. 

Günde ortalama 7 saatini ekran başında geçiren bir kişi için bu süre aylık 9 buçuk güne, yıllık 112 güne denk geliyor. Hayatının yaklaşık üçte birini ekran başında geçiren bir kişinin bedenen ve ruhen sağlıklı olmasının pek de imkânı yok. 

Bunun adı konulmamış bir cinnet hali olduğunu söylesek herhalde abartmış olmayız. Ekran başında dahil olmadığımız hayatların gözlemcisi olarak vakit geçirirken kendi hayatımızı elden kaçırdığımızı fark etmiyoruz bile. Görüp duyduklarımızdan etkilenerek asabımızın bozulması, yaşadığımız stres,
kaygı hali ise cabası. 

“İki nimet vardır ki insanların çoğu onları değerlendirme hususunda aldanmıştır. Bu iki nimet sağlık ve boş vakittir.” (Buhârî, Rikâk 1) buyuruyor Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem. 

Ekran başında vaktimizi geçirirken hem sağlığımızı hem vaktimizi kaybediyoruz. Günlük işlerimizde arzuladıklarımızın gerçekleşmemesi karşısında henüz “sağlık olsun” diyememişken, daha tevekkül edememişken umduğumuz halde gerçekleşmeyen işler karşısında bir de bizi ilgilendirmeyen pek çok meseleyle ilgili kaygılar yaşıyoruz. 

Oysa Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem hadis-i şerifte; “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, Müslümanlığının güzelliğindendir” buyuruyor. Vaktinin büyük bölümünü ekran başında geçiren bir kişinin kendini ilgilendirmeyen yüzlerce meseleye maruz kalması kaçınılmaz. Sağlığımızla birlikte selametimizi de yitiriyoruz belki
farkında olmadan.

Hastalık gelmeden önce

Sağlık maalesef ki pek kıymetini bilmediğimiz bir servet. Onu başka servetlerin peşinde koşarken öyle hoyratça harcıyoruz ki ancak kaybettiğimizde anlıyoruz parayla satın alınamayacak
bir şey olduğunu. 

Muhibbî’ye “Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi” dedirten idrâke henüz sağlıklıyken erişmek ne güzel bir nimet. Aslında bunu biliyoruz bilmesine de hastalık gelmeden önce idrâkine ulaşamıyoruz. Nasıl ki sağlıklıyken “şu işi de bir halledeyim rahata ereceğim” diyorsak, sağlık elden uçup gidince de “Ah bir sıhhate kavuşsam, ah bir ayağa kalksam!” diye devam ediyor yakınmalarız. 

Şifaya bir kavuşabilsek her şeye yeniden başlayacağız. Oysa şifa biz sıhhatteyken de yanı başımızdaydı da belki biz fark etmedik. Her işinde şifanın arayışında olan, içtiği suyu, ikram ettiği yemeği “şifa olsun” duasıyla bitiren bir millet değil miyiz? 

Rabbimiz’in rızası için sıla-i rahim yaptığımızda, tebessüm ettiğimizde, sadaka verdiğimizde, bunların da şifaya vesile olmasını umuyoruz. Öyle anlaşılıyor ki şifa sadece hastalık halinde peşinde olmamız gereken bir şey değil. Her daim şifayı
arasak ne güzel ederiz. 

Bize iyi gelecek, kalbimize huzur, gönlümüze sürûr verecek şeyler bize şifadır. Hazreti Mevlanâ’nın dediği gibi “dostun yüzünü görmek” şifadır gönlü daralana. Allah için seyahat etmek, akrabayı, dostları ziyaret etmek şifadır ruhu sıkılana. Allah rızası için yapılan bütün işlerde, rızâ-yı ilâhîyi kazanma niyetiyle birlikte gelen bir de şifa vardır. Çünkü böyle işler dünya meşgalesi için değildir. 

Muhabbetle yapılan işlerin kişiye şifa olacağını, bunun dışındakilerin ise angarya olduğunu, angaryanın ise bedenimizi yıprattığını biliriz. Öyle ya “gönülsüz yapılan aş, ya karın ağrıtır ya baş” demiş eskiler. Bir işin muhabbetle yapılması için de niyetin ancak Allah rızası olması gerekir. 

Dahası, her şeyden evvel Kur’an-ı Azîimüşşan ruhlara şifa, kalplere devâdır. Gönlümüze şifa olacak bunca husus varken ruhumuzu daraltan işlerin peşinde mi koşacağız? Bedenimizi şifaya vesile olacak muhabbetle yapılan işlerle mi yoksa angaryaların altında mı yıpratacağız?

Nerede yıpranıyoruz?

Her birimizin bir hastalık belirti verene kadar geçen bir hikâyesi var. Bu hikâyede sadece bedenimiz değil kalbimiz de halden hale evriliyor. Vaktimizi geçirdiğimiz insanlar ve mekânlar halimizi etkiliyor. Biz bedenimizdeki olumsuz değişimleri görüp buna çareler aramaya çalışırken kalbimizin halini
bazen ıskalıyoruz. 

“Ey kalpleri eviren çeviren Allahım, kalbimi dinin üzere sabit kıl.” (Tirmizi, Kader 7) nebevî duasında buyurulduğu üzere, zaman geçip giderken, beden sıhhatimizle birlikte kalbimizin sıhhati üzerine de
düşünmemiz gerekiyor. 

Hastalık ortaya çıktığında derdimize çare olacak reçeteler aramaya başlıyoruz. Şifayı ihsan edenin Allah Teâlâ olduğunu biliyor, şifaya vesile olacak tıbbî reçetelerin arayışına giriyoruz. Ama vesileyi hayat hikâyemizin muhasebesinde de aramalıyız. 

Sıhhate kavuşmayı temenni ederken kalbimizin sabitesini bozan bazı hayat rutinlerimizin de farkına varmamız gerekiyor. Çünkü hastalığımızın ortaya çıkmasında bu hallerin de tesiri var. Hayatımızda yapacağımız bazı değişiklikler belki ilaçlardan çok şifa bulmamıza vesile olacak.

Hatta hastalıklar ortaya çıkmadan önce bir tedbir olarak check-up yaptırdığımız gibi zihnen de kendimizi muhasebe etmeli, kendimize zaman zaman şunu sormalıyız: “Bedenimi hangi dünya meşgalelerin peşinde yıpratıyorum? Sağlığımı hiçbir ilacın çare vermeyeceği şekilde kaybettiğimde, bedenini nerede yıprattın sorusuna nasıl cevap vereceğim?” 

Bir hadis-i şerifte Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Hiçbir kul, kıyamet gününde ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” 

Hadis-i şerifte işaret edilen sorular insanın dünya hikâyesi bittiğinde kendisine sorulacaksa, bunların cevabını yaşarken aramamız gerekmez mi?

Dünya peşinde koşarken

Bazen öyle telaşların içine düşüyoruz ki yaşadığımız stresin sonucunda farkında bile olmadan yıpranıyoruz. Ruhumuz daralıyor, kalbimiz gece gündüz o işle meşgul oluyor, uykularımız kaçıyor. Öyle bir noktaya geliyor ki bu durum, artık o halin hayatımızı tamamen işgal ettiğini bile fark edemiyoruz. Daraldıkça daralıyoruz. 

Arzuladığımız ise sadece dünyalık bir kazanç. Bu kazancın uğrunda takatimiz tükeniyor, yıpranıyor, hastalanıyoruz. 

Bir hadis-i kudsîde şöyle buyrulur: “Ey dünya! Bana hizmet edene (yani Hak yolunda gayret gösterene) sen de hizmet et. (İhtirasına mağlûp olup) sana hizmet edeni ise, kendi işlerinde yor ve yıprat.” 

Hastalanacağız, bedenimiz de elbette yaşlanacak. Peygamberler, evliyalar, sıddıklar; evet, onlar da hasta olmuşlar. Hastalanınca şöyle bir geriye dönüp baktığımızda kaybettiğimiz sıhhat, peşinde koştuğumuz hırsların bakiyesi ise, bize kalacak olan derin bir pişmanlık olacaktır. 

Sağlığın yerinde olması, bir yönüyle hastalık isabet ettiğinde dahi kalbin itminan halinde olması değil midir? Sıhhatimizi yitireceğiz. Hayatı “Allah’tan geldik yine O’na döneceğiz.” bilinciyle yaşadığımızda ise bize kalacak olan bir itminan hali olacaktır.

Bir vefat haberi aldığımızda hepimizin ilk dile getirdiği ifade olan “Allah’tan geldik ve nihayet ona döneceğiz.” mealindeki ayet-i kerime, bize bir musibet isabet ettiğinde durmamız gereken yeri söyler, aslî hayat gayemizi hatırlatır. 

Yalnızca Allah’a kulluk etmek için yaratılan insan bütün hayat meşgalelerinde bu kulluk bilinciyle hareket ettiğinde malından, hasılatından bir eksilme meydana gelse bile sabreder. Nereden gelip nereye döneceğini unutmayan insan bütün noksanlıkların bir imtihan olduğunu da bilir. 

İnsan dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu unuttuğunda Yaratıcısı’nı da unutmuş demektir. O kişi “Kim beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak.” (Tâ-Hâ 124) ayet-i kerimesinde işaret edilen durumun muhatabı olur. 

Buradaki sıkıntı sadece ekonomik anlamda maişet darlığı değildir. İnsan maddi refah içinde olsa bile Allah’tan yüz çevirdiğinde onun kalbini her daim rızık endişesi kaplar. Daha fazlasını kazanmak arzusuyla kendisini türlü sıkıntıya sokar. Servetin içinde bile olsa kalben huzura erişemez. Oysa kalbin huzuru rızık endişesinden uzak kalabilmekle mümkündür. Sağlığımızın yerinde olması her şeyden evvel kalbimizin huzur içinde olmasıyla ilgilidir. 

Kalbin dünya telaşından uzak kalması, Allah’ın zikriyle dolu olması, sıhhatini kaybetmiş insanda bile bir sekinet halinin ortaya çıkmasına sebep olur. 

Böyle bir kalp sıhhatine erişmiş kişi, Yunus Emre hazretlerinin şu mısralarında dile getirdiği kulluk kıvamına ulaşmış olacaktır: 

“İster cefa ister vefa
Kahrın da hoş lütfunda hoş.
Bir dert gönder yahut deva
Kahrın da hoş lütfunda hoş.”

Kalbimizi ne meşgul ediyor?

Hislerin, hastalığın ortaya çıkması veya sağlığın yeniden kazanılması ile derin bir ilişki içerisinde olduğu bilinir. Eskiler “duvarı nem, insanı gam yıkar” veya “ağacı kurt, insanı dert yer” derken, bize bu derin ilişkiyi hatırlatmak istemişlerdir. 

Bu hikmetli sözlerde nefsin arzularının kalbi daraltacağına, bu daralmanın içten içe bedene sirayet edeceğine, sağlığın bozulmasına sebep olacağına bir vurgu vardır. Bedenin sağlığıyla birlikte ve ondan evvel kalbin sağlığına vurgu yapılır.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o, iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur. O bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O kalptir.” 

İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh kalbi şöyle izah etmiştir: “Kalp kelimesi iki manada kullanılır. Birincisi; göğsün sol tarafına yerleştirilmiş, çam kozalağı şeklindeki özel bir et parçasıdır. Bu kalp hayvanlarda, hatta ölülerde dahi vardır. İkincisi ise Rabbânî ve ruhanî bir latîfe olup, cismanî kalple bağlantısı vardır. İşte bu latîfe insanın hakikatidir. 

İdrak eden, bilen, kavrayan, muhatap olan, cezalandırılan, kınanan ve sorumlu tutulan odur.” (Gazâlî, İhyâ, III, 3) 

Ruhanî kalbin cismanî kalple bağlantısını İmam Gazâlî hazretlerinin izahatıyla birlikte düşündüğümüzde, ruhanî kalbimizi meşgul eden meşgalelerin cismanî kalbimize de tesir edeceğini anlayabiliriz. Nitekim doktorlar, kalp rahatsızlığı olanlara stres ve sıkıntıdan uzak durmalarını söyler. Stres ve sıkıntının asıl sebebini ise siz biliyorsunuz: Dünyaya gerektiğinden fazla önem vermek. Bu noktada tasavvufun tariflerinden birini de hatırlayalım: “Kederden safaya ulaşmak.” 

Yukarıdaki hadis-i şerif bize Allah Teâlâ’nın emirlerine uygun hayat sürmenin ancak kalbin düzelmesi ile mümkün olabileceğini işaret eder. Kalp Allah’ın ve O’nu sevenlerin muhabbetiyle dolu; Allah korkusu ve O’nun yasaklarını çiğneme endişesi ile atıyorsa bütün organlar düzelir. Kalp bozuk olursa nefsin hoşuna giden şeyleri yapma arzusuyla dolar. Bu durumda bütün organların davranışları bozulur.

Taşıyamayacağı yükü sırtlanmak

İnsan nefsinin arzularınca hareket ederken kendisi farkına varmasa da dünyanın türlü ağırlıklarını yüklenir. Hırslar insanı her geçen gün taşıyamayacağı daha ağır yüklerin altına sokar. İnsan, nefsinin dünyaya meyliyle mâsivânın ağırlığı altında ezilirken, nefs hep daha fazlasını isteyerek bedeni kendi
hizmetine koşmak ister.

İşte insanın bu kaldıramayacağı yüklerin altına girmesini modern psikoloji “stres” kavramıyla açıklar. Aşırı stres, talepler makul kapasiteyi aştığında meydana gelir. Mesela aşırı gerildiğinde lastik bir bant kopar, yay deforme olur. İnsan için de
durum böyledir. 

İnsan, nefsini dizginleyemeyerek taşıyamayacağı yüklerin altına girdiğinde, makul olanı idrak edebilecek akıl terazisi bozulduğunda, nefs daha fazlasını istese de beden bir müddet sonra bu yükün altında ezildiğinin sinyallerini vermeye başlar. Nefs-i emmâre bedeni arzudan arzuya koştururken, hiçbir sesi duymak, hiçbir sinyali görmek istemez. Ta ki bedenin takati tükenip sıhhati elden gidene dek. 

Bu yüzden nefs terbiyesi, bedenin haddini aşan mâsivâ yükünün altında ezilmemesi, kişide bir sekînet hali oluşması demektir. Sağlığımızın yerinde olması bu yüzden biraz da nefsin terbiyesiyle ilgilidir. Nefsi terbiye olmuş kişi sıhhatini yitirmiş de olsa afiyettedir ve “Rabbi ondan razı, o da Rabbi’nden razı” müjdesine mazhar olarak ebedî yurduna döner. 

Sağlığı yerindedir, çünkü Yunus Emre hazretlerinin ifadesince ondaki hal “ölürse ten ölür, canlar ölesi değil” mısralarında şahitliğini bulur. 

Mana eri bu yolda melûl(hasta) olası değil
Mana duyan gönüller, hergiz(asla) ölesi değil.
Ten fânîdir, can ölmez, çün gitti geri gelmez
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.

Ve:

Yarattı Hak dünyayı Peygamber dostluğuna
Dünyaya gelen gider, bâkî kalası değil...

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy