Aramak

Tavan Arası

Neye Nasıl Bakıyoruz?

Dünya gibi kaotik bir yerde doğan insan, ayet-i kerimenin de ifadesiyle göklerin, yerlerin ve dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenendir. Ve insan çok zalim, çok cahildir.

Bu bilgisizlik ve zalimlik insanın özünde var. Fakat yine insana bahşedilen akıl ve kalp bu vasıfların terbiyesi için. Doğru kullanıldığında, istikamet üzere tutulduğunda bu emanete sahip çıkabiliyor. Aksi takdirde cehalet ve zulmünü artıyor. 

İnsanoğlu yaratılışından beri bir anlam arayışı içinde. Bunu insan olmanın bir gereği olarak yapıyoruz. Zamana, mekâna, nesnelere, kavramlara en çok da kendimize bakışımız, içimizdeki boşluğu doldurma çabası hep.

Varlık da yokluk da, soyut somut her şey bizi yakından ilgilendiriyor. Bütün bunlara nasıl bakıyorsak ve hangi anlamları yüklüyorsak ona göre yaşıyoruz. 

Tabiri caizse dünyaya, hayata anlam veren aslında bakış açımız. Yani bütün olan bitene karşı tavrımız; durduğumuz, baktığımız yer. Bizi belirleyen, belli bir yere ait kılan şey.

Ayrıca bakmak ibadettir denilir; bizi çepeçevre kuşatan göğe, yere. Öyle üstünkörü bir bakış değil tabii. İbret nazarıyla, müstakim bir bakışla. 

Elbette bir şeyi anlamlandırmak da bakış açısı da doğuştan gelen bir kabiliyetle elde edilmiyor. Zihin nereden besleniyorsa ona göre şekilleniyor.

Neticede doğru bakmak, doğru anlayabilmek insanın kendisine yapacağı en büyük iyiliklerden. Yoksa nefsiyle baş başa kalıp doğru bir bakış açısına sahip olmayan insan, özündeki cehalet ve zulme mahkûm kalıyor. 

Yazar Ahmet Murat’ın kaleme aldığı “Avarelik Görgüsü” kitabı konuyla ilgili önemli mesajlar içeriyor. Kitap; zamana, mekâna, eşyaya ve kendimize nasıl bakmalıyız sorusuna tatmin edici cevaplar veren edebî yazılardan oluşuyor. 

Hemen hemen her yazısında modern toplum eleştirisi yapan yazar, bir yazısında da sıradan bir şelalenin önünde mola verdiğini ve orada yaşadığı trajikomik hadiseyi şöyle aktarıyor:

“Tabiat genellikle yavaş hareket eden bir dekordur. Bu sebeple biz kültür ve şehir yaratan, yani gürültü ve hareket üreten insanları yatıştırır ve şaşırtır. Tabiatta her şeyin tam da yerini bulduğuna dair bir inanç tazelenir durur. Ama bunu genellikle sular bozar. Akan, düşen, çağlayan, kaynayan, köpüren sular... İşte bu şelale de, şimdi karşımda, o dağın tepesinden uçuşup durarak, tabiat dekorunu ırgalıyordu.

Suyun düştüğü yerde biteviye köpükten bir düğüm atılıyordu. Suyun renksizliğini yaralayan, suyun içinden yadırgatan bir beyazlık çıkartan bir düğüm. Yukarıdan aşağıya kendisini bırakan gelinin duvağının, suyun düştüğü yerdeki inatçı bir çalıya takılı kaldığını düşündüren
bir düğüm.

Bakir tabiat bizde haşyet uyandırır. Göğe doğru yürümüş ağaçlar, yalçın dağlar, gökte gezinen bulutlar, hayvan izleri, bir yerde kaynayıvermiş küçük bir pınar. Bütün bunlar, bizim denetleyemediğimiz bir dünyanın parçaları olarak bizi güçsüz ve dayanıksız kılar. O suyun orada, hesapsızca ve görünür bir fayda sağlayamadan akıp gitmesi bizi tedirgin eder. Ama aynı zamanda o suyu akıtan bir kurgu karşısında bizde haşyet uyandırır. O hayvan izleri, benim tamamen habersiz olduğum bir gerekçeyle, oralarda bırakılmıştır: bir ağaç kabuğuna takılı kalan tüyler, bir yeşil sürgündeki diş izleri, küçük hayvanların kabarttıkları toprak. Bütün bunlar sebepsizce güzeldir. Bütün bunları açıklayamam. Bu durumsa beni çaresiz bırakır ve beni o anda yapmam gereken tek şeye, haşyet ve temaşaya mahkûm eder.

Benim şelaleye ulaştığım dakikalarda, bir otobüs de şelale kenarında mola verdi. Bir tür teyze ve abla otobüsüydü bu. Göz açıp kapayıncaya kadar, şelaleyi izlemeye alıştığım kıyı onların endişeli ve gürültücü sesleriyle doldu. Ama o da ne? Orada, o tabiat içinde beklenmedik bir infilak gibi bütün dikkatlere el koyan, bütün dekorun odağına yerleşen o büyük, o görkemli, o çılgınca güzel suya neredeyse bakmıyorlardı. Yani tabii ki bakıyorlardı ama adeta görmüyorlardı. Büyülenmiş gibi değil, üzerine titredikleri bir huşu halini korur gibi değil, konuşunca karşılarındaki güzelliği atlatmaktan korkar gibi değil; telaşlı, ihtilaçlı, havaleli gibi davranıyorlardı. Hemen hepsi zaten ellerinde hazır tuttukları cep telefonlarıyla, acele ve panik içinde, sanki suyun akmasına duydukları bir öfkeleri varmış gibi, suyu dondurmak ve susturmak ister gibi fotoğraflar çekmeye başladılar. Birbirlerini ite kaka, o kıyıda selfie çekmek için yer kapmaya çalışıyorlardı. İkişerli üçerli gruplar oluşturuyorlar, suyun önünde fotoğraf çektiren grup bekleyenler tarafından habire uyarılıyordu. Suyu görmeye değil ama kendilerini suyun önünde görmeye geldikleri açıktı. Hatta belki de kendilerini suyun önünde görmekten daha önemlisi, suyun önünde göstermekti.

Bu olan biten karşısında düştüğüm dehşeti ve şaşkınlığı pekiştiren sey, bütün bu temaşa ve haşyetten yoksun kargaşanın orta yaşlılar ve yaşlılar tarafından, tabiata bakmayı ve hayret etmeyi öğrenememiş bir grup genç değil, aslında bunu belki de öğrenmiş ama unutmuş, unutmak için de gayret eden bir grup yetişkin tarafından yaratılması
oldu aslında.

Kayıt altına alamadıkları bir güzellik tarafından tedirgin edilenlerin artık sadece gençler olmaması gerçeği tarafından tedirgin edildim. Böyle.” (Ahmet Murat, Avarelik Görgüsü, s. 36-37, Ketebe Yayınları, 3. Baskı.)

İki Cihanda Sultan

Sultan I. Ahmed Han gönlü maneviyat dolu, dindar, müttaki bir padişahtı. Daima ilim irfan ehliyle vakit geçirirdi. Devrindeki Allah dostlarına çok kıymet verir, sürekli ziyaretlerine giderdi. 

1. Ahmed “Bahtî” mahlasıyla şiir de yazardı. Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme muhabbeti çoktu. Hatta bir beytinde şöyle der: “Nola tâcım gibi başımda götürsem dâim / Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Resûl’ün.” (Resûl-i Ekrem’in ayak izini keşke her zaman başımda taç gibi taşısam.) 

Bir gün Mabeyinci Mustafa, vefatından bir gün önce Sultan Ahmed Han’ın odada görünmeyen bazı kişilere dört kez “ve aleykümselam”
dediğini işitti. 

Bir mana veremediği bu garip halin sebebini sorduğunda Padişah şöyle cevap verdi:

O sırada yanıma Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali geldi. Bana; “Sen dünya ve âhiret sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin yanında olacaksın!” buyurdular. 

Gerçekten de ertesi gün 28 yaşında vefat etti.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy