Yolun Edepleri
17. yüzyılın Nakşibendî mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektûbât’ında şöyle der:
Bizleri peygamber edebiyle edeplendiren ve Hz. Muhammed Mustafa’nın ahlâkıyla bezeyen Allah Sübhânehû’ya hamdolsun. Salât ve selamın en üstünü ve tahiyyenin en nezihi o Peygamber’e ve ehline olsun...
Bilmek gerekir ki faydalanma ve faydalandırma yolunun açılması için, yakınlık ve irtibatın edeplerine uymak bu tarikatın şartlarındandır. Yoksa bir arada olmanın bir neticesi de faydası da olmaz. Zorunlu olan bazı edepleri ve şartları açıklayalım; can kulağı ile dinlemelidir.
Bilmek gerekir ki tâlip kalbini bütün yönlerden çevirerek mürşidine yöneltmeli, onunla beraberken izni olmaksızın nafilelerle ve zikirle meşgul olmamalıdır. Onun yanındayken başkasına iltifat etmemeli, orada her şeyiyle mürşidine yönelmiş olarak oturmalıdır. Hatta o emretmedikçe zikir bile yapmamalı, onunla beraberken farz ve sünnetlerden başka
namaz kılmamalıdır.
Şöyle bir hadise nakledilir: Vezir sultanın yanında ayakta duruyormuş. Bu esnada elbisesiyle ilgilenerek düğmelerini düzeltmiş. Bu haldeyken sultan ona bakmış ve başka bir şeyle ilgilendiğini görünce, azarlayan bir üslupla vezire şöyle demiş: “Bu davranışa tahammül edemem! Hem vezirim oluyorsun hem de huzurumda benden başka bir şeyle ilgilenerek elbiselerinin düğmelerini düzeltiyorsun!”
Şimdi iyice düşünmelidir. Bu adi dünyanın işleri için ince edeplere riayet etmek gerekiyorsa Allah Teâlâ’ya ulaşmaya vesile olanlara karşı edeplere tam olarak dikkat etmek elbette daha öncelikli ve önemlidir.
Sâlik, kendi gölgesinin mürşidinin üzerine düşmeyecek bir yerde durmaya mümkün mertebe dikkat etmelidir. Onun namaz kıldığı yere ayağını koymamalı, huzurundayken bir şey yiyip içmemeli ve kimseyle konuşmamalı, hatta kimseye yönelmemelidir. Onun huzurunda olmadığı zaman da bulunduğu tarafa ayağını uzatmamalı ve o tarafa doğru tükürmemelidir.
Mürşidinin muhabbeti mutlaka kazanılmalıdır. Sevilenden olan her şey sevene hoş geldiğine göre burada itirazın yeri olmaz. Yeme içme, giyinme, uyku ve ibadet işleri de dâhil olmak üzere genel ve özel her konuda mürşide uymalıdır. Namazı onun kıldığı şekilde kılmalı ve fıkhı onun amelinden almalıdır. Şiirde denilir ki:
“Bir kimsenin sarayında dilberler varsa
Bağ ve bahçelerde eğlenmeyi bırakır.”
Tâlip kendisinde mürşidinin hal ve davranışlarına karşı bir hardal tanesi kadar da olsa itiraz mecali bırakmamalıdır. Çünkü itirazın sonu mahrumiyetten başka bir şey değildir. Mahlûkatın en nasipsizi ve saadetten en uzak olanı, bu kişilerde kusur arayanlardır. Allah Sübhânehû bu büyük belaya düşmekten bizleri
muhafaza buyursun.
Mürşidinden keramet istememeli, hatta bunu gönlünden bile geçirmemelidir. Böyle bir isteğin vesvesesinden dahi uzak durmalıdır. Bir müminin peygamberinden mucize talep ettiği görülmüş müdür? Mucizeyi yalnızca kâfirler ve
inkârcılar istemiştir.
Sâlikin gönlüne bir şüphe düşerse beklemeden hemen mürşidine bildirmelidir. Eğer şüphesi kaybolmazsa kusuru kendisinden bilmelidir. Mürşidinde bir noksanlık görmesi kesinlikle uygun değildir. Bir manevi zuhurâta şahit olduğunda onu mürşidinden gizlememeli ve gördüklerini tabir etmesini mürşidinden talep etmelidir. Kendi içine doğan açıklamayı da arz etmeli, doğru ile yanlış olanı ayırması istenmelidir. Kendi keşiflerine kesinlikle güvenmemelidir. Çünkü bu dünyada hak ile bâtıl iç içe girmiş, doğruyla yanlış birbirine karışmıştır.
Sesini mürşidinin sesinin üstüne çıkarmamalı ve onunla konuşurken sesini yükseltmemelidir. Çünkü bu edepsizlik olur. Kendisine gelen bütün feyzlerin ve hallerin mürşidinin vasıtasıyla geldiğine inanmalıdır. Maneviyatta feyzin başka mürşidlerden geldiğini görürse, onu da kendi mürşidinden bilmelidir.
Kısaca, “bu yol baştan sona edeptir” sözü meşhurdur. Edebi olmayan, Allah Teâlâ’ya ulaşamaz. Eğer mürid bazı edeplere riayet etmede kendisini kusurlu görürse, onları gerektiği şekliyle yerine getiremezse ve uğraştığı halde yapamazsa affolunur. Ancak kusurlu olduğunu mutlaka kabul etmelidir. Allah muhafaza, edeplere riayet etmediği gibi kendisini kusurlu da görmezse o kişi bu büyüklerin bereketinden mahrum olur.
Tâbi olunan mürşidin durumu mıknatısa benzer. Mıknatısın yanında bulunan metal parçaları gibi, kendisiyle münasebeti olan herkes onun ardından sürüklenir ve kendisine doğru çekilir. Ondan nasibini tam olarak alır.
Olağanüstü haller ve kerametler müridleri cezbetmek için değildir. Çünkü onlar mürşide manevi bir bağla çekilirler. Bu büyüklerle münasebeti olmayanlar, binlerce keramete şahit olsalar bile onların kemâlâtının nimetlerinden mahrum kalırlar. Bu manayı, Ebû Cehil ve Ebû Leheb’in durumlarıyla ifade etmek gerekir. Allah Sübhânehû kâfirler hakkında şöyle buyurmuştur:
“Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde, ‘Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir!’ diyerek seninle tartışırlar.” (En‘âm 25)