Huzur Ararken
Etrafımızda mutlu, huzurlu kaç kişi var? Belki biz de değiliz. Çünkü yanlış yerde arıyoruz. Biriktirerek, daha iyisine, yenisine sahip olarak yani tüketerek huzurlu ve mutlu olacağımızı sanıyoruz. Oysa huzur da mutluluk da “sahip olmak”la ilgili değil, “olmak”la ilgili.
Bugün bütün dünyada tüketim çılgınlığı var. “İhtiyaç” kavramının yerini “istek” almış durumda. İstemenin de sınırı ve ölçüsü yok. Neticede “sınırsız ihtiyaç” söylemi altında sürekli tüketmeye meyilli, isteklerini dizginlemeyen bir “tüketim toplumu” oluşmuş durumda. Bu toplum oluşturulurken insan en zayıf tarafından vuruldu; nefsinden.
İnsanın haddinden fazla tüketmesi için her türlü propagandaya başvuruldu. İhtiyaçlarımızın sınırsız olduğu vurgulanarak haz ve mutluluğun tüketmekten geçtiği, biriktirmenin hangi yolla yapılırsa yapılsın bunun mübah olduğu savunuldu.
Bizi tüketmeye iten unsurlar zamanla “ihtiyaç” kavramının dışına çıkıp “istek, statü, haz” gibi kavramlara evirildi. Medya, reklam ve moda gibi propaganda araçları isteklerimizi sürekli kamçıladı. Belli markaları kullanmak, belli miktarların üstünde harcamak prestij sayıldı. Sundukları her şey bize ihtiyaç gibi gösterildi. Dolayısıyla ürettikleriyle değil, tükettikleriyle sosyal çevre ve statü peşinde koşan, arzu ve istekleri bitmeyen bir toplum ortaya çıktı.
İhtiyaç dışı tüketimin temel motivasyonu ne olabilir? Tüketici farkında olsun ya da olmasın, sanılıyor ki “Ne kadar tüketim o kadar mutluluk!” Doğrudur; yeni, pahalı bir şeye sahip olmak insanı bir süre mutlu edebilir. Çünkü haz verir. Ama ne kadar süre için? Elbette daha yenisini, iyisini görene kadar!
Çünkü alınan şeyin modası geçmişse ve bir üst modeli çıkmışsa ya da türlü algılar ile ilgi başka bir marka öne çıktıysa mutlu olmak bir yana, kişinin huzursuzluk yaşaması işten bile değildir. Bugün olan, tam olarak bu. Özellikle gençlerimizde.
Etrafımızda kimse mutlu, huzurlu değil. Belki biz de değiliz. Çünkü bu çılgınlığın bir ucu bizim hayatımıza da dokunuyor. Evet, hepimiz hızla değişen bu dünyaya ayak uydurmaya çalışıyoruz. Fakat huzuru ve mutluluğu yanlış yerde arıyoruz.
İnsan basit, sade bir yaşam tarzıyla da pekâlâ mutlu olabilir. Hatta artık mobilya ve ev dekorasyonunda şatafatlı eşyalar yerine yalın, minimal İskandinav tarzının tercih edilmesi de huzurun sadelikte olduğunu teyit ediyor. Elbette moda olduğu için bunu tercih edenleri kasdetmiyoruz.
Yine son zamanlarda popüler olan “sosyal medya detoksu” adı verilen bir etkinlik var. Bir hafta boyunca telefon ve sosyal medyadan uzak kalarak bir nevi bünyeyi zehirden arındırmaya çalışıyor bunu deneyenler. Sonuçlar da oldukça dikkat çekici. Çoğu kişi bu detoksun işe yaradığını ve gerçekten huzurlu ve mutlu hissettiklerini söylüyor.
Aslında önemli olan, mutluluğun tüketmekte değil, elinde olana kanaat etmekte olduğunu doğru bir şekilde kavrayabilmek. Bunu yapmak için uzaklara gitmeye gerek yok. Aslında ihtiyaçlarımızın sınırlı olduğunu; isteklerimizin ise önü alınmadığında asla bitmeyeceğini bilmek, nefsin
peşinde koşmanın huzursuzluk olarak yeteceğini hatırlamak gerekiyor.
İhtiyaçlar gerçekten sınırsız mı?
“Sınırsız ihtiyaç” sloganıyla bizi tüketim çılgınlığına itenler, aynı zamanda dünyada kaynakların sınırlı olduğunu da öne sürüyor. Bu “sınırsız ihtiyaç, sınırlı kaynak” gibi masum görünen bu söylemin bizim inancımızla, inancımızın belirlediği yaşam tarzımızla bağdaşmadığı açık. Çünkü İslâm bize kaynaklarımızın herkese yetecek miktarda olduğunu bildiriyor. Elbette ihtiyaç ve istek arasındaki farkı kavradığımızda ve âdil paylaşım gerçekleştiğinde.
Kaynakların ölçüsünü Hak Teâlâ belirler. Her şeyin yaratıcısı O’dur ve her an yaratmaya devam etmektedir. Kaynakların bol olması da dar olması da O’nun iradesindedir. “Göklerde ve yerde bulunan her canlı tüm ihtiyaçlarını O’ndan ister. O ise, sayısız isim ve sıfatlarıyla her an sınırsız tecellî ve yaratma hâlindedir.” (Rahmân 29)
Dünya kaynakları sınırlı diye bencilce sadece kendimizi değil, bütün insanların yararını düşünen, israftan uzak bir nizamın tâlibi olmamız gerekiyor. Bu geçici hayat için mal biriktirip, sırf markasından
dolayı pahalı eşyalarla gösteriş
yapmanın insan onuru ile
bağdaşmayacağını unutmamalı.
Bu konuda en güzel örnek Efendimiz sallallahu aleyhi sellemdir. O’nun geride bıraktığı mal varlığına bir bakın; üç beş parça eşyadan başka
bir şey değil.
Amr b. Muhacir radıyallahu anhu anlatıyor:
“(İkinci Ömer diye de adlandırılan halife) Ömer b. Abdülaziz’in halvete çekildiği bir ev vardı. Bu evde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemden kalan kenarları süslenmiş bir sedir, su içmek için geniş bir kâse, içine bir şeyler koyulan, ağız tarafı kırık bir küp, içi lifle dolu deri bir yastık ve Cermek keçelerine benzer bir yaygı bulunuyordu. Bu yaygının üzerinde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin saç telleri vardı. Ömer b. Abdülaziz Kureyşliler’e şöyle seslenmişti: Ey Kureyşliler! İşte bunlar Allah’ın size ikramda bulunup şereflendirdiği zâtın mirası. O, gördüğünüz gibi böyle bir hayatla dünyadan ayrıldı.”
Huzur bulanlardan olmak için
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “İyi bilin ki kalpler ancak Allah’ı anmakla
huzur bulur.” (Ra’d 48)
Huzur ve mutluluğun maddiyatla değil, maneviyatla olacağını Hak Teâlâ bildirmiş, bu hakikate vâkıf olanlar
da mutluluğu her zaman
maneviyatta aramıştır.
“Dünyada rahat yoktur” diye bir söz var. Bu boşa söylenmiş bir söz değil. Dünya ile irtibatlı olan her şey gelip geçici olduğu için dünyadan ve dünyalıklardan kalıcı bir huzur beklemek nafile. Ayrıca nefs her zaman fazlasını istediğinden bütün dünya önüne serilse nefsin gözü yine doymaz, daima fazlasını ister.
Dolayısıyla dünya ve âhirette daimi huzur için gereken, Âlemlerin Rabbi ile irtibattır. Çünkü bu bağ, ruhun ihtiyaç duyduğu, tatmin bulacağı
yüce bir bağdır. Her şeyden
daha değerlidir. Herhangi
maddiyatla ölçülemez.
Bu manevi irtibatı sağlayanlar, hakiki huzura erişmek için şöhreti, sosyal statülerini ve bütün mallarını terk etmiştir. Mesela mal varlığından dolayı zenginler tarafından itibar gördüğünü fark eden Muzaffer Kırmîsînî hazretleri tüm mal varlığını fakirlere dağıtmıştır.
Hz. Ali, Hz. Ömer radıyallahu anhumâya ikazında şöyle demiştir: “Ey müminlerin emîri! İki dostuna (Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme ve Hz. Ebû Bekir radıyallahu anhuya) kavuşmayı istiyorsan emellerini kısalt, doyuncaya kadar yeme, elbiseni (eskiyince) ters çevirip giy, gömleğine yama yap ve ayakkabılarını yırtılınca dikip
giymeye devam et. Böyle yaparsan
onlara kavuşursun.”
Bu maneviyat erleri yemek yerken nefsin hazzı için değil, ibadetlerini dinç bir şekilde yerine getirebilmek için yediler. Serî es-Sakatî hazretleri anlatıyor: “Utbe-i Gulâm’ın yanına uğrayanlar onun iri tuzla arpa ekmeği yediğini gördüler. Yemeğinin sadeliğinden söz açılınca şöyle dedi: “Evet, âhiretteki ziyafetlere erişene kadar böyle idare edeceğiz.”
Buna benzer daha pek çok örnek var. Hakiki huzura ulaşanların ortak noktası ise, dünyada bir yolcu gibi yaşamış olmaları ve hiç bitmeyecek olan huzurun peşinden gitmeleri. Hepsi maddi mutluluğun geçici, manevi olanın ise kalıcı olduğunun bilincindelerdi. Allah onlardan
razı olsun.
Mal mülk biriktirip aşırı harcamalarla mutlu olabileceğini düşünmek bir mümine yakışmaz. Bilinçli bir müminin vazifesi ilim ve hayırlı ameller biriktirmek, tükettikleriyle değil ürettikleriyle Hakk’ın rızasını kazanabilmektir.