Aramak

Ramazan Fıkhı

Ramazan Fıkhı

Her Ramazan ayında genellikle pek de
masum olmayan amaçlarla gündeme getirilen bazı konular vardır. Bunlar her ne kadar Müslümanların kabulüne mazhar olmasa da bazı şüpheler uyandırıyor. 

Öte yandan oruçla ilgili az bilinen ama önemli bazı hususların da hatırlatılmasında fayda var.
Bu yazımızda her iki konuya dair
bazı noktalara değineceğiz.

Ağızlarda sakız olan sorular

Âdettendir, her Ramazan ile beraber ağızlarda sakız olan bazı sorular da başlar: 

• Fazladan mı oruç tutuyoruz? 

• Sakız çiğnemek orucu bozar mı? 

• Oruçlu iken denize girilir mi? 

• Sigarasızlığa dayanamayan oruçlu, nikotin bandı kullanabilir mi? 

• Kolonya koklamak orucu bozar mı? Oruçlu iken diş fırçalanır mı? Vs, vs... 

Genellikle bu sorular orucun ciddiyetini kavrayamamış kişilerin sorularıdır. Sitesine iki tıklama fazla almak veya reytinglerini artırmak isteyen medya tarafından da gündemde tutulur. 

Bu sorulara cevap vermek de vermemek de ayrı birer sorundur. Gerçekte orucun öğrenilmesi gereken asıl hükümleri bu meselelerden çok daha önemlidir. 

(Mevzu açılmışken hatırlatalım: Fıkıh kitaplarında bahsedilen orucu bozmayan sakızlarla, bugün saatlerce tat vermeye devam eden sakızların alakası yoktur.)

Hilâli görmek

Dinimizde zekât, oruç, mübarek gün ve geceler, yıllık ve aylık ibadetler kamerî yani ay takvimine, namaz gibi günlük ibadetler ise güneşin hareketlerine göre yapılır. 

Güneşe göre vakitlerin hesabı daha kolay yapılmaktadır. Fakat milâdî takvimin geçerli olduğu günümüzde, hilâl ile başlayan ve biten kamerî ayların başlangıç ve bitişlerini tespit etmek biraz daha zordur. 

Yaşları biraz ilerlemiş olanlar 80’li yıllarda kulaktan kulağa yayılan “Arabistan’da hilâl görünmüş” sözünü ve bu sözün sihrine kapılarak Ramazan orucuna ve bayrama bir gün önce veya sonra başlayanları hatırlayacaklardır. Yapılan araştırmalar, Arapların hilâli gördüğüne dair iddialarının çoğunun yanlış olduğunu açığa çıkarmıştır maalesef. 

Bu yanlışın da sebebi Arap ülkelerindeki yetkililerin ilmî hesaplara itibar etmeme konusundaki inatlarıdır. Türkiye’de ise yüz yıldır kamerî ayların ve namaz vakitlerinin belirlenmesi, Ortadoğu’nun en gelişmiş rasathanelerinden biri olan Kandilli Rasathanesi tarafından ve İslâmî usuller gözetilerek yapılmaktadır. 

Rahmet Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem, bu konu ile ilgili içinde bulunduğu toplumu kastederek; “Biz ümmî (okuma yazma bilmeyen) bir toplumuz, ne yazarız ne de hesap yaparız” buyurmuştur. 

Hadis-i şerifin devamında ayın 29 veya 30 gün olabileceğini söylemiş ve hilâli görünce oruca başlanmasını, tekrar görünce de bayram yapılmasını, eğer hava kapalı olup hilâl görünmezse içinde bulunulan ayın 30’a tamamlanmasını emretmiştir. (Buhârî, Savm 11; Müslim, Sıyâm 15, 18) 

Bazı âlimlerimiz bu hadis-i şeriften o günkü Arap toplumunun hesaplama bilselerdi bulutlu günlerde ayı 30’a tamamlamalarına gerek kalmayacağı sonucunu çıkartmışlardır. 

Bugün ulaşılan ilmî sonuca göre de ayın dünya etrafında dönüşünü tamamlaması, yani bir kamerî ay yaklaşık 29 buçuk gün sürmektedir. Bu yüzden bir kamerî ay 29 veya 30 gün olur, bir kamerî yıl ise 354 gün sürer. 

Ayın, dünya ile güneş arasına gelmesine içtima yani kavuşum denir ve bu astronomik olarak yeni ayın başlangıcı sayılır. Fakat ayın dünyaya bakan tarafı bu dönemde karanlıktır ve hilâlin görünmesi kavuşumdan 12-16 saat sonra gerçekleşir. 

Ayrıca hilâl belli bölgelerde ve akşam güneş battıktan en az yarım saat sonra görülebilir. Bu meseleler ile ilgili teknik bilgiler veren Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesindeki “Vakit Hesaplama Bölümü” takdir edilecek bir çalışmadır.

Hilâl tartışması

Hilâlin görünmesi konusunda ümmetin karşılaştığı ilk mesele astronomik hesaplara itibar edilip edilmeyeceği idi. İlk asırlardaki âlimlerimiz, zamanlarındaki astronomik hesapların tutarsızlıklarına bakıp, haklı olarak hesaplamalara itibar edilemeyeceğini ve hilâlin görülmesinin şahitlikle ispatlanabileceğini söylemişlerdir. 

Sonraki asırlarda Müslüman âlimlerin de katkısı ile astronomi ilminde bir hayli aşama kaydedilmiştir. Böylece “Güneş de ay da bir hesapla hareket eder” (Rahmân 5) ayetinde bahsedilen gök cisimlerin hareketlerinin bir nizamı olduğu daha iyi anlaşılmıştır. Hesaplamalardaki doğruluğun arttığı da görülmeye başlayınca kamerî ayların tespitinde bunlara uyulması gerektiği
ifade edilmiştir.

Bu konudaki ikinci problem de ihtilaf-ı metâli yani hilâlin dünyanın farklı yerlerinde görülmesidir. Çünkü hilâl bir bölgede görülmüşse bu yerin batısında kalan yerlerde de aynı günde görülebilirken, doğusundaki yerlerde ancak ertesi gün görülebilir. 

Mesela bu yıl (2024) Ramazan hilâli 10 Mart Pazar günü saat 01:15’te Atlas Okyanusu’nun batısı ve Amerika kıyılarında görüleceğinden, ülkemizde ve Ortadoğu’da ancak 11 Mart Pazartesi günü iki günlük olduğu
 şekliyle görülecektir. 

“Dünyanın bir yerinde görünen hilâl diğer bölgelerdeki Müslümanlar için de bağlayıcı olur mu” sorusu sahabe devrinden beri âlimleri meşgul etmiştir. Önceleri fıkıh mezhepleri arasında “bir yerde görünen hilâl diğer bölgeleri bağlar ve bağlamaz” şeklinde iki görüş vardı. 

Son asırda özellikle Türkiye’nin de gayretleri ile Müslüman âlimler arasında birçok toplantı düzenlenmiş ve dünyanın herhangi bir yerinde görünen hilâlin diğer bölgeleri de bağladığı görüşü tercih edilmiştir. Böylece Müslüman ülkelerin farklı günlerde Ramazan orucuna başlamasının ve Ramazan bayramını kutlamasının önüne geçilip birlik sağlanması amaçlanmıştır. 

Fazladan mı oruç tutuyoruz? 

Bir iddiaya göre Müslümanlar güya günde 40 veya 70 dakika fazla oruç tutuyorlarmış. Her Ramazanda bu meseleyi yaygara yaparak gündeme getirenlere Ramazan orucunun fazla geldiği söylenebilir. İlim adamlarımız bu yersiz iddianın sebep olacağı kafa karışıklığını ve din düşmanlarının bu meseleyi malzeme etmelerini önlemek için şu açıklamaları yapmışlardır: 

İmsak vakti, ufukta yatay olarak beliren aydınlık anıdır. İmsak ile yatsı vakti çıkıp, sabah namazı ve orucun başlama vakti girer. Arada dakikalarca süren
boş bir vakit yoktur. 

Diyanet İşleri Başkanlığı, imsak vaktini belirlerken kolaylık ilkesini esas alıp İslâm ülkelerinin çoğunluğunun benimsediği güneşin ufka 18 derece yaklaşmasını esas almıştır. Nitekim ülkemizde yapılan çeşitli gözlemler de bu ölçünün isabetli olduğunu göstermektedir. Fazladan oruç tutulduğunu iddia edenlerin söylediği 10 derece ölçüsü ile ilgili ilmî ve dinî bir delil yoktur. 

Zaten bu iddiayı dile getirenlerin, dinî konulardaki diğer iddialarına bakıldığında ciddiye alınmamaları gerektiği de anlaşılmaktadır. Dinî konularda her konuşana itibar etmek, şeytanın insanın kalbine getirdiği her düşünceyi yani vesveseyi ciddiye almak gibidir. 

Üstelik günümüzde hava ve ışık kirliliğinden rasathaneler bile şikâyetçi iken, sıradan bir insanın sağlıklı gözlem yapması nasıl mümkün olabilir? Zaten insanlar artık namaz vakitlerini tespit için güneşe değil
saate bakmaktadır.

Takva mı fetva mı? 

Cenâb-ı Allah hiç kimsenin ibadetine muhtaç değildir. Yarattıklarının ibadet edip etmemesi O’na ne yarar ne de zarar verir. İbadetleri yapmanın faydası, yapmamanın da zararı biz kullaradır. 

Kulluk, istenenleri yapmakla ve yasaklananlardan uzak durmakla yapılır. İbadetlerde çeşitli zorluklar yaşanabilir. Zaten insanı bu zorluklar olgunlaştırır. Buna rağmen Rabbimiz; “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez”
(Bakara 185) buyurmaktadır. 

Bir ibadette baştan konan hükümlere azimet, bazı özürler sebebiyle ortaya çıkan kolaylaştırıcı hükümlere de ruhsat denir. Mesela yolcunun oruç tutması azimet, kazaya bırakması ruhsattır. 

Ramazan orucunda asıl olan, güç yetiyorsa oruca devam etmek, güç yetirilemiyorsa veya ciddi bir zarar görme ihtimali varsa kazaya bırakmaktır. 

Mesela Ramazan ayında yolcu olanların oruç tutması ilke olarak daha faziletlidir. Ancak bazen yolcunun veya sürücünün oruçlu olması yolculuğu tahammül edilemeyecek kadar zorlaştırabilir ya da seyahat güvenliği açısından tehlikeli olabilir. Bu gibi durumlarda orucun açılması caiz, hatta vacip olur. Nitekim aleyhissalâtü vesselam Efendimiz, Bedir Savaşı ve Mekke’nin Fethi gibi Ramazana denk gelen bazı seferlerinde orucunu açmış, ashâbına da açmalarını emretmiştir. (Buhârî, Savm: 36, Cihâd: 71; Müslim, Sıyâm: 90, 92, 100, Tirmizî, Savm: 18, 20)

Fıkıh kitaplarımızda oruç tutmamayı veya tutulan orucu açmayı mübah kılan durumlar olarak hastalık, gebelik, emzirme, ileri derecede açlık ve susuzluk örnek verilir. Ancak bu durumlardaki ruhsattan yararlanmak için kişinin ciddi zarar göreceğine dair ya tecrübeye dayalı bir kanaat ya da tıbbî bir veri gereklidir. Özellikle şeker, böbrek, kalp, ülser, yüksek tansiyon ve sarılık hastaları oruç tutup tutamayacaklarını uzman ve dinî hassasiyeti olan bir doktora danışmalıdırlar. Çünkü bu hastalar oruçtan zarar görebilecekleri gibi, zarar görmeden oruç tutmaları mümkündür. (Alparslan Özyazıcı, Din ve Bilimin Işığında Oruç ve Sağlık (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2017. 167-172)

Şüpheli durumlar 

Hz. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Kim hastalığı ya da geçerli bir ruhsatı olmaksızın bir gün bile Ramazan orucunu tutmazsa, bütün bir ömür oruç tutsa da o bir günün orucunun yerine geçmez” buyurarak Ramazan orucunun ne kadar önemli olduğunu bildirmiştir. (Tirmîzî, Savm, 27; Ebû Dâvûd, Savm, 38; İbn-i Mâce, Sıyâm, 14)

İnsan bazen orucu bozup bozmadığında âlimlerin ortak ve kesin bir hükme varamadığı şüpheli durumlarla karşılaşabilir. Böyle zamanlarda kişi gerçekten ihtiyaç duymuyorsa o işten uzak durmalı, ihtiyaç duyuyorsa ihtiyat yolunu tutmalıdır. 

Mesela aşı yaptırması gereken kişi öncelikle bu aşıyı iftardan sonraya bırakır. Fakat iftara kadar beklemesi ciddi sıkıntıya sebep olacaksa, aşısını yaptırdıktan sonra oruca devam edip, Ramazandan sonra da bunu kaza eder. Böylelikle aşının orucu bozmaması ihtimaline karşılık orucunu bırakmamış, orucu bozması ihtimaline karşılık da kazasını tutarak telafi etmiş olur. 

Her ibadette olduğu gibi kişinin oruç tutarken de gücü yettiğince diğer mezheplerin hükümlerini gözetmesi hem ihtiyat hem de takvadır. 

Mesela Hanefî mezhebine göre Ramazan orucuna her ne kadar kuşluk vaktine (öğle namazından bir saat öncesine) kadar niyet edilmesi caiz ise de, diğer mezheplere göre niyetin imsak vaktine kadar yapılması şarttır. Kişi farz ve vacip oruçlara geceden niyet ederse bu ihtilaftan uzak durmuş olur. 

Oruçla ilgili az bilinen bir konu da Ramazanda orucu bozulan kişinin Ramazana saygı için iftar vaktine kadar oruçlu gibi yiyip içmeden beklemesinin gerektiğidir. (Bilmen, İlmihal, m.164) 

Yani kişi “nasıl olsa orucum bozuldu” diyerek yiyip içmemelidir. Ancak, şer’î olarak geçerli bir mazeret sebebiyle orucunu açıp gıdalanması veya ilaç kullanması gerekenler bu hükmün dışındadır.

Teravih namazı kaç rekât? 

Teravih namazı oruç tutan veya tutamayan herkes için müekked bir sünnettir. Hadis kitaplarımızda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin, teravih namazını farklı sayılarda rekâtta ve ümmetine farz olur endişesiyle çoğunlukla evinde kıldığı aktarılmaktadır. 

Hz. Ömer ise Ashâb-ı Kiram radıyallahu anhum ile istişare ederek, teravih namazını mescidlerde ve 20 rekât olarak kıldırmış, sahabeden buna
itiraz eden olmamıştır. 

Hatta bunun üzerine Hz. Ali radıyallahu anhunun; “Mescidlerimizi (teravihteki) Kur’an kıraati ile nurlandırdığı gibi Allah da Ömer’in kabrini öylece nurlandırsın” diye dua ettiği nakledilir.
(Müttakî, Kenzu’l-Ummâl, XII, 576) 

Bir hadis-i şerifte “Benden sonra benim ve râşid halifelerin sünnetinden ayrılmayın.” (Ebû Dâvûd, Sünne, 6; Tirmizî, İlim, 16) buyurulmuştur. İslâm âlimlerinin çoğu sahabe uygulamasına bakarak teravih namazının 20 rekât kılınmasını müekked sünnet olarak kabul etmişlerdir. 

Teravih namazının diğer bir özelliği de cemaatle kılınmasının yalnız kılınmasına göre daha faziletli olmasıdır. Halbuki nafile namazlarda esas, bunların münferit kılınmalarıdır.

Ramazanda zekât

Ramazan ayında yapılan amellerin kat kat ecir getirdiğinin farkında olan Müslümanlar, bu ayda hayırlarını çoğaltırlar. Zekât vazifesini Ramazanda yerine getirmek de bu davranışlardandır. 

Bilindiği gibi zekât nisap miktarı mala sahip olunmasının üzerinden bir kamerî yıl (354 gün) geçmekle farz olur ve o gün elde olana göre hesaplanır. Âlimlerimizin çoğu nisap miktarına ulaşmış malın zekâtının, senesi dolmadan daha erken bir tarihte tahmini hesapla verileceğinde görüş birliğindedir. 

Mesela Şevvâl ayında senesi dolacak bir malın zekâtı, Ramazanda verilebilir. Şevvâl ayındaki nisap günü gelince de zekâtı hesaplanıp varsa eksiği de tamamlanır. Fakat Ramazanda zekât verirken dikkat edilecek bir nokta şudur: Senesi dolan zekâtı geciktirmek fakirin hakkını zamanında vermemek sayılır ve caiz değildir. Ramazandan önce senesi dolmuş malın zekâtı bekletilmeden verilmelidir. 

Zekât verilirken uyulması gereken diğer bir ilke de zekâtın toplandığı bölgede verilmesidir. Ancak başka bölgelerde zekâta daha çok ihtiyacı olanlar, kişinin akrabası, daha müttakî fakirler ve muhtaç durumda ilim ehli varsa zekât buralara nakledilebilir. (Remlî, Nihâye, 6/167; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 1992, 2/353, 354)

Günümüzde doğal afetler, iç karışıklıklar ve savaş gibi sebeplerle yurt dışında ülkemizdeki fakirlerden çok daha fazla ihtiyaç sahibi kişilerin olduğunu görüyoruz. Muhtaç durumdaki akrabalarımızı ayrı tutarsak, zekât, sadaka gibi yardımların bu tür yerlere güvenilir ve büyük dernekler vasıtası ile ulaştırılması daha isabetli olacaktır. 

İlave olarak hayır kurumları zekât, fitre ve bağış dağıtımını yerel bölgede kişilere göre daha dengeli ve âdil bir şekilde yapmaktadırlar. 

Cenâb-ı Allah bizi kıyamet gününde, orucunu cehennem ateşine karşı kalkan tutanlardan
eylesin. Âmin.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy