Aramak

Tefsir

İşitir Ve

İtaat Ederse

“Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” (Bakara 62)

Kaynaklarda, girişte mealini verdiğimiz ayet-i celilenin nüzûl sebebi hakkında şu vaka nakledilmektedir: 

Sahabe-i kiramdan Selmân-ı Fârisî radıyallahu anhu daha önce Hıristiyandı ve bir süre Hıristiyan rahiplerle birlikte yaşamıştı. Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin hicretini takiben o da Medine’ye gelip Müslüman olmuş ve evvelce arkadaşlık etmiş olduğu Hıristiyanları ve onların amellerinden gördüklerini Allah Resulü sallallahu aleyhi veselleme anlatmış, O da “Onlar İslâm üzere ölmediler” buyurmuşlardır. 

Hz. Selman radıyallahu anhu diyor ki: 

– Allah Resûlü böyle buyurunca dünyam karardı. 

Sonra birlikte zaman geçirdiği Hıristiyanların ibadet hususundaki gayretlerini de anlatmış, bunun üzerine ayet nâzil olmuştur: 

“Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar mahzun da
olacak değillerdir.”
(Bakara 62)

Ardından Allah Resulü sallalahu aleyhi vesellem Hz. Selman’ı çağırıp şöyle buyurdu: 

Bu ayet senin arkadaşların hakkında indi. Kim benim peygamber olarak geldiğimi işitmeden önce İsa’nın dini ve İslâm üzere ölürse o hayırdadır. Ama bugün kim beni işitir de bana iman etmezse o da helâk olmuştur.” (Taberî, I: 253-257)

Hidayete tâbi olanlar

Bilinmelidir ki, müberra dinimiz İslâm’ın güzelliği bütün gönüllerde potansiyel olarak mevcuttur. Çünkü dünyaya gelen her çocuk yaratılışında selim bir fıtratla İslâm’ı kabule hazır olarak doğar. Eğer çocuk aslî fıtratı üzerine bırakılsa İslâm olmaya devam eder. Ondan hiçbir zaman ayrılmaz. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem buyurmuştur ki:

“Her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anne ve babası o çocuğu Yahudi, Hıristiyan ve Mecusî yapar.” (Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22-25) 

İslâmiyet’e zâhirde iman etmiş olanlar, yani dilleriyle ikrar ettiklerinden dolayı insanlar arasında Müslüman sayılanlar, Hz. Musa aleyhisselâmın dinine mensup olan Yahudiler, Hz. İsa aleyhisselâmın dinine mensup olan Hıristiyanlar ve bu üç dinin dışında başka varlıklara tapanlardan her kim Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe iman eder, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi veselleme ihlâsla tâbi olursa, onlar için âhirette Rableri katında ebedî nimetler vardır. Kâfir olanlar korkarken onlar korkmazlar. Haddi aşanlar ve sürekli şer işle uğraşanlar üzülürken onlar üzülmezler. Çünkü onlara azap ulaşmaz. Onlar hiçbir nimetten
mahrum olmazlar.

İnsanlar Hz. Âdem aleyhisselâmın sulbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenâb-ı Allah kendilerine mealen;

“Eğer benden size bir hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler” (Bakara 38) diye herhangi bir zamanda gelen hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi? 

İşte Hz. Âdem aleyhisselâmın tevbesinin semeresi olan bu ilâhî vaad ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel hükümdür. Ve bu ayet-i kerime, ilâhî hükmün bir inkişafıdır. 


Şu halde Yahudiler gibi zillete düşenler ve Allah Teâlâ’nın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman tevbe eder, Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe hakikaten iman ederek, Cenâb-ı Hakk’ın son gönderdiği Hidayet Peygamberi’ne uyar ve ona göre sâlih amel işlerlerse o gazaptan kurtulurlar. Allah katında ecir ve mükâfat bulurlar. Sonuçta
“Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir” (Bakara 62) sırrına mazhar olarak, korku ve hüzünden kurtulurlar. 

Ancak bu semereye erebilmek için görünüşte, yani yalnız insanlar arasında mümin ve Müslüman olmak yeterli değildir. Hatta belli bir süre için sâlih bir kişi olarak yaşamış olmak da kâfi gelmez. O imanda sebat edip hüsn-i hâtime ile gitmek, yani son nefeste iman ve güzel amel ile Allah’a
kavuşmak lazımdır.

Son Peygamber’i tasdik etmeden

Bu surenin baş tarafında mealen; “İşte onlar Rabbleri’nden gelen bir hidayet üzeredirler ve gerçekten kurtuluşa erenler de ancak onlardır” (Bakara 5) müjdesinin kimlere mahsus olduğu bilinmektedir ve bunlar arasında; “Sana indirilene ve senden önce indirilene inananlar” şartı da bulunmaktadır. (Bakara 4) 

Bunun için gerçek anlamda yakînî imanın bütün peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed sallallahu aleyhi veselleme ve ona indirilen kitaba iman etmiş olanlara mahsus bulunduğu tebliğ edilmişti. Şu halde “Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler…” cümlesiyle beyan buyurulan hakiki ve sahih imanın “Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler” diye tefsir edilmesi lazım geldiğinde hiç şüphe yoktur. 

Zaten bu ayetin bilhassa bu noktadan dolayı İsrailoğulları’nı İslâm dinine davet sadedinde ve “Sizin yanınızda bulunan kitabı doğrulayan bu kitaba (Kur’an’a) iman edin ve onu ilk inkâr eden olmayın!” (Bakara 41) ilâhî emrini desteklemek için gelmiş olduğunda şüpheye yer yoktur. 

Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin peygamberliğinden önce Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe iman eden ve sâlih amel işleyenler bile Tevrat ve İncil’in hükmünce geleceğin büyük peygamberine iman ile mükellef idiler. Buna işaret olmak üzere “Ahdimi yerine getirin” (Bakara 40) buyurulmuştu. Böyle iken Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin peygamberliğinden sonra O’nu inkâr edenler arasında gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkân kalır mı? 

Allah Teâlâ’ya ve hesap gününe imanı bulunan ve bu imana yaraşır sâlih amel işleyecek olan kimselerin Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin peygamberliğini inkâr etmelerine imkan tasavvur olunabilir mi? 

Tarih sayfalarının şahitliğinde O’nun peygamberliğinden daha açık, daha belirgin hangi peygamberlik vardır? 

Şu halde gökyüzündeki yıldızlardan bazılarını kabul edip de güneşi inkâr edercesine tavır sergileyenlerin Allah Teâlâ’ya karşı imanlarında ciddiyet ve samimiyet tasavvur etmek, gerçekle bağdaşmayan bir çelişkidir.

Kâmil iman, sâlih amel şartı 

Dikkat çekici olan şey şu ki, bu ayet-i kerimede iman, biri insanlara nazaran zâhirî, diğeri Allah Teâlâ katında geçerli, hakikî iman olmak üzere iki defa zikredilmiş ve her şeyden önce “iman edenler” sözü Yahudilere, Hıristiyanlara ve Sâbiîlere mukabil tutulmuştur. Demek ki bu üçü Kur’an’ın söz konusu ettiği imanın mutlak olarak dışındadırlar. Bununla beraber zâhirî iman sahipleri bunlarla eşit tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu kâmil iman ve sâlih amel şartına bağlı gösterilmiştir. 

Demek ki gerek görünürde iman eden Müslümanlar, gerek Müslümanların dışında kalan Yahudi, Hıristiyan, Sâbiî gibi gruplar Kur’an-ı Kerim’de istendiği şekilde Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe dış ve içiyle gerçekten iman eder, sâlih amel yaparlar ve bunda sebat gösterirlerse o zaman “Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar” ifadesinin sırrına mazhar olacaklardır. Ki bununla da İslâm’ın davetiyle ve hidayetiyle bütün insanlara açık ve evrensel bir din
olduğu aşikâr olur.

Bu ayet-i celileden nihayet şu sonuca geliriz ki, İslâm dininin hakim olduğu Müslüman toplumun zâhiren teşekkülü için iman-ı hakikî şart değildir. Bunun zâhirî bir ikrar ile dahi gerçekleşmesi söz konusu olduğu gibi, dünyevî açıdan bir siyasî anlaşma ile öbür dinlere mensup insanlar dahi din hürriyeti ile hayat haklarına mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında ferdî veya toplumsal anlamda gerçek selamet, ancak kâmil iman ve sâlih amel sahiplerine vaad olunmuştur. İşte İslâmiyet’in gerek dünya gerek âhiret için vaad ettiği selamet ve saadetin
sırrı da bu gerçeğin içinde gizlidir. 

Şu halde kâmil iman ve sâlih amel erbabının bilgi ve amel feyzlerinden mahrum olan, sadece dış görünüşüyle Müslüman bulunan bir İslâm toplumunun “Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar” ilâhî vaadine mazhar olması söz konusu değildir. Allah Teâlâ’ya imanı olmayanlar hakkı yerine getiremezler, âhirete imanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler. Herkesin yalnızca kendi nefsi için çalıştığı bir toplumun manzarası “Kimsenin kimseye faydası dokunmayacağı günden korkun!” (Bakara 48) ayeti ile tasvir edilen kıyamet gününün bir benzeridir.

Hülâsa gerek sadece zâhirde iman edip kalben nifak üzere bulunan münafıklar ve gerek Yahudi, Hıristiyan ve Sâbiîler ihlâs üzere iman ve imanın gereği üzere sâlih ameli yerine getirirlerse onlar için çok büyük bir ecir vardır. Herkesin azaptan korktukları bir zamanda onlar için bir
hüzün yoktur.

Hak Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir.

Faydalanılan Kaynaklar

(Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-Kebîr; İbni İshak, es-Sîre; Taberî, Câmiu’l-Beyân; Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l- Kur’an; İbn Fürek, el-İbâne an Turuki’l-Kâsidîn; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve; Abdulkerim el-Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât; Râğıb el-Isfahânî, Müfredât; Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Celâleddin es-Süyûtî, Esbâbü’n-Nüzûl; en-Nahcuvânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Hasîrîzâde Elif Efendi, en-Nûru’l-Furkân; Konyalı Mehmed Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri; Diyanet İslam Ansiklopedisi)

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy