SELMÂN-I FÂRİSÎ
radıyallahu anhu
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem “Selman bizdendir” dedi. Biz de Selman efendimizden olmaya çalıştık ki o kutlu Peygamber’e biraz daha yakın olabilelim.
Eğer sûfî olma iddiamız varsa, gerçek sûfî nasıl olunur Selman efendimizden öğrenelim. Ona bakalım.
Başka anne babadan doğsa bile Ehl-i Beyt’ten biri nasıl olunur onunla gördük. Hidayeti daima aramayı, bulduğumuzu düşünsek bile kendimizden emin olmamayı, dünyaya tamah etmemeyi ondan öğrendik.
Her yerde doğru sözü söylemeyi, kendimizi İslâm ailesinin bir ferdi olarak görmeyi ona bakarak anladık.
Nakşî büyükleri onun izini takip etti. Biz o büyüklerin izini takip ederek Selman efendimizin ardından yürümeye çalıştık, Resûlullah’a ümmet, kardeş, aile olmaya gayret ettik.
Tanışma
Selman radıyallahu anhu Mecusî bir ailede dünyaya geldi. Rabbi’ni aramak üzere yola çıktığında çok gençti. Önce Hıristiyanlarla, sonra Yahudilerle tanıştı. Yahudilerden âhir zaman peygamberinin Mekke’de zuhûr ettiğini duyunca oraya koştu.
Yahudilerden öğrendiği bir şey vardı. Âhir zaman peygamberinin alametleri vardı. Daha o zuhur etmeden sadaka almayacağı, sadece hediyeleri kabul edeceği ve sırtında nübüvvet mührü olacağı biliniyordu.
Bunları kontrol etmeye, eğer doğruysa Hz. Peygamber’e teslim olmaya, Mekke’ye gitti. Bir gün kendisine sadaka olarak bir şey verdi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem onu yemeden ashabına dağıtınca “Bu bir oldu” dedi.
Başka bir gün hediye olduğunu belirterek ikramlarda bulundu. Resûlullah ashabıyla beraber kendi de yiyince “Bu iki oldu” dedi.
Üçüncü alameti de görebilmek için Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemi ararken O’nu bir mezarlıkta otururken buldu. Sırtı Selman radıyallahu anhuya dönüktü. Bir müddet bekledi mührü görmeye çalışarak.
Henüz bilmediği şey ise Resûlullah’ın mucize olarak arkasını da görebildiği idi. Resûlullah sırtındaki gömleği çıkartıp mührü Selmân efendimize gösterince koşarak yanına gitti.
O nübüvvet mührünü öpmeye başladı. Resûlullah’ın dizlerine kapandı. Ağladı, mührü tekrar öptü. Tekrar ağladı.
Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem elinden tutup onu kaldırınca hikâyesini anlattı. Resûlullah tebessümle dinledi, çok hoşnut belliydi.
Beraber ashabın arasına döndüklerinde Resûlullah müjdeyi onlara da verdi: “Selman benden, ehl-i beytimdendir!”
Tevazusu
Selman radıyallahu anhu kendi eliyle sepet örer satardı. Kazandığı parayla et ve balık alır, pişirir ve sofra kurardı. Ardından bu sofraya hiç kimsenin yaklaşmadığı cüzzamlı hastaları davet eder, yemeği onlarla paylaşır, gönüllerini alırdı.
Ashâb-ı Kiram arasında en meşhur kişilerden biri olmasına rağmen başı önde, gözü yaşlı ve tevazu içinde gezerdi.
Bir gün Hısn bölgesinden onunla tanışmak için iki kişi geldi. Karşılarındaki bu muhtaç görünümlü kişinin o meşhur Selmân-ı Fârisî olmasına ihtimal vermediler. Selman’a Selmân-ı Fârisî radıyallahu anhuyu sordular.
– Evet benim, dedi.
İkna olmayıp tekrar sordular:
– Biz Resûlullah’ın ashabından olan Selman’ı arıyoruz.
– Evet benim ama onun gerçek ashabından olabildim mi bilemem, dedi.
Adamlar ikna olmamış bir şekilde gitmeye davranmışken arkalarından şöyle seslendi:
– Evet, Selman diye aradığınız benim. Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemi gördüm, O’nun yakınlarındayım. Ancak size şunu söyleyeyim: Kim Hz. Muhammed Mustafa ile birlikte cennete girmeye hak kazanırsa gerçek ashabı odur. Ben cennete girip giremeyeceğimi bilmiyorum!
Bir defasında Kureyş’ten biriyle karşılaştı. Adam kendisini öve öve tanıtınca şöyle dedi:
– Ben de kendimi tanıtayım. Kokmuş sudan yaratıldım, ölünce de kokmuş bir et olacağım. Sonra hesapların görüleceği bir güne uyanacağım. Eğer hesabım görülürken terazinin kefelerinde iyiliklerim ağır gelirse, işte o zaman asıl üstünlük ve övünç benim olacak. O gün övünmek benim hakkım olacak. Ama günahlarım çok olur, terazinin diğer kefesi dolarsa nasıl övüneyim? Kötülerin en kötüsü ben olurum. Allah korusun!
İbadeti
Gece karanlığı bastığında namaz kılmaya başlardı. Namazda yorulunca oturur, diliyle Allah’ı zikrederdi. Bundan da yorulursa Allah’ın varlığının, birliğinin ve azamet-i ilâhîyenin delilleri üzerinde tefekkür ederdi.
Bir müddet sonra kendine “Haydi, dinlendin. Artık namaza kalk!” derdi. Bir süre namaz kıldıktan sonra diline: “Yeterince dinlendin, haydi sen de Allah’ı zikret” derdi.
Gecesinin büyük bir kısmı böyle geçerdi.
Ondan Bize Kalan
Buyurdular:
“Kalp ile bedenin hali kör ve topal iki kişinin hali gibidir. Kör, bir ağacın altına gider, fakat onda meyve olduğunu göremez. Topal ağaçtaki meyveyi görür fakat alamaz. Âhiretteki ilâhî nimetleri kalp bilmeli, inanmalı, beden de onlara kavuşmak için amel etmeli ki o sonsuz nimetlere kavuşmak nasip olsun.”
Buyurdular:
“Nefs maddi rızıklarla değil, Allah’a ibadet etmek suretiyle gerçek anlamda doyar ve huzura kavuşur. İşte o zaman nefs insana vesvese vermez.”
Buyurdular:
“Öğrenmenin sınırı yoktur, ömür ise kısadır. Öyleyse sen dindarlığına faydalı olanı tercih et, diğerini bırak.”