Aramak

Ansızın Çağrılmadan

Ansızın Çağrılmadan

Dünya hayatı herkes için farklı yaşansa da sonunda hepimizin karşı karşıya geleceği akıbet aynı. Zengin ya da fakir, güzel veya çirkin, güçlü yahut zayıf… Kim olursak olalım, nerede ve hangi şartlarda bulunuyorsak bulunalım, kaçınılmaz sonu hakka’l-yakin idrak edeceğiz. Daha kabirde dünyada yaptığımız iyi ya da kötü amellerin karşılığını görmeye başlayacağız. 

Yeryüzü o kadar cezbedici görünüyor ki gözümüze, ser sefil yaşasak da ölüm düşüncesi aklımıza geldiğinde ürküyoruz. Belki de bu nedenle buyuruyor Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Bütün zevkleri bıçak gibi kesen ölümü çokça hatırlayın!” diye. 

İki metrelik bir çukura konulup üzerimize toprak atılacağını tahayyül ettikçe, gerçekten de dünyanın ve içindekilerin -Allah’a yaklaştıranları hariç- lânetlendiğini anlayabiliyoruz. 

Ancak, nefs ve şeytan öyle kuşatıyor ki bizi, yakınlarımızdan birilerini kaybettiğimizde hatırlayabiliyoruz ölümü. O da çok çok bir hafta sürüyor. Sonra, hızla akıp giden nehre kapılmış gibi hayatımızı bütün yanlışlarıyla sürdürmeye devam ediyoruz. 

İki kapılı ev

İnsanlığın ikinci babası Hz. Nuh aleyhisselam 950 sene yaşadı. Azrail aleyhisselam kendisine gelip; “Ey Nuh! Ey nebîlerin en büyüğü! Ey ömrü uzun, ey duaları kabul edilen! Dünyayı nasıl gördün?” diye sorunca Hz. Nuh aleyhisselam “Kendisine iki kapılı bir ev yapılan, kapının birinden girip diğerinden çıkan bir adamın gördüğü gibi gördüm.” diye cevap verdi. 

İki kapı… Biri doğum, diğeri ölüm. Arada geçen ne varsa; hırslar, hasetler, telaşlar, kaygılar, beklentiler, hesaplar, üzüntüler, sevinçler, şöhret, para, kariyer… Hepsi ama hepsi kapının birinden girip diğerinden çıkıncaya geçen sürede olup bitiyor. Neredeyse göz açıp kapamak kadar kısa bir zaman diliminde yani. İkinci kapı yüzümüze kapandığında başlayacak asıl hikâye. Arkamıza dönüp baktığımızda bir harabe göreceksek vay halimize! Şayet, içini güzelliklerle mamur ettiğimiz bir evse gözümüze ilişecek olan, işte o zaman maksadı yerine getirmiş olmanın mutluluğuyla gerçek hayata doğru yola koyulacağız. 

Hal böyleyken nedir dünyadan beklentimiz? Nedir kendimizle alıp veremediğimiz? Ayet-i kerimede sorulduğu üzere “Bu gidiş nereye?” (Tekvir 26) 

Çoğalan ve azalan 

İmam-ı Gazâlî hazretleri, ömrün dünyadaki bütün nimetlerden daha kıymetli olduğunu şu hikmetli sözle anlatıyor: 

“Her gün ömürleri azalmasına rağmen malları arttığı için sevinen ahmaklar gibi olma! Mal artıyor tamam, fakat ömür azalıyor. Hayır bunun neresinde? Rabbini bilmen ve amelin dışında hiçbir şeyin artmasına sevinme.” 

Enerjimizi, sağlığımızı, kafa konforumuzu ve bize verilen en büyük lütuf olan ömrümüzü uğruna harcadığımız geçici nimetler gün gelip elimizden alındığında, hikâyenin aslında zannettiğimizden çok farklı olduğunu göreceğiz. O gün gelmeden, ecel nefesini ensemizde hissettirmeden Gazâlî hazretlerinin vurguladığı gibi malın, mülkün ve paranın çokluğuna değil; hayatımızı Allah’ın rızasını kazanacak amellerin fazlalığına sevinmeliyiz. 

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem uyarıyor: “Bir kişi doğduğu günden ihtiyarlayıp vefat ettiği güne kadar Allah rızasını kazanma uğruna yüz üstü yerlerde sürünse, her türlü meşakkate katlanarak ibadete koştursa, kıyamet günü bu yaptığını çok yetersiz görür ve daha fazlasını yapmış olmayı ister. Cennet halkı, başka bir şeye değil, sadece dünyada Allah’ı zikretmeksizin geçirdikleri anlara hasret ve pişmanlık duyacaklardır!” 

Kimileri, dünya imtihanını kazanmış ve cennetle ödüllendirilmiş olmasına rağmen, daha fazlasını yapmadığı için hayıflanıyorsa -Allah muhafaza- cehennem ehlinin vaziyetini bir düşünelim! Pişmanlığın fayda etmeyeceği o günde Allah’ın gazabına maruz kalmaktansa, lütfuna ermek için dünyadayken gayret etmek akıllı insanların işi değil midir?

Ansızın karşımızda

Ölüm, bütün dünya zevklerini anlamsız hale getiren en büyük hakikat. Âhiret koşarak bize doğru geliyor. Öyleyse fani olan bu âlemde garip bir yolcu gibi davranıp ölümü hayatımızın merkezinde tutmak zorundayız. En yakınlarımızı kaybedince hatırladığımız, bir süre etkisinde kalıp sonra hızla mâsivâya dalıp günlük rutinimize döndüğümüz bir şey olmamalı ölüm bizim için. Her an yanı başımızda, her saniye karşımıza çıkacak bir misafir gibi düşünmeliyiz onu. 

Eğer Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun bir hayat yaşayabildiysek, kalb-i selîm ile karşılayabileceksek çok sevdiğimiz ve değer verdiğimiz bir misafir olur. Değilse, uyanıp kurtulamayacağımız bir kâbus gibi peşimizi bırakmaz. Allah; Derviş Yunus’un söylediği gibi ömür bahçemizin gülü solmadan, ecel bir gün bize “hadi” demeden uyanmayı, ders ve ibret almayı, kendimize çeki düzen vermeyi nasip etsin. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy