Aramak

Semerkand Seyahat Günlüğü 2

Afrasiyab Tepesi’nde 

Bir Divane

“Afrâsiyâb”, Kaşgarlı Mahmud’a göre Saka Türklerinin “Alp Er Tunga” dediği Turan hakanına İranlıların verdiği isim. Semerkand kurulmazdan önce Altaylardan gelen bazı Türk boylarıyla Saka Türklerinin bu bölgede göçebe bir hayat sürdürdüklerini okuyup öğrenmiştik. Afrasiyab ismi o günlerin bir hatırası olmalı diye düşünüyoruz. Fakat ne bu bilgilerimiz ne de tepenin suskun yeşilliği herhangi bir sırrı fısıldamıyor bize.

Semerkand’a geldiğimiz gün tanıştığımız Hoca Nasrullah’ın telkini ile bu kutlu şehrin sırrını çözmek için sabah ilk işimiz Afrasiyab Tepesi’nin yolunu tutmak oldu. Bugünkü Semerkand şehir merkezinin doğusunda, Soğd ya da diğer adıyla Zerefşan nehrinin güneyinde, vadiye hâkim yüksekçe bir mevki burası. Sit alanı olduğu için iskâna kapatılmış. 

Şimdi yerinde yeller esen eski Semerkand “şehristan”ının bu tepede kurulduğunu biliyoruz. Çevredeki birkaç tarihî yapı ile mezarlıklar dışında her taraf yemyeşil. 

“Afrâsiyâb”, Kaşgarlı Mahmud’a göre Saka Türklerinin “Alp Er Tunga” dediği Turan hakanına İranlıların verdiği isim. Semerkand kurulmazdan önce Altaylardan gelen bazı Türk boylarıyla Saka Türklerinin bu bölgede göçebe bir hayat sürdürdüklerini okuyup öğrenmiştik. Afrasiyab ismi o günlerin bir hatırası olmalı diye düşünüyoruz. Fakat ne bu bilgilerimiz ne de tepenin suskun yeşilliği herhangi bir sırrı fısıldamıyor bize.

Önce yakınlardaki Hazreti Hızır Mescidi’ni ziyarete karar veriyoruz. Bunun 8. asırda Maveraünnehir’de yapılan ilk cami olduğunu, daha sonra kim bilir hangi istila sırasında yıkıldığını, aynı yere 19. asrın sonunda şimdiki mescidin inşa edildiğini anlatmışlardı. 

Mescit ibadete kapalı ama başka tarihî yapılarda da göreceğimiz gibi, ziyaretçilerin oturmaları için sedirler konulmuş bölmelerde bir görevli önce Kur’an okuyor, sonra da ziyaretçilerle birlikte dua ediyor. Yeşil çapanlı, takkeli, seyrek ve uzun, beyaz sakallı, ufak tefek, sevimli bir ihtiyar, yaşından beklenmeyen bir çeviklikle, yol seviyesinin hayli yükseğindeki mescidin merdivenlerini çıkıp el işaretiyle bizi çağırdığında, burada da böyle bir ziyaretçi bölümü olduğunu gördük. 

Sedirlere oturur oturmaz, aynı ihtiyar, mescit görevlisinden önce Kur’an tilavetine başladı. Kehf suresinden, Hz. Musa ile Hızır aleyhimesselamın yolculuklarını anlatan ayetleri okudu. Duamızı ettik, fatihamızı yollayıp kalktık. Yeşil çapanlı ihtiyar bize bakarak, 

– Hızır burada! Âb-ı hayat burada, dedi sert bir tonla. 

Sinirli ve keskin hareketlerle mescidin bir balkonu andıran avlusuna çıktı, parmağını tepeye doğru uzattı, yersiz bir itiraza cevap veriyormuş gibi, aynı sert ifadeyle,

– Hızır basmasaydı böyle yeşil olur muydu buralar? diye sordu. 

Mescidin mihmandarı yanımıza sokulmuş, “Seyidahrar divanedir” cümlesini tekrarlıyor, ona aldırmamamız gerektiğini söylemeye çalışıyordu. 

Seyidahrar adındaki bu divane ihtiyarın sıra dışı biri olduğu çok belliydi. Kendi kendine sayıklar gibi “Hızır burada! Âb-ı Hayat burada!” demeye devam ediyordu. Yanına yaklaştık,

– Bize gösterir misin? dedik. 

Hiçbir şey söylemeden tepeye yöneldi, Özbeklerin “çapan” dediği uzun ve bol hırkasının eteklerini savura savura, hızlı adımlarla yürümeye koyuldu. 

Âb-ı hayat çeşmesi

Seyidahrar’ın peşinden nefes nefese, önce bir zamanlar Uluğ Beğ Rasathanesi’nin kurulu olduğu tepeye çıktık. Rasathanenin bugüne ulaşan ölçüm dehlizine baktık bir müddet. Kısa bir moladan sonra rasathanenin karşısına düşen başka bir tepeye tırmandık bu kez. Burada, Danyal Peygamber’in metrelerce uzunluktaki mezarının yer aldığı türbesini ziyaret ettik. 

Hiç konuşmadan Seyidahrar durunca duruyor, yürüyünce peşi sıra biz de yürüyorduk. Yaşlı rehberimiz hayli kısa kestiği ziyaretler esnasında bir köşeye çekilip bütün hareketlerimizi inceliyor, dikkatle yüzümüze bakıyor, gördüklerimizden ne kadar etkilendiğimizi, ne anladığımızı ölçmeye çalışıyordu galiba. Türbenin hemen aşağısında bulunan bir çeşmeyi işaret etti, oraya indik. Yorgunluğumuzu atmak üzere elimizi yüzümüzü yıkarken, bu kadar dolaştıktan sonra Seyidahrar ilk defa konuştu:

– Âb-ı hayat buradadır! Ölümsüzlük iksiri buradadır!

Çeşmeden su alan ziyaretçilerden, bu suyun şifalı olduğuna inanıldığını öğrenmiştik ama bizim divane ihtiyar başka bir şey söylüyordu. Çeşmenin başına oturmuş, kendi kendine konuşuyordu sanki: 

– Mecmaa’l-bahreyn burasıdır. Balık burada dirildi, deryaya karıştı.

Seyidahrar’ın mescitte okuduğu ayetler aklımıza geldi. “İki denizin birleştiği yer” anlamında “mecmaa’l-bahreyn” orada geçiyor, ölü bir balığın bu birleşme noktasında dirildiği anlatılıyordu. İhtiyar bize bir şey mi demeye çalışıyordu acaba? 

Kehf suresinin 60 ilâ 82. ayetleri arasında nakledilen kıssayı hatırlamaya çalıştık: “Hz. Musa aleyhisselam, yanındaki genç adamıyla iki denizin birleştiği yere ulaşmak üzere yola çıkar. Bir kıyıda mola verdiklerinde, azık olarak yanlarında bulundurdukları kurutulmuş balık bir kayanın dibinden çıkan suyla temas edince canlanmış, denize dalıp gitmiştir. Yardımcısı bunu görür fakat Hz. Musa’ya söylemeyi unutur. Epeyce yol aldıktan sonra başka bir yerde mola verdiklerinde, yemek için azığını isteyince genç yardımcısı olanları hatırlayıp Hz. Musa aleyhisselama anlatır. İsrailoğulları’nın peygamberi, balığın canlandığı yerin, aradığı iki denizin birleştiği yer olduğuna hükmedip geri döner. Burada Allah’ın kendisine rahmet ve ledün ilmi verdiği sâlih bir kul olan Hızır aleyhisselamla karşılaşır. Hz. Musa, Hızır’a tâbi olarak ona verilen ilmi öğrenmek ister. Hızır’ın uyarmasına rağmen onunla yolculuğa çıkmakta ısrar eden Hz. Musa aleyhisselam, şahit olduğu birtakım olayların zâhirine bakarak yaptığı itirazları sürdürünce bu birliktelik bozulur.”

İyi de biz nihayet bir çeşmenin başında duruyorduk. Ne deniz vardı buralarda ne balık. Seyidahrar gerçekten bir divane olmalıydı. İncinmesin diye bir şey söylemedik ama galiba boşu boşuna yorulmuştuk. Hoca Nasrullah’ın dün bize “Bir müşkülünüz olursa ben buradayım” dediğini hatırladık sonra. Neyin ne olduğunu bir de ona sormaya karar verdik. 

İki deniz buluşunca

İkindi sonrası Hoca’nın odasındaydık. Hoca Nasrullah anlattıklarımızı dinledikten sonra oturduğu yerden uzanıp raftaki kitaplardan birini aldı. Sayfaları çevirirken, “Âb-ı hayat’ı sormuştunuz değil mi?” diye mırıldanıyordu. Kitapta aradığı yeri bulduğunu belli eden bir kararlılıkla durup doğrulduktan sonra ders verir gibi anlatmaya başladı:

– İnsan vardır, kurutulmuş balık misali yeryüzünde bir şeylerin terkisinde oradan oraya sürüklenmeyi yaşamak zanneder. İnsan da vardır, kendini bilir, hakikatini bilir, vahdet denizine dalar, ölümsüzlüğü bulur. Âb-ı hayat aşk-ı ilâhîdir. Gönlünü sahibine verendir ki ölümsüzlük sırrının mahremi olur. Aşksız insan yaşarken de ölü gibidir. Öyleyse arayıp bulan için, içmesini bilen için iman âb-ı hayattır, İslâm âb-ı hayattır. Resûl-i Kibriya bir âb-ı hayat çeşmesidir. İnsan-ı kâmilin irşadı âb-ı hayat çeşmesidir. Balık, sâlikin kalbidir. Âb-ı hayatın reşahatinden nasibdar olduğunda, Cenâb-ı Hakk’ın “Hayy” ism-i şerifi orada tecelli eder. Artık o hakiki ve ebedi hayata kavuşmakla kalmaz, başkalarını dirilten bir hassa da kazanır. Afrasiyab Tepesi’nde Hayy tecellisinin, ihyâ kabiliyetinin bir başka vechesine işaret vardır. Bahreyn, yani iki deniz, zâhir ve bâtın ilimleridir. Mecmaa’l-bahreyn, kesbî ilimlerle vehbî ilimlerin buluştuğu yerdir. Uluğ Beğ’imizin rasathanesi zâhir ilmine, rüyetle alakalı mucizeleri olan Danyal Peygamber’in türbesi bâtın yahut ledün ilmine işarettir. Dünyanın neresinde olursa olsun bu iki ilim birbiriyle çatışmadan, kemâl mertebesinde bir yerde buluşursa, orası âb-ı hayat içmiş gibi hem hakikaten canlanır hem canlandırıp diriltir. Medeniyetler böyle yerlerde filizlenir, böyle yerlerde yaşayan milletler aziz olur.

Hoca Nasrullah konuşurken ara sıra göz attığı kitabı kapadı, yüzümüze bakıp aklımızdan geçenleri okuyormuş gibi tebessüm etti. Gerçekten de o an, hepsi de bu topraklarda yetişmiş Hâcegân silsilesindeki ulularla pek çoğu bugün bile aşılamayan âlimlerin, bilim adamlarının isimlerini geçiriyorduk aklımızdan. 

Yarın aynı bölgedeki Afrasiyab Müzesi’ni ziyaret etmek istediğimizi söyledik. Başını hafifçe eğerek bu isteğimizi onaylarken;

– Siz yine Seyidahrar’ı da yanınıza alın, dedi. 

(Gelecek ay: “Semerkand’ı Kim Kurdu Kim Yıktı?”) * 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy