Aramak

Ayın Konusu

fethin manevî mimarı Akşemseddîn
hazretleri

Fâtih’in ordusundaki ulemâ ve evliya arasında Akşemseddîn Hazretleri önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü Akşemseddîn Hazretleri, daha şehzadeliği zamanından beri Sultan Mehmed’in yanındadır ve onun manevî terbiyesiyle bizzat meşgul olmuştur. Kendisini her açıdan fethe teşvik eden odur.

Bu yüzden, Akşemseddîn Hazretleri olmasaydı fetih gerçekleşmezdi ve bugünkü İstanbul olmazdı demek yanlış olmayacaktır. Yine Akşemseddîn Hazretleri’ne İstanbul’un manevî mimarı ve manevî sembolü demek mübalağa olmayacaktır. 

İstanbul’un fethi Türk ve İslâm tarihi yanında dünya tarihi açısından da son derece önemli bir olay. Yedi tepe üzerinde kurulu ve asırlarca Doğu Roma İmparatorluğu’na başkentlik yapmış olan bu güzîde şehir Katolik Hıristiyanlık karşısında Ortodoks Hıristiyanlığın merkezi konumunda olmuştur. 

Türk tarihi açısından gözlerini Batı’ya çevirmiş olan Müslüman Türklerin önünde büyük bir set ve önemli bir çıbanbaşı oluşturmuştur. İslâm tarihi açısından ise Hz. Peygamber aleyhisselamın hedef gösterdiği ufuk noktalarından biri durumundadır. Zira O; “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel bir komutandır, o ordu da ne güzel bir ordudur” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV. 335) buyurarak asırlar öncesinden Müslümanların dikkatini oraya yöneltmiştir. 

İstanbul, Hz. Peygamber aleyhisselamın bu övgüsüne mazhar olmak isteyen Müslüman hükümdarlar tarafından defalarca kuşatılmış, ancak O’nun övgüsüne mazhar olmak şerefi genç Osmanlı padişahı Fâtih Sultan Mehmed Han’a nasip olmuştur.

Genç padişah II. Mehmed, tahta geçtikten hemen sonra fetih hazırlıklarına başlamış, bunun için ordusunu devrinin en modern teknolojisiyle donatmıştır. Bu amaçla, planlarını bizzat kendisinin çizdiği ve mühendisliğini kendisinin yaptığı, o ana kadar dökülmeyen devasa toplar döktürmüş, böylelikle ordusunu sefere hazırlamıştır. 

Bütün bu zâhirî hazırlıkların yanında manevî yönden de ordusunu ulemâ ve evliya ile, dua ve himmet erleriyle donatarak askerlerini savaşa hazırlamıştır. Bunun için Akşemseddîn başta olmak üzere, Akbıyık Sultan, Molla Hüsrev, Molla Gürânî gibi âlimlerin ve velîlerin desteğini almıştır. Yine Nakşibendî ricalinden Ubeydullah Ahrar ve Molla Cami gibi velîlerin uzaktan desteğini yedeğine katmıştır. 

Fâtih’in ordusundaki ulemâ ve evliya arasında Akşemseddîn Hazretleri önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü Akşemseddîn Hazretleri, daha şehzadeliği zamanından beri Sultan Mehmed’in yanındadır ve onun manevî terbiyesiyle bizzat meşgul olmuştur. Kendisini her açıdan fethe teşvik eden ve fetihten sonra büyük sahabi Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallahu anhunun Bizans surlarının yakınındaki kabrini bulan da odur.

Bu yüzden, Akşemseddîn Hazretleri olmasaydı fetih gerçekleşmezdi ve bugünkü İstanbul olmazdı demek yanlış olmayacaktır. Yine Akşemseddîn Hazretleri’ne İstanbul’un manevî mimarı ve manevî sembolü demek mübalağa olmayacaktır. 

AKŞEMSEDDÎN KİTABI

Akşemseddîn Hazretleri hakkında kaynaklarımızda yeterli bilgi vardır. Bunlar arasında 16. yüzyılın başlarında Hüseyin Enîsî tarafından yazılan Menâkıbnâme, Hazret hakkındaki ilk kaynaktır ve kendisinden sonra yazılan eserlere de kaynaklık etmiştir. Daha sonra yazılan eserler büyük ölçüde Enîsî’nin Menâkıbnâmesi’ne dayanmaktadır.

Bu noktada Üstad Mustafa Tatcı Hoca, Gülten Büyükbasmacı ile birlikte hazırladığı Akşemseddîn Kitabı ile ilim ve kültür hayatımıza büyük bir hizmette bulunmuştur. Adı geçen 500 küsur sayfalık hacimli kitapta, menâkıbnâmelerde, kroniklerde ve seyâhatnâmelerde Akşemseddîn Hazretleri hakkında yazılan bütün bölümler bir araya getirilmiştir. Bu noktada Enîsî’nin kitabından itibaren günümüze kadar gelen bütün kaynaklar taranmıştır. Böylelikle tam 28 kaynaktaki Hazret ile ilgili bütün yazılanlar adı geçen kitapta bir arada toplanmıştır. Böylece Akşemseddîn Hazretleri’ni konu alan müthiş bir ilmî koleksiyon ortaya çıkmıştır. Bizim bu yazımız da söz konusu kitaba/kitaplara dayanmaktadır.

AKŞEMSEDDîN’İN HAYATI 

Doğumu, Eğitimi ve İntisabı

Asıl adı Muhammed b. Hamza olan Akşemseddîn Hazretleri 1389-90 tarihinde Şam’da doğdu. Soyu, Sühreverdî tarikatının kurucusu ve tasavvufun temel klasiklerinden olan Avârifu’l-Maârif adlı eserin yazarı Şahâbeddin Sühreverdî Hazretleri’ne (v. 1234) ve oradan da Hz. Ebû Bekir radıyallahu anhu efendimize dayanmaktadır. 

Akşemseddîn Hazretleri, tahsiline yedi yaşında Kur’an’ı ezberleyerek başladı. Arapça, Farsça ve İslâmî ilimlere vâkıf olduktan sonra Amasya Dâru’ş-Şîfa’sında tıp eğitimi aldı. Medrese tahsilini bitirince bir mürşid-i kâmil bulmak arzusuyla Arap ve İran beldelerinde dolaştı, ancak aradığını bulamayınca Anadolu’ya geri döndü.

Başlangıçta Hacı Bayram Velî Hazretleri’ne intisap etmek istese de onun, fakirlere dağıtmak için de olsa esnafı dolaşarak para toplamasını hoş karşılamayıp zamanın meşhur mutasavvıfı Zeynuddîn Hafî (v. 1435) Hazretleri’ne intisap etmek üzere yola çıktı. Ancak Halep yakınlarında iken rüyasında, boynunda bir zincir olduğunu, zinciri çekerek kendisini Ankara’ya getirdiklerini ve zinciri tutanın da Hacı Bayram Velî Hazretleri olduğunu gördü. 

Derhal Ankara’ya geldi ve Hacı Bayram Velî Hazretleri ve müridlerini tarlada çalışırken görünce kendisi de hizmete dâhil oldu. Yemek vakti gelince herkese yemek verildiği halde Hacı Bayram Hazretleri’nin talimatıyla kendisine yemek verilmedi. Bunun üzerine nefsini kınayarak köpeklerin yediği çanaktan yemek isteyince bu tevazuunu gören Hacı Bayram Velî Hazretleri onu kendi sofrasına çağırdı. “Zincirle zorla getirilen misafir bu şekilde ağırlanır” buyurarak kendisine iltifat etti.

Riyâzet Günleri

Hacı Bayram Velî Hazretleri tarafından hemen halvete konulan Akşemseddîn Hazretleri çok ağır riyâzetler çekti. Yedi günde bir, bir kaşık sirkeden başka bir şey yiyip içmedi. Aç, susuz ve uykusuz bir şekilde günlerce süren riyâzet, ibadet ve taat sonucunda saçı sakalı ağarıp nura döndü. Böylelikle “Akşemseddîn” oldu. 

Zamanımızda tasavvuf yoluna giren bir mürid bu şekilde bir manevî eğitime tâbi tutulsa acaba kaç gün dayanır; bu noktada kendimizi sorgulamamız gerekir. 

Onun bu halini gören Hacı Bayram Velî Hazretleri, “Kösec, sen bu riyazetle az zamanda havada uçarsın, akıbet nur olursun, seni kabrinde bulamazlar”, demiştir. Hakikaten de vefatından sonra bir vesileyle kabri açılan Hazret’in mezarının bomboş olduğu kaynaklarda yazılıdır.

İrşadla Görevlendirilmesi

Bu şekilde seyr u sülûkunu tamamlayıp hilâfetle görevlendirilen Akşemseddîn Hazretleri, önce Beypazarı’na giderek bir mescid ve bir değirmen yaptırdı; böylelikle irşad görevine başlayarak hem mürşid hem de tabip olarak insanlara hizmet etti.

Ancak sevenleri çoğalıp etrafında büyük kalabalıklar oluşunca Beypazarı’ndan ayrılarak önce Çorum/İskilip’e, ardından İskilip’in Evlek köyüne gitti. 

Bu arada yedi defa hac ibadetini yerine getirdi, yedinci defada dört yıl mücâvir kaldı.

Vefatı

Akşemseddîn Hazretleri Hacı Bayram Velî Hazretleri’nin vefatından sonra da Bolu/Göynük’e yerleşerek 1459 yılındaki vefatına kadar orada kaldı. Göynük’te kendi yaptırdığı mescidin bitişiğindeki kabrindedir. Daha sonra 1463-1464 yılında üzerine bir türbe yapılmıştır. 

Ardında oğlu Feyzullah, Hamzatu’ş-Şâmî, Abdurrahim Efendi ve kendisinden sonra silsilesini devam ettiren Kayserili İbrahim Tennûrî Hazerâtını halîfe olarak bıraktı.

Yine ardında Risâletu’n-Nûriyye, Def’u Metâini’s-Sûfiyye, Devrânu’s-Sûfiyye, Risâle-i Zikrullah, Şerh-i Akvâl-i Hacı Bayram Velî, Makâmât-ı Evliyâ, Maddetü’l-Hayat gibi eserler bıraktı.

HAYATINDAN KESİTLER

Yukarıdaki satırlarda Akşemseddîn Hazretleri’nin Hacı Bayram Velî Hazretleri’ne intisabından ve yaptığı ağır riyazet ve ibadetlerinden söz etmiştik. Bunun yanında kaynaklarda Akşemseddîn Hazretleri’nin diğer birçok kerâmâtından, kemâlâtından ve menâkıbından bahsedilmektedir. Kısaca onlardan da söz etmeye çalışalım. 

Akşemseddîn Adı

Hüseyin Enîsî’nin bildirdiğine göre çok fazla riyazet yaptığından ötürü yüzünün bembeyaz olması, saç ve sakalının ağarması ve çoğu zaman beyaz elbise giymesi sebebiyle kendisine Akşemseddîn denilmiştir. 

Hüseyin Vassaf Efendi ise kendisine Akşemseddîn denilmesinin, sakal ve bıyıktan mahrum köse olmasından kinaye olduğunu söylemektedir. Nitekim Hacı Bayram Velî Hazretleri de ilk karşılaştıklarında kendisine “kösec” (köse) diye hitap etmiştir. 

“Bu bir zeyrek köse imiş. Her ne ki gördü ve işitti, inandı.

Hikmetini sonra kendisi bildi. Ammâ bu kırk yıldan beri hizmet eden dervişler gördüklerinin ve işittiklerinin hemân hikmetinden ve aslından sorarlar”.

Tez Zamanda Kemâlât 

Bazı dervişler Hacı Bayram Velî Hazretleri’ne, kırk yıldır çalıştıkları halde kemâlâta eremedikleri ve hilâfet alamadıkları halde az bir müddet zarfında Akşemseddîn Hazretleri’ne hilâfet vermesinin hikmetini sordu. Verdiği cevap çok manidardır ve mürşide teslimiyeti anlamayanlara ders niteliğindedir. Bu ders Hüseyin Enîsî Efendi’nin kaleminden aynen şu şekilde ifade edilmiştir:

“Bu bir zeyrek köse imiş. Her ne ki gördü ve işitti, inandı. Hikmetini sonra kendisi bildi. Ammâ bu kırk yıldan beri hizmet eden dervişler gördüklerinin ve işittiklerinin hemân hikmetinden ve aslından sorarlar”.

Gözümün Nuru Kırıntılar

Akşemseddîn Hazretleri yaşlandıkça gözlerinin nuru arttı. Gözlüğe ihtiyaç duymadı. Hikmetinden sual olundu. Bunun sebebi olarak, sofra kalktıktan sonra yere dökülen ekmek kırıntılarını ve pirinç tanelerini yemesini gösterdi. 

Biz de sofrada dökülen kırıntıları ve yemek artıklarını atmayıp yemenin, evin bereketine sebep olmasının ötesinde gözlerin kuvvetlenmesine ve nurunun artmasına da sebep olduğunu Akşemseddîn Hazretleri’nden öğrenmiş olduk.

‘Âferin Behey Germiyan Türkü’

Akşemseddîn Hazretleri bazı sofilerle birlikte halvette iken bir defasında durduk yere “Âferin Behey Germiyan Türkü” dedi. Halvetten çıktıktan sonra yanında bulunanlardan biri bunun sebebini sorunca şu cevabı verdi:

– Süluk esnasında unsurlar mertebesinden felekler mertebesine yükseldim. Dördüncü kat göğe çıktım, baktım ki oradaki meleklere şu beyti okumaları emrolunmuş:

“Ey kemâl-i kudretin nefhinde âlem bir nefes
Vey celâl-i izzetin bahrinde dünyâ keff ü hes.” 

(Ey âlemin kudretinin, kemâlinin bir üfleyişinde bir nefes olduğu ve ey izzetinin celâlinin denizinde dünyanın bir köpük olduğu Allahım.)

Bu beyti niçin okuduklarını sorduğumda şu cevabı verdiler:

– Germiyan (Kütahya) ilinde Şeyhî adında bir şair vardır. Bu beyti o söyledi. Yüce Allah’a hoş geldi. Bize bu beyti okumamızı emretti.

Demek Allah’ın öyle kulları var ki beyitleri göklerde yankılanıyor, sözleri Allah’ın hoşuna gidiyor ve melekler tarafından tekrarlanıyor.

Bayram Günü Oruç mu?

Bir bayram günü halk eğlenirken, Akşemseddîn Hazretleri bir köşede oturmuş, yemeyip içmeyip kendi kendine ağlıyordu. Zamanın âlimlerinden biri Akşemseddîn Hazretleri’ne bayram günü oruç tutmanın haram olduğunu söyleyince şöyle dedi:

– Oruçta niyet etmek şarttır. Biz oruca niyet etmedik. Allah’tan gaflete düşme korkusundan hayrete düşüp yemeden içmeden kesildik.

‘Müderrislik için Mezhep Değiştirilmez’

Akşemseddîn Hazretleri’nin silsilesi kendisinden sonra büyük bir âlim olan halifesi Şeyh İbrahim Tennûrî (v. 1482) ile devam etmiştir. Şeyh İbrahim, Şâfiî mezhebinden idi. Kayseri’de Hunat Hâtun Medresesi’nde müderris iken medresenin vakfiyesindeki müderris ve muidlerin Hanefî mezhebinden olmaları şartı üzerine görevinden feragat etti. Hatta kendisine Hanefî mezhebine geçmesi tavsiye edilince; 

– Bir müderrislik için bir mezhep değiştirilmez, buyurdu. 

Gönül Derdine Derman Arayan Yok mu?

İbrahim Tennûrî Hazretleri Akşemseddîn Hazretleri’ni görmek için Beypazarı’na gitti. O esnada birçok kimse gelip bedenî hastalıklarını söylediler. Halk dağılınca Akşemseddîn Hazretleri, “Aceptir ki (tuhaf ki) gönlüm ağrır diyen kimse yoktur” buyurdu. Sonra İbrahim Tennûrî Hazretleri’ne dönüp halini hatırını sordu. Daha sonra aralarında şu konuşmalar geçti:

– Kayseri’de müderris idim, derûnumda bir dert peyda oldu, derman almaya geldim.

– Bize ne armağan getirdin?

İbrahim Tennûrî Hazretleri yanında verecek bir şey bulunmamasından hicap duydu. Bunun üzerine Akşemseddîn Hazretleri sorusunu açarak tekrar sordu: 

– Ben senden dünyalık armağan istemedim, vâkıadan ve sair ahvalden neyin vardır?

– Sultanım, ben gönlü kara bir kimseyim, hiçbir şeyim yoktur.

Akşemseddîn Hazretleri İbrahim Tennurî Hazretleri’ni halvete aldı. O gece dört yüz vâkıa gördü. Sabah eline kâğıt kalem alıp bunları unutmadan yazmak isteyince hepsini ayrıntılarıyla hatırladığını gördü ve hayretler içinde kaldı. Bunun Şeyh’in kerameti olduğunu anladı. 

‘Şemseddîn Burada Yok Farz Et’

Halvetteki arkadaşları riyâzet yaptıkları için bir şey yemedikleri halde İbrahim Tennûrî Hazretleri’ne her kuşluk vaktinde bulamaç, bir ekmek ve bir testi su gelirdi. Bir gün, riyâzet yapan arkadaşlarının yanında kendisi yiyip içtiği için hizmetçinin getirdiği bu yemeği kabul etmedi. Bunu öğrenen Akşemseddîn Hazretleri gazap etti. Görevli hizmetli gelip İbrahim Tennûrî Hazretleri’ni şöyle azarladı:

– Senin fuzûli işler nene gerektir? Şeytan’ın ayartması ile hareket edersin. Senin tabibin seni gözlemez mi, senin tabiatını bilmez mi? Senin meşrebinin gereği budur, onlarınki odur.

Bunun üzerine o gün iki ekmek ve bir bulamaç verdiler.

Bir gün hatırına bir tas çorba ve bir tabak pilav yeme isteği geldi. Bunu ne kadar aklından çıkarmak istese de muvaffak olamadı. Hemen hizmetli gelip, şeyhi Akşemseddîn Hazretleri’nin çağırdığını söyledi. Yanına varınca kendisine çorba ve pilav tepsisini gösterip;

– Şemseddîn burada yok farz et ve murâdın üzere ye, buyurdu. 

Tennûr İle Mücahede

Şeyh İbrahim Hazretleri bir defasında kabz (darlık) haline düşüp, ne yapsa bast (genişlik) hali müyesser olmayınca İskilib’e yakın Evlek köyünde ikamet eden Akşemseddîn Hazretleri’ni ziyarete niyet etti. 

Yolda iken bir ara rüyasında Akşemseddîn Hazretleri’ni gördü. Tennûr (tandır) üzerine oturup kendisini terletmesini işaret etti. Denileni yapınca kabz hali geçip bast haline ulaştı. Şeyh İbrahim Hazretleri “Tennûrî” lakabını böyle aldı. 

Şeyh’le buluşunca bu durumu anlattı ve o da bunu onayladı. Bundan sonra İbrahim Tennûrî Hazretleri kabza düşen müridlerini tennûra oturtup testi testi su içirirdi ve terletip kabz halinden çıkarırdı.

Nûrulhüdâ

Akşemseddîn Hazretleri’nin Nûrulhüdâ isminde bir oğlu vardı. Meczûb ve keşif ehli idi. Mescide gittiğinde cemaatin ayakkabılarına bakıp, kimin cennetlik kimin cehennemlik olduğunu söylerdi. 

Hazret onun keşfini engellemek için çarşı ekmeği yedirirdi. Yakın zamanda Gavs-ı Kasrevî Seyyid Abdülhakim el-Hüseynî Hazretleri de keşfi açılıp insanların halini ayan eden bazı sofilerinin kalbine perde gelmesi için onlara çarşı ekmeği yedirmişti.

‘Beni Almadan Gidemezsin’

Akşemseddîn Hazretleri bir köye gitmek istedi. Henüz çocuk olan oğlu Nûrulhüdâ kendisini de götürmesini istedi. Fakat babası onu götürmedi. 

Bunun üzerine çocuk gözyaşları içinde babasını Yüce Allah’a şikâyet etti. Hemen ortalığı gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım kapladı. Babası Akşemseddîn Hazretleri bir dere içinde sel baskınına uğradı ve zor kurtuldu. Nûrulhüdâ’yı yanına almadan o köye gitmek mümkün olmadı. 

Demek ki Akşemseddîn Hazretleri’ni bile yoldan çeviren Akşemseddîn’ler var.

Kabrimin Üstünü Örtmesinler

Nûrulhüdâ vefatından sonra kabrinin üstünün açık bırakılmasını vasiyet etti. Vasiyetine riayet edilmeyip kapatıldı. Ertesi gün kabrin üstünü açık buldular. Yine örttüler, yine açıldı. Bunun üzerine açık bıraktılar. 

Ne zaman yağmur yağmasa, gidip kabrinin üstüne su dökerlerdi, Allah’ın izniyle yağmur yağardı.

Allah’a Hamdin Sebebi

Hazreti Şeyh’in on iki çocuğu vardı. Bir gün hepsini bir araya toplayıp yemek verdi. Sırayla çocuklarına teker teker baktı ve “Allah’a hamdolsun” dedi. 

Çocukları, Allah’ın kendisine böyle çocuklar verdiği için Allah’a hamd ettiğini sandılar. 

Meczûb olan Nûrulhüdâ ise babasının, böyle çocukları olduğu halde onların muhabbetinin, Allah’ın muhabbetine engel olmadığı için Allah’a hamd ettiğini söyledi. 

Akşemseddîn Hazretleri, Nûrulhüdâ’nın bu sözünü tasdik etti.

Ne zaman İstersem O Zaman Ölürüm

Akşemseddîn Hazretleri’nin geçimsiz bir hanımı vardı ve onu çok üzerdi. Hazret çocukları için hanımının ezasına tahammül ederdi. Kadın eziyete başladığında aralarında şu konuşmalar geçerdi:

– Ben senin eziyetine tahammül etmeyip ölürdüm ama çocuklarım yetim kalmasın diye ölmüyorum. 

– Bak şu mecnun kocaya, ölürüm diyor! İnsanın ölümü veya yaşaması kendi elinde midir?

– Yüce Allah benim hayatımı ve ölümümü kendi elime vermiştir. Dilersem şimdi ölürüm, dilersem birkaç yüzyıl daha yaşarım. Ölmek yaşamak benim elimdedir. Benim yaşamam çocuklarım yetim kalmasın diyedir. Yoksa çoktan ölürdüm.

– Her zaman bunu diyorsun, yine ölmüyorsun. Artık usandık.

Sonunda Şeyh;

– Peki şimdi öleyim, dedi ve sonra kalkıp camiye gitti. İmama dedi ki:

– Hanımdan çok eziyet çekiyorum. Şimdi âhirete gitmek istiyorum. Cemaat ile ikindi namazını kıldıktan sonra sen mihrapta Yâsin suresini okumaya başla. Ben secdeye varacağım. Sure bittikten sonra beni yokla.

İmam Yâsin suresini bitirdikten sonra baktılar ki Akşemseddîn Hazretleri Âlem-i Cemâl’e intikal etmiş. 

Bu rivayet, başta Hüseyin Enîsî Menakıbnâmesi olmak üzere birçok kaynakta yer almaktadır. Biz İbrahim Has’ın Tezkiretü’l-Hâs kitabındaki anlatımından hareketle olayı naklettik.

Akşemseddîn Camii

Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde, İstanbul’un fethinden sonra ilk bina edilen camilerden birinin Karagümrük yakınlarındaki Akşemseddîn Camii olduğunu ve burada yapılan duaların kabul olunduğunu yazar.

AKŞEMSEDDîN, FETİH VE FÂTİH 

Akşemseddîn Hazretleri’nin İstanbul’un fethi üzerindeki rolü ve Fâtih Sultan Mehmet üzerindeki etkisi herkes tarafından bilinen bir husustur. Burada bunlardan da söz etmek yararlı olacaktır.

Fethin İlk Müjdesi

Akşemseddîn Hazretleri’nin Fâtih ile tanışması, Hacı Bayram Velî Hazretleri’nin 1422 yılında Sultan II. Murad tarafından Edirne’ye çağırılmasına dayanır. Hacı Bayram Velî Hazretleri saltanat davasına kalkıştığı suçlamasıyla Padişaha şikâyet edilmişti. 

Hacı Bayram Velî Hazretleri’nin 1429’daki bir diğer Edirne ziyaretinde, Padişah kendisine İstanbul’un fethinin müyesser olup olmayacağını sordu. Hacı Bayram Hazretleri beşikteki Şehzade Mehmed’i göstererek;

– Konstantiniyye’nin fethi bizim köse ile beşikteki oğlunuza nasip olacaktır, demişti. 

Şehzade II. Mehmed tahta geçince Akşemseddîn Hazretleri’ni Edirne’ye davet etti.

Kale düştükten ve fetih gerçekleştikten sonra Sultan Ayasofya’yı dolaşırken Terlerdirek denilen yerde bir nurun parladığını müşahede etti. Oraya vardıklarında Yâ Vedûd Sultan’ın ruhunu teslim etmiş şekilde kıbleye karşı yattığını gördüler. 

İstanbul’u Hz. Mehdi mi Fethedecek?

Yeni padişah tahta çıktıktan sonra fetih hazırlıklarına başladı. Ancak başta Sadrazam Çandarlı Halil Paşa olmak üzere çoğunluk çeşitli sebeplerle İstanbul’un fethine karşı çıkmakta idi. Bunlar İstanbul’un fethinin Hz. Mehdi aleyhisselam tarafından gerçekleştirileceğini belirterek boşuna Müslüman kanı dökülmemesini söylemekteydiler. Bu yüzden şimdiye kadar kimsenin fethe muvaffak olamadığını ileri sürüyorlardı. Bu konuda şu hadis-i şerifi de delil getiriyorlardı:

Yakında sizinle Rumlar arasında dört sulh anlaşması olacak. Bunlardan dördüncüsü âl-i Herakles’ten bir adamla gerçekleşir ve yedi yıl sürer. Denildi ki: 

– Ya Resûlallah, o gün insanların imamı kimdir? Dedi ki: 

– Benim evlatlarımdan kırk yaşında, yüzü parlak bir yıldız gibi olan, sağ yanağında siyah bir beni bulunan ve üzerinde iki kutvânî aba olan biridir. O yirmi sene boyunca şirkin hakim olduğu şehirleri fetheder.” 

Kahramanlığı ile meşhur sahabi Avf b. Mâlik radıyallahu anhu da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemden şöyle nakleder: “Müslümanlar Bolan denen yerde bir araya gelmedikçe ve Benî Asfar ile savaşmadıkça dünya yok olmaz. Sonrasında Allah onlara (Müslümanlara) Konstantıniyye’nin fethini kolaylıkla ihsan edecektir.” 

Bunlara karşı en yüksek ses Akşemseddîn Hazretleri’nden geldi. Benzer versiyonu bugün Râmuzu’l-Ehâdis adlı hadis kitabında (299/8, Taberani, Kebir’inde, Hz. Ebû Ümâme’den) geçen bu hadis-i şerifin, Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesine engel olmadığını söyledi. 

İstanbul’un önce Sultan Mehmed tarafından fethedileceğini, sonra Benî Asfar’ın alacağını, Benî Asfar’ın elinden ikinci defa tekrar Hz. Mehdi aleyhisselam tarafından fethedileceğini söyledi. 

Dolayısıyla İstanbul’un fethi için Sultan Mehmed’in önünde dinî yönden de herhangi bir engel bulunmadığını ifade etti. Nitekim bütün söyledikleri gerçekleşmiş ve İstanbul Osmanlı ordusu tarafından fethedilmiştir.

Fetih Tekrar Müjdeleniyor

Akşemseddîn Hazretleri İstanbul’un fethine Padişah ile birlikte gelmişti. Ancak elli dört gün boyunca surlar yerle bir olduğu halde fetih müyesser olmadı. Bunun üzerine Padişah Velîyüddinzâde Ahmed Paşa’yı Şeyh’e gönderdi ve “Zafer mukadder midir?” diye sordurdu. Mukadder olduğu cevabını alınca gününü tayin etmesini istedi. Şeyh;

– Bu senenin (857/1453) Rebîülevvel ayının yirmi birinci günü seher vaktinde filan taraftan yürüsünler, o gün fetih müyesser olacak, dedi. 

Asker o tarihte belirtilen hisara yürüyünce Padişah Şeyh’i davet etti. Şeyh gelmeyince Padişah gazap eyleyerek Şeyh’in çadırına gitti. Bazı kaynaklara göre de Şeyh’e Velîyyüddinzâde Ahmed Paşa’yı gönderdi. 

Çadırına yaklaşıp içeri baktığında Şeyh’in başı açık vaziyette toprak üzerinde secdeye kapanıp ağlayarak dua ettiğini gördü. Nihayet başını secdeden kaldırarak, “Elhamdülillah, fetih müyesser oldu” dedi. 

Padişah dehşet içinde kalarak makamına dönüp kaleye baktığında askerin kale içinden İstanbul’a girdiğini gördü. Kendisi de şehre girince Velîyüddinzâde; “İşte Şeyh’in bize söylediği buydu” dedi. Sultan da;

– Sevincim sadece bu fetih için değildir, böyle bir zâtın benim zamanımda yaşamasındandır, dedi. 

Yâ Vedûd Sultan

Kuşatmanın üzerinden on gün geçmişti. Buna rağmen şehir düşmüyordu. Fâtih bunun sebebini sorunca Akşemseddîn Hazretleri kuşatmanın uzama sebebinin, Şeyh Maksûd’un halifelerinden Yâ Vedûd Sultan adlı bir meczûb olduğunu söyledi. O vefat etmeden kalenin düşmeyeceğini, elli gün sonra da vefat edeceğini haber verdi. Meğer o meczûb hemen değil de birkaç gün sonra kalenin fethi için dua etmiş ve Allah da duasını kabul eylemiş.

Kale düştükten ve fetih gerçekleştikten sonra Sultan Ayasofya’yı dolaşırken Terlerdirek denilen yerde bir nurun parladığını müşahede etti. Oraya vardıklarında Yâ Vedûd Sultan’ın ruhunu teslim etmiş şekilde kıbleye karşı yattığını gördüler. 

Ayasofya’nın Camiye Çevrilmesi

İstanbul’un fethi Salı günü olmuştu. Fâtih Ayasofya Kilisesi’nin Cuma gününe kadar camiye çevrilmesini emretti. Böylece Cuma namazı Ayasofya Camii’nde kılındı. Hutbeyi Akşemseddîn Hazretleri okudu. Namazı da Fâtih Sultan Mehmed Han kıldırdı.

Fâtih ve Sultan Lakabı

Sultan II. Mehmed İstanbul’u fethettikten sora kendisine “Fâtih” ünvanı verildi. Osmanlı padişahlarına Osman Gazi’den Fâtih’e gelinceye kadar “Beğ” (Bey) diye hitap edilirdi. 

II. Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra Akşemseddîn Hazretleri artık kendisinin “Sultan” olduğunu söyledi. Sikkelerine (madeni paralarına) da öyle yazıldı. 

Temiz Belde

Kur’an-ı Kerim’de Sebe suresinin 15. Ayetindeki “Beldetün tayyibetün” (güzel belde, temiz şehir) ifadesi ebced hesabı ile hicrî tarihe göre İstanbul’un fethedildiği tarihe denk düşmektedir.

Sultanın Derviş Olma İsteği

Fethin ertesi günü Padişah Şeyh’in çadırına gelip, kendisine derviş olmak ve halvete girmek istediğini söyledi. Şeyh bunu kabul etmeyince Padişah; 

– Cahil biri halvete girmek üzere gelse onu alırsın, diye öfkelendi. 

Akşemseddîn Padişah’a cevaben; 

– Sen halvete girersen halvetin lezzetini alırsın ve saltanat işleri kalır, âlem fesada uğrar ve Allah sana gazap eder. Padişahların sülûk ve halveti adalet ve meşveret iledir, buyurdu.

Sultan’ın Gururunu Kıran Gerçek Sultan

Padişah derviş olma isteği ile Şeyh’e gelince Şeyh ayağa kalkıp kendisine tazimde bulunmamıştı. Padişah bu halden kırıldığını Velîyyüddinzâde Ahmed Paşa’ya söyledi. Velîyyüddinzâde şu karşılığı verdi:

– Şeyh sizin mürebbinizdir (mürşidinizdir). Bu fetih birçok sultana nasip olmayıp size nasip olduğu için bundan dolayı sizde oluşan gururu kırmak istemiştir.

Padişah, Şeyh’in kendisine saygı için ayağa kalkmamasına çok içerlemişti. Hatta Şeyh’in boynunu vurdurmayı bile düşündüğünü Mahmut Paşa’ya söyledi. Paşa güç bela Padişah’ı ikna etti ve şöyle dedi:

– Padişahım, siz de Şeyh’i davet edin. Geldiği zaman da ayağa kalkmayın.

Sultan, Paşa’nın dediğini yaptı. Şeyh sükûnet içerisinde geldi, diline İsm-i A’zam’ı aldı. Sultan, Akşemseddîn’i görünce hemen ayağa kalktı ve ona tazimde bulundu. Şeyh gittikten sonra Paşa, Sultan’a niçin böyle davrandığını sordu. Padişah şu cevabı verdi:

– Şeyh’e tazim göstermemek elde değil. Diğer şeyhler gelip benimle musafaha ettiklerinde elleri titrer. Akşemseddîn ile musafaha ettiğimde ise benim ellerim titrer.

Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin Kabrinin Bulunması

Hemen hemen bütün kaynaklarda Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin kabrinin bulunması olayı ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Ancak konu farklı rivayetlerle anlatılmıştır. Biz aralarından biri üzerinde tercih yapamadık ve konunun önemine binaen rivayet farklılıklarından bahsetmeyi uygun gördük.

Akşemseddîn Hazretleri hakkındaki ilk kaynak olan Hüseyin Enîsî’nin rivayetine göre fetihten sonra Sultan, Şeyh’ten Ebû Eyyûb Hazretleri’nin kabrini bulmasını istedi. Şeyh ormanlık bir alana gelip kabrin yerini gösterdi ve yeri belirlemek için asasını üzerine dikti. Bazı kimseler asayı oradan kaldırıp yerini unutmamak için üzerine bir nişan koydular. Daha sonra yerin kaybolduğunu, bir daha bulmasını istediler. Şeyh geldi ve asasını aynı yerin üzerine koydu. Akşemseddîn Hazretleri buyurdu: 

– Kabri-i şerif budur. Zâhir alameti odur ki Ebû Eyyûb Hazretleri defnolunduğu gece bir riyazet ehli rahip Peygamber Efendimiz’i rüyasında gördü. Peygamberimiz o rahibe Müslüman olmasını söyledi ve “Benim ashabımdan Ebû Eyyûb falan yere defnolundu. Gurbet diyarında onu nişansız eyleme” dedi. Ruhban uyanınca kalbi nur ile doldu ve kelime-i şehâdet getirdi. İşaret olunan yere bakınca kabrin bulunduğu yerde bir nur gördü. Kabr-i şerifi buldu, üzerine bir mezar yaptırdı. Kabrin yakınında bir ayazma (su kaynağı) çıktı.

Fâtih ve devlet erkânı gelip Şeyh’in dediği yeri kazdırdılar. Kabir ve ayazma ortaya çıktı. Sultan üzerine bir mezar yaptırdı.

Taşköprülüzâde’nin rivayetine göre ertesi gece Şeyh ve Sultan birlikte çadıra girip sabaha kadar sohbet ettiler. Sabah ezanı okununca Şeyh Sultan’a sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra günlük evrâdını okudu. Sultan dizlerinin üzerinde oturarak huşû içinde okunan evrâdı dinledi. Evrâdı tamamlayınca Sultan Şeyh’ten Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrini bulmasını istedi. Şeyh şöyle dedi: 

– Şurada bir nur görüyorum; muhtemelen kabir oradadır. Onun ruhaniyetiyle bir araya geldim; fethi kutlayarak bana, “Allah gayretinizi mükâfatlandırsın, beni küfrün karanlığından kurtardınız” dedi.

Sultan, Şeyh’e inandığını söyledi. Ancak kalbinin mutmain olması için gözüyle görebileceği bir işaret istedi. Bunun üzerine Şeyh bir müddet murakabeye vardı. Murakabeden başını kaldırınca şöyle buyurdu:

– Kabrin baş tarafındaki şu yeri iki zirâ (kol boyu) kazın. Üzerinde İbranice şöyle şöyle yazılı olan bir mermer levha çıkacak.

Dedikleri gibi yaptılar. İki kol boyu kazınca tarif edilen şekildeki mermer levha çıktı. İbranice bilen biri levhayı okuyunca Şeyh’in dediklerinin aynısının yazılı olduğunu gördüler. Gördükleri karşısında hayrete düşen Sultan kendinden geçecek gibi oldu, tutmasalar düşecekti. 

Evliya Çelebi’nin rivayetine göre ise Akşemseddîn Hazretleri, “Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri bu mahalde medfûndur” diyerek sık bir orman içine girdi. Bir seccade üzerinde iki rekât namaz kıldıktan sonra tekrar secdeye varıp, sanki uykuya dalmış gibi uzun müddet secdede kaldı. 

Secdeden başını kaldırınca, “Beyim, Allah’ın hikmeti seccademizi Ebû Eyyûb Hazretleri’nin kabri üzerine sermişiz, hemen bu yeri kazsınlar” dedi. Üç zirâ (kol boyu) kazdıklarında bir yeşil somaki (bir mermer türü) ve dört köşe taş göründü. Taşın üzerinde kûfî hat ile “Hâzâ kabru Ebû Eyyûb-i Ensârî (Bu Ebû Eyyûb-i Ensârî’ni kabridir)” yazılmıştı. Mermer taşı kaldırdıklarında Hazret’in vücudunu safran ile boyanmış kefen bezi içinde bozulmamış şekilde buldular. Mezarını buldukları şekilde yine örttüler. 

Çobanın Şahitliği

Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin kabri kazılıp söz konusu levha ortaya çıktığında bir çoban geldi ve şöyle dedi:

– Adı geçen kabir budur. Zira ben koyun güderdim. Koyunlar buraya geldiklerinde mezar yerinin üzerinden geçmezlerdi. Oraya gelince iki bölüğe ayrılırlar, sonra tekrar birleşirlerdi.

Göynük’e Gidiş ve Vuslata Eriş

Fâtih Sultan Mehmed Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin kabrini bulduktan sonra buraya bir cami, bir türbe ve odalar yapılmasını emretti. Şeyh’ten müridleriyle birlikte bu hücrelerde kalmalarını istedi. Ancak Şeyh kabul etmedi. Memleketine dönmek için Sultan’dan izin istedi. İstanbul’dan ayrılışında denizi geçerken büyük oğluna şöyle dedi:

– Denizi geçince kalbimi bir nur kapladı. İstanbul’da kâfirlerden dolayı ilhamlarım bozulmuştu.

Şeyh sonuçta Göynük’e gitti. Bir müddet sonra 1459 yılında orada vefat etti. 

Allah sırlarını mukaddes kılsın. Bizleri de şefaatlerine nâil eylesin. Âmin. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy