Yer Altındakiler Yer Üstündekiler
Paris’in uzak semtlerinden birine bıraktı arkadaşlar beni. Birkaç kez “burada ne işiniz var” diye de sordular. Tekinsiz bir yere beni bıraktıklarını düşünüp endişe ediyorlardı. Onlara gülümseyip beni merak etmemelerini söyledim. Araçtan indim ve yürüdüm.
Temmuz ayıydı, ikindi girmek üzereydi. Bahçeden içeri girip kapıda bekleyenlere selam verip tanıştım. Biraz sonra Abdülkadir abi geldi. Etrafta çocuklar vardı. Burada yaz kursu için kalıyorlardı. Heyecanlı çocuklar, orada eğitim veren bir hocadan izin alıp biraz daha bilgisayar oyunu hakkı koparıyor, sonra coşkuyla, kimi zaman Fransızca, kimi zaman Türkçe konuşarak üst kata çıkıyorlardı.
İkindi namazını kıldık, hatme yaptık. Yemek zamanıydı. Bahçede ağaçların altında masalar ve sandalyeler hazırlanmış, gençler kaşık çatal bırakıyor masalara. Tabildotta çorba, makarna ve türlü vardı, yanında teneke kutuda içecekler. Yemekleri bir pencereden sıraya giren çocuklara Abdülkadir abi dağıtıyordu. İşyerinden bir ay izin almış, burada çocuklarla ilgileniyordu. Türk eşiyle nasıl tanıştığını, nasıl Müslüman olduğunu anlattı. Hatıra fotoğraf çektirdik ve beni tren istasyonuna bıraktı, vedalaştık.
Güneş batmak üzereydi. Tren istasyonundaki otomattan tren bileti aldım. Bu biletle Paris’in merkezindeki otelime gidecektim. Tren istasyonunda neredeyse herkes siyahî idi. Hangi yöndeki trene binersem Paris’e gidebilecektim? Güvenlik görevlisine İngilizce sordum. Adam olumsuz bir ifadeyle Fransızca konuştu. Kelimelerden seçebildiğim kadarıyla grev sebebiyle tren seferlerinin iptal olduğunu anladım. Benim gibi tren istasyonuna gelen başka insanlar da ne yapacaklarını şaşırmış sağa sola yöneliyordu. Elimdeki tren biletinin geçerli olacağını düşünüp az ilerideki tramvaya bindim. Bağcılar tramvayından bir farkı yoktu. Ellerindeki cep telefonlarına gömülmüş genç insanlar, fakirlik hissi, bir miktar tekinsizlik duygusu.
Tramvaydaki herkes siyahiydi. Tramvay Paris’in Saint Denise bölgesine gidiyor, oradan inince on dakika yürüyüp Paris merkeze giden metroya aktarma yapabiliyordum. Her şey yolunda görünüyordu. Ne durumda olduğumu soran biri Türk diğeri Fransız iki arkadaşa durumu özetledim. İkisi de bu durumdan son derece tedirgin oldu. “Hemen ilk durakta in, sana Uber çağıralım, ya da bekle seni alalım” dediler.
Neden bu kadar abartılı tepki verdiklerini anlamadım, yola devam ettim. Ne olabilirdi ki? Tramvaydan inince navigasyon yardımıyla metroya kadar yürüdüm. Bu arada arkadaşlarım durmamış beni uyaran mesajlar yazmışlardı. Saint Denise bölgesinde her gün ölümlü yaralamalar oluyormuş, oldukça kriminal bir bölgeymiş filan.
Belki cahillik, belki Paris’ten çıkıp hatmeye, hatmeden çıkıp tekrar Paris’e dönmüş biri olarak, olabilecek şeyleri umursamıyor, düşünemiyordum bile. Hatme halkasına gelen rahmetin içinde yüzüyordum belki de. Abdülkadir abi ile bir sonraki karşılaşmamızda bunu anlattım. Dedi ki: “Biz yıllardır bu semtin yanında yaşıyoruz. Onlar bizi bilir, biz onları. Bize hiçbir zararları olmadı.”
Zararın yanından geçip gitmiştim. Sonra şunu düşündüm: Türk ve Fransız arkadaşım neden Abdülkadir abi kadar teslimiyet içinde değildi? Çünkü aynı şeylerden korkmuyorlardı. Paris’in içindekiler ve dışındakiler. Kalbin içindekiler ve dışındakiler. Korkularımız ve korkmayışlarımız. Dünyanın neresine gidersen git, Allah’tan korkan insanların yanında sen de hiçbir şeyden korkmuyorsun.
Paris’in metrolarında, yer altında bir fare sürüsü gibi ilerleyen insanlar vardı. Ve leş gibi kokan yukarıda insanlar gibi karanlıklara kaçan, bir gölgede kaybolan dev fareler vardı. Otele varınca bavuldan seccademi çıkardım, kıbleyi buldum. Namazı kılarken pencereden giren rüzgârın esintisiyle dua kelimeleri birbirine karıştı. “Yine örtüyü düşürdü başından Cahit” diye bir cümle hatırladım Mavera yazarlarından. Çevirdim tesbihimi. Paris, içinde sevdiklerin yoksa büyük bir çöplük, büyük bir mezarlıktı.