Diriler ve Yaşayan Ölüler
“Ölüme hazırlıklı ol ki sana hayat bağışlasın.”
(Hz. Ebû Bekir radıyallahu anhu)
Ölüme hazırlıklı olmak ne demektir? Elbette ölümden sonrasına, hesap gününe hazırlıklı olmaktır. Dünyada iken, âhiret hayatımızda saîdler zümresine dâhil edilmemize vesile olacak sâlih ameller biriktirmek, bizi şakîler arasına katacak günahlardan sakınmaktır.
Ölüme hazırlıklı olmak ölümü hatırlamakla olur. Ölümü hatırlamak, bu dünyanın fâni olduğunu, her an bizim de buradaki her şeyimizi bırakıp kabre gireceğimizi, yaptıklarımızdan sorguya çekilmek üzere Cenâb-ı Mevlâ’ya döndürüleceğimizi hatırlamaktır. Fakat insanların çoğu bu apaçık hakikatten gafildirler. Her gün birilerinin göçüp gittiğini görür işitir de ölümü kendilerine kondurmazlar. Kendilerinin de öleceğini hatırlamak istemez, hatırladıklarında da bu düşünceden hızla uzaklaşırlar. Mezar taşlarının ölüm hakikatini haykıran derin sükûtunu duymak istemezler.
Bundandır ki Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vessellem, ağzımızın tadını kaçırsa da ölümü çokça hatırlamamızı, ibret almak için kabristanları ziyaret etmemizi tavsiye buyurmuştur.
Bu nebevî nasihate uyalım diye ceddimiz mezarlıkları mahalle aralarına, yol kenarlarına, cami ve tekkelerin hazîrelerine serpiştirmiştir. Tasavvuf terbiyesinde dervişlerden râbıta-i mevt ile kendi ölümleri üzerinde tefekkür etmeleri istenmiştir. Kabristanlara “ziyaret edilecek yer” manasında “mezarlık” denilmesi dahî Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın öğüdünü hatırlatmaya yöneliktir.
Ölümü hatırlamak dünya düşkünlüğünü giderir. Kulu ihtiraslarından, nefsinin hevâsından, şeytanın iğvâsından korur. Nefs muhasebesine, tevbeye, ibadete, sâlih amellere sevk eder.
Ölümü hatırlamak, alınan her nefesin son nefes olabileceğini hesaba katmaktır ki kulu mâlâyâniye yönelmekten alıkor. Böylece yaşanan bir dünya hayatının kişiyi âhirette saadet içindeki ebedî hayata kavuşturacağı umulur.
Bu sebeple Hz. Ebû Bekir radıyallahu anhunun “Ölüme hazırlıklı ol ki sana hayat bağışlasın.” sözündeki “hayat”ı öncelikle âhiret yurdundaki cennet nâiliyeti olarak anlamak gerekir. Fakat Allahu a’lem, Sıddîk-i Ekber radıyallahu anhunun muradı bundan ibaret değildir. Yine aynı neticeye ulaştırmakla, yani kula âhiretini kazandırmaya vesile olmakla beraber; ölüm hazırlığının bağışlayacağı hayatla, sanki dünya hayatı da kastedilmektedir.
Halen dünyada yaşamakta olan insanlara dünya hayatının bağışlanması fikri, zâhire bakıldığında manasızmış gibi anlaşılacağından bu incelik gözden kaçırılabilir. Zira İslâmî ölçülere göre bir insanın yemesi, içmesi, konuşması, hareket ediyor olması onun hakikatte canlı, diri, berhayat olduğu manasına gelmez. Diri olmanın asıl alameti; kişinin hakikati, yani Rabbi’ni, niçin yaratıldığını, dünyanın fâniliğini, âhiret yolculuğunu, doğruyu yanlışı, kendini ve haddini bilmesi; bu idrake uygun davranmasıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Resûl-i Kibriyâ sallallahu aleyhi vessellemin tebliğine kulak tıkayanlar “ölüler”, hidayete erdirilenler ise “diriler” olarak tasnif edilmişlerdir.
Vahyettiklerini insanlara tebliğ için Allah Teâlâ’nın seçtiği bir kulu peygamberlikle vazifelendirmesi manasında “bi’set”, “diriltme” demektir. Yine Kur’an-ı Kerim’de iki yerde insanların uykuya varması “vefât”, uyanmaları “ba’s”, yani “dirilme” olarak nitelenir. Bu niteleme sebebiyledir ki uykuya “küçük ölüm” denilmiştir ve bir gaflet halini anlatır.
Şu halde hayat, canlılık yahut dirilik; evvela hakikatin idrakini mümkün kılan bir uyanıklık halidir. İkinci olarak da o hakikate iman ve gereğince amel eylemektir. İster inkâr ister ihmâl şeklinde olsun, iman ve amel zafiyeti hakikati idrakten gaflete düşüldüğüne işarettir. Ömür sermayesinin heba edilmesi ve insanın helâkine sebep olması manasında bir ölümdür.
Hakikatin idraki de iman da arındırılmış, selîm bir kalbin fiilidir. Madem böyledir; hayat, Cenâb-ı Hakk’ın “Hayy” ism-i şerifinin tecellisine mazhar olabilecek letafetteki diri bir kalple mümkündür. İlâhî tecelliyata mazhar olamayacak kadar kirlenmiş, kararmış, katılaşmış kalplerin sahipleri, cesetlerini kendileri taşıyan ölülerdir sadece. Hülasa, kalbi diri olanlar diri, kalbi ölü olanlar ölüdür.
Mukadder olan ölüme ve sonrasına hazırlık, bu dünyada da gerçekten diri olmanın, ikram ediliş maksadına uygun bir hayatı yaşamanın imkânıdır bu yüzden. Esasen âhiret hayatımızda ebedî saadeti kazandıracak olan da kalbi diriltip selim kılarak yaşanan böyle bir dünya hayatıdır. Bağdatlı Rûhî üstadımızın Şuarâ suresi 88 ve 89. ayetlerinde beyan buyurulan hakikatten ilhamla, “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / ‘Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler” dediği gibi, hiçbir şeyin fayda vermeyeceği o hesap gününde bizden dünya hayatımızda selîm kıldığımız bir kalp istenecektir. İnsana bu dünyada hayat bağışlayan böyle bir kalbe sahip olmanın imkânına ise hadis-i şerifte şöyle işaret buyurulur: “Ölümü çokça hatırlayan hiç kimse yoktur ki Allah Teâlâ onun kalbini diriltmiş olmasın.”
Hz. Ebû Bekir radıyallahu anhu, hakikate ittiba ile yaşanabilecek bir dünya hayatını, her an ölüme hazırlıklı olma şartına bağlamış. Dünya hayatı da ölüme ve ölümden sonrasına hazırlık için değil midir zaten? Bu sebepledir ki dünyada gerçek manada berhayat olanlar böyle bir hazırlıktan gafil olmayanlardır.