Aramak

Tavan Arası

‘Ey Komşular Konuk Nerdedir?’

Edebiyat genellikle güzellik, estetik ve dinginlik demektir. İnsanın duygu, düşünce ve hayalleri ile ilgilenir. Yani insanı yumuşak karnından vurur. Ve bunu yaparken de en etkili aracı kullanır; sözü. 

Edebiyata sanatların en büyüğü desek yanlış olmaz. Çünkü hiçbir maddi malzemeye, mekâna bağlı olmayan zihnî bir ifade biçimidir edebiyat. 

Edebiyat nasıl sanatın zirvesinde görülüyorsa şiir de edebiyatın zirvesindedir. Edebiyat denince akla ilk şiir gelir. Normaldir bu. Şiir sözün en güçlü, en zengin, en güzel olduğu halidir. 

Dolayısıyla şairlerin sözleri, bugünkü âmiyane tabirle yalnızca kuru bir “edebiyat yapmak” değildir. Okuyanın sinesine işleyen tılsımlardır.

Şairin bakışı, duyuşu ve ifade edişi farklıdır. Başkalarının göremediği, fark edemediği incelikleri en güzel biçimde sunarlar. Çoğu şair bu maharetlerini sadece şiirlerinde kullanır. Fakat çok azı düz yazılarında kullanır. Onlardan biri merhum Sezai Karakoç’tur. 

Sezai Karakoç Türkçenin en büyük şairlerinden biri. Şiirleri her kesimden insanı hayran bırakmıştır; ustalığı tartışılmazdır. Şiirlerinin yanı sıra Üstad’ın nesirleri de ayrı güzelliktedir. 

Üstad’ın “Dirilişin Çevresinde” isimli kitabında yer alan Mübarek Ramazan-ı Şerif’i anlattığı “Konuk” başlıklı yazısı, Müslüman bir şairin bir ibadete bakışını ve bunu nasıl ustalıkla anlattığını gösteriyor. Yazıdan bazı kısımlar şöyle:

“Her yıl bir ay için oruç mimarı bize konuk gelir. Gelir gelmez de kollarını sıvar ve işe koyulur. Bir kahve içimlik bile beklemez, dinlenmez. Kutsallığın işçisidir o. İlkin vücut evini şöyle bir yoklar. Bir sarsar insanı. Öyle sarsar ki, bacalarda ne kadar birikmiş kurum varsa dökülür. Tabiat etkisiyle gevşemiş ve kopmaya yüz tutmuş sıvalar düşer. Yerinden oynamış kiremitler kayar. Organlar arasında, kasların eklem yerlerinde, hareketsizliğin ve ölümün sembolü olarak gerilmiş kaç örümcek ağı varsa yırtılır. Vücut konağı, böylece konuğun, büyük konuğun gelmiş olduğunu bilmiş olur.

Sonra oruç onarmaya başlar. Her hücreye iner ve hücre içinde bir kaynaşma, yumurta sarısının oluşumuna benzer bir tazeleniş başlar. Ölüm sularında gezen, dolaylarında, çevrelerinde dolaşan her hücre, bu kaynar su yeniliğinde hayata döner. Her hücre, ölümün bir yumurta kabuğu gibi ördüğü kireç zarını kırar. Bir diriliştir başlar. Her hücre yeni doğmuşçasına dirilir. Hızır’ın tadından bir tad alır. Bir gün içinde, bir kalp gibi gündüzün büzülüp geceleyin açılır. Böyle çoktan atış yapmamış bir tüfeğin tutukluğunu andıran yılın alışkanlığı gider ve atışa hazır bir silâh gibi tertemiz ve pırıl pırıl hayat akışına yeniden katılır hücre. O, bu oluşu geçirirken, mimarların en mimarı oruç, başucunda bir anne gülümsemesiyle durmaktadır. Orucun ışığı, radyum ışığı gibi arıtır hücrenin içini. Artık hücre, kendi içine, kendi ölümüne kapanma tehlikesinden kurtulmuştur. Öbür hücrelere doğru koşacaktır. Aynı dirilikte buluşan, ayni mutlulukta iftar eden, aynı ölümün kıyısında, oruç mucizesiyle kurtulan vücudun hücre ordusu, bir savaş öncesindeymişçesine tabiat önünde sıraya girer ve büyük hayat şarkısını neşeyle, aşkla ve inançla söyler.

Konuğumuz oruç mimarı, vücudu bir yandan yenilerken, öte yandan elini ruha atar. Her mümin, kendi gücü çerçevesinde Cebrail’in bir kanadının ruhuna çarptığını duyar. Vücudun ördüğü kuleler içinde sıkışmış ruh, ilkin bir yandan içeriye bir sabah ışığının sızdığını görür. Cezbedilmiş gibi oraya döner. Sonra ışık artar ve kurtarıcı bir güneş ışığı halini alır. Ruh yaralarını o ışığa tutar ve yaraları, bir cüzzamlının iyileşmesi gibi kurumaya ve sönmeğe başlar. Sonra ışık kuleyi yıkmağa başlar. Ruh, dışarıya, petekten sızan bir bal gibi sızar, sızar…

Zekâ aydınlanır, hafıza arınır, içgüdü bilenir, paslarından sıyrılır. Şuuraltı düğümleri çözülür, akrepleri ölür. Şuur, elastikliğini yeniden kazanır. Kalbi kiralayan geçici duygular kovulur. Ruh, çevresinde melek dünyasının halesini görür. Yeni doğmuş bir ay gibi övünçle yükselir ve eşyaya güler. Çevreyle barışıktır artık. Ölüme karşı yeniden bağış kazanmıştır artık.

(...)

Konuğumuz, her gece yemekten sonraki çay saatinde, ceplerinden, ceylân derilerine yazılmış şiirler çıkarır ve en gençlerimiz o şiirleri, içlerinde o güne kadar gizli kalmış da o gün birdenbire kendilerinin bile farkına varmadıkları bir olağanlıkla açığa çıkmış doğu bilgileri ve bilgelikleriyle okur ve o çay saatindeki aile tablosu lâmba ışığında sonsuzlaşır. Komşu evler, komşu kentler, komşu ülkeler, komşu gezegenler ve komşu güneşler, o yeni bulunmuş ilâhileri dinlemek içim bizim o çay saatini beklerler. 

O çay saatinde Hira dağını görürüz ki, mağaradaki eşsiz gök sözcüsüne, Cebrail, azığını yeni götürmektedir. Bir çocuk gibi heyecanlı, omzunda gök sofrasından bir heybe, Cebrail tırmanıyor, Nur Dağı’na.

O çay saatinde biz, Nuh’un gemisindeki kuşların, fillerin ve aslanların, aylardan sonra, ilk karayı gördüklerinde yükselttikleri kurtuluş seslerini duyarız. İşitiriz orucun keskinleştirdiği kulaklarımızla.

(...)

Dışarda yağmur yağıyorsa, biz, yeşilin zaferi baharı düşünürüz. Kar beyazlığı pencerelerimizden sızıyorsa, biz, tabiatın kefenlendiğini, evrensel tabuta yerleştirildiğini biliriz. Kar helvası yaparız, ölümün öteki yüzüne değen beyaz azıklarla. Sıcak yaz geceleriyse, içeri giren ve kısrakları gebe bırakan sıcak rüzgârda uçuşan kelebekleri seyrederiz. Bu kelebeklerin her biri bir sırla, hayat ve ölüm sırrıyla yüklüdür. Konuk elini uzatınca bir kelebek eline konar, sonra dökülür, toz haline gelir. Biz içimizden: “İşte bir alçakgönüllüce bitiş” deriz.

(...)

Konuğun uğurlanacağı günler de gelir. O kadar alışmışızdır ki, bu gidişe inanmak istemeyiz. Ama saatin vuruşu kesindir. Bir yarış kronometresi gibi son vuruşunu yapar. O zaman dünya garına koşarız. Mahşeri bir kalabalık. Çocuklar en süslü elbiseleriyle oradadır. Trenler, en güçlü bir baca canlılığı içinde tütüyor. Konuşmalar. Sesler ve armağanlar. Kucaklaşmalar. Herkes birbirini ilk görmüşçesine sevinçli. Hepsi konuktan konuşur. Fakat ey komşular konuk nerdedir? Konuk, sessiz ve şatafatsız, gitmiştir bile…” (Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, s. 131-135, Diriliş Yayınları, 8. Baskı)


Anneler ve Çocuklar

Anne öldü mü çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde siyah bir çubuk
Ağzında küçük bir leke

Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünüyor gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne 

Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne

Sezai Karakoç (v. 2021) 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy