Aramak

Güldeste

Unutmak ve Hatırlamak

17. yüzyılın Nakşibendî mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektûbât’ında şöyle der: 

Dostlarıma devamlı öğütlediğim ve ömrümün sonuna kadar da öğütleyeceğim nasihat şudur. Öncelikle Ehl-i Sünnet’in akaid kitaplarına göre akîdeyi düzeltmek gerekir. Bunun ardından farz, vacip, sünnet, mendup, helal, haram, mekruh ve şüpheli şeklinde sıralanan fıkhî hükümleri öğrenip yapılacakları yapmak ve kaçınılması gerekenlerden de kaçınmak gelir.

Bunları yerine getirdikten sonra, kalbi Hak Teâlâ’nın dışındakilerle meşgul olmaktan kurtarmak lazım gelir. Bu da ancak kalbin O’ndan başka şeyleri hatırlamadığı zaman mümkün olur. Hatta kişi o duruma gelmeli ki, bin sene yaşaması mümkün olsa bile kalp Yüce Allah’ın dışındakileri asla hatırına getirmemeli.

Bu sözlerle, “Birtakım şeyler kalbe gelir. Fakat kişi onları Hak Teâlâ’dan başka bir şey olarak bilmez” şeklinde bir anlayışı kastetmiyoruz. Çünkü bu, tevhid murakabesi yapanlar için başlangıçta mümkün olan bir manadır. 

Bizim burada sözünü ettiğimiz, o şeylerin kalbe hiç gelmemesidir. Onların kalbe hiç gelmemesi ise kalbin Hak Sübhânehû’nun dışında her şeyi unutmasına bağlıdır. Bu unutma o seviyede olmalı ki, bunlar zorla hatırlatılmak istense bile kalp onları hatırlamamalıdır. Bu hâle “kalp fenâsı” denir ve bu yoldaki ilk basamaktır. Velâyetin diğer üstünlükleri de bu büyük bahtiyarlığın üzerine kurulmuştur.

Mevlâsı’nın aşkında fâni olmayan / O’nun yüceliğine yol bulamaz.

Bu büyük devlete ulaşmanın en kısa yolu yüce Nakşibendî yoludur. Zira bu büyük zâtlar, “emir âlemi”nden başlamayı tercih etmişler ve kalpten, kalpleri halden hale çeviren Cenâb-ı Hakk’a ulaşmaya çalışmışlardır. Diğer tarikatlardaki riyazet ve mücahedelere karşılık Nakşibendîlerde Sünnet’e bağlılık ve bid’attan kaçınma vardır.

Hâce Bahâeddin Nakşibend kuddise sırruhû demiştir ki:

“Yolumuz en kısa ve en yakın yoldur. Ancak sünnete sarılmak da gerçekten çok zordur.”

Onlara uyanlara ve vesile edinenlere müjdeler olsun.

Şu beyitler Mevlâna Abdurrahman-ı Câmî kuddise sırruhûya aittir:

“Nakşibendîlerin yolculukları ne güzeldir
Yolcuları Harem-i Şerif’e sessizce götürürler.

Onların yakınlığı halvet vesveselerini alır götürür
Dostların kalbinden, ey nasipli insan!

Eğer kemalâtı eksik biri ahmakça onları ayıplasa
Onların sahası kötü sözlerden uzaktır. 

Bütün dünya aslanları hep ona bağlanmışken
Hilekâr tilki koparabilir mi hiç o zinciri!”

Yolların En Seçkini

Yine başka bir mektubunda İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû şöyle buyurur:

Şu iki hususa önem vermek ve mutlaka üzerinde durmak gerekir. Birincisi şeriatın sahibi Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın sünnetine bağlanmak, ikinci olarak da bağlandığı mürşidini içtenlikle ve ihlâsla sevmek.

Bu iki nimetin yanında ulaşılan her şey ilave bir nimettir. Eğer bir kimsede yukarıda belirtmiş olduğum iki özellik var, fakat kendisine başka hiçbir nimet ihsan edilmemişse, buna kesinlikle üzülmemelidir. Çünkü bu ikisinin dışındakiler bir gün gelir, ihsan edilir. 

Ancak, Allah göstermesin, bu ikisinden birinde bozukluk olursa ve buna rağmen haller ve zevkler devam ederse bunun istidraç olduğuna inanmalı ve bunların kendisinin aleyhine olduğunu kabul etmelidir. İşte istikamet budur.

Bu büyük nimetin şükrünü hangi dille eda edebiliriz? Çünkü Allah Sübhânehû, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in anlayışı doğrultusunda akideyi düzelttikten sonra, yüce Nakşibendî yoluna girmekle bizi şereflendirdi. Bizi bu büyük taifenin müridleri ve bağlılarından yaptı.

Bu fakire göre bu tarikattaki bir adım, diğer tarikatlardaki yedi adımdan daha üstündür. Peygamberlere tâbi ve vâris olarak nübüvvetin kemalâtına ulaştıran yol bu yüce tarikata aittir. Diğer tarikatların ulaştığı son nokta ise velâyetin kemâlâtıdır. Diğer tarikatlarda nübüvvetin kemâlâtına giden bir yol açılmamıştır.

İşte bu noktadan hareketle kitaplarımda ve risalelerimde bu büyüklerin yolunun Ashâb-ı Kiram’ın yolu olduğunu yazdım. Sahâbe-i Kiram veraset yoluyla bu kemâlâttan çok büyük pay aldığı gibi, bu tarikatın sonuna ulaşanlar da onlara tâbi olma yoluyla o kemâlâttan tam bir pay alırlar. 

Bu yolun başında ve ortasında olup da yolun sonuna erişmiş olanlara karşı tam bir muhabbet içinde olmakla vasıflanan kimseler de aynı şekilde bu kemâlâtı dilemekte ve istemektedir. Şu hadis-i şerif bu üstünlüklere henüz erişememiş olanlara bir müjdedir: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb 96)

Bu yolda kaybeden ve hüsrana uğrayan o kişidir ki; tarikata girer ancak edeplerine riayet etmediği gibi tarikatta yeni icatlar çıkarır ve bu tarikata muhalif olan rüyalarına ve hallerine itimat eder. Bu kişi rüyalarının ve hallerinin peşinde yürümüş ve bu yüzden de kendi arzusuyla Kâbe’nin yolundan saparak aksi istikamete yönelmiştir. Böyle bir durumda tarikatın ne günahı vardır?

Bir kimse ulaşabilir mi hiç Mekke’ye
Yönelmiş gidiyorken Irak cihetine! 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy