SEFER MÜKELLEFİYETİMİZ
İslâm epeydir yaşanan bir din olmaktan ziyade konuşulan bir din haline getirildi maalesef. İnsanları Hakk’a ve hakikate davete vesile güzel örneklik gayretine çok az rastlıyoruz. Sefer mükellefiyetimiz ihmal ediliyor. Bu ihmale biraz tebliğ ve irşadın sadece söz ile yapılacağına dair yanlış bir kabul sebep oluyor. Daha çok da insanlara şahitlik yahut örneklik mükellefiyetini hocalara yükleyerek kendimizi bundan muaf tutmamıza yol açıyor.
Bakara suresi 143. ayetinin baş tarafında mealen, “İnsanlara şahitler olasınız ve Peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat bir ümmet yaptık” buyurulur. Şahitlik; kişinin bildiği, inandığı bir hakikati, o hakikatten haberdar olmayanlara aktarmasıdır.
Biz Müslümanlara hitaben gelen bu ayet-i kerimede şahit olmamız istenen hakikat, kelime-i şehadetle bildiğimizi ve inandığımızı ikrar eylediğimiz, “Allah’tan başka ilâh bulunmadığı ve Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vessellemin O’nun resûlü olduğu” hakikatidir.
Başkalarını bu hakikate ikna için şahitlik ise, sözden ziyade o hakikate uygun bir yaşayışla mümkün olduğundan, pek çok müfessir buradaki şahitliği “örneklik” diye anlamıştır. Yani Müslümanlar diğer insanların hidayetine vesile olmak, onları Hakk’a ve hayra yönlendirmek üzere güzel bir örneklik sergilemekle de mükelleftirler.
Bu mükellefiyet, Resûlullah sallallahu aleyhi vesssellemin Sünnet-i Seniyye’sine harfiyyen ittiba etmek suretiyle kazanılan “vasat ümmet” niteliğinin gereğidir. Ol sebepten ayet-i kerimede Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın bize, başkalarına nasıl örnek teşkil edeceğimiz hususunda da örnek kılındığı haber verilmektedir.
Başkalarına örneklik mükellefiyetimize, “Siz insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân 110) mealindeki bir başka ayeti kerime ile de işaret buyurulur.
Burada da marufu emredip münkerden nehyetme maksatlı uyarı, tebliğ yahut irşadın sadece sözle yapılacağı düşünülmemelidir. Lisan-ı hal ile de yapılabilir. İyiliğe yönelme, kötülüklerden kaçınma hassasiyetini, başkalarına örnek olacak şekilde yaşayarak göstermek daha tesirlidir üstelik. Kaldı ki kendimizin uymadığı, yaşamadığı bir hakikat hususunda sözden ibaret bir şahitlik inandırıcı olmadığı gibi, kişiyi o hakikate zarar verme vebaline de düşürecektir.
Gayret bizden tevfik Allah’tan
Fakat başkalarını hakikate, doğruya, marufa yönlendirmek üzere sözle veya güzel bir örneklikle yapılan irşaddan netice almak elimizde değildir. Hidayet Allah’tandır. Peygamberler dahi Allah Teâlâ’nın dilemesi olmadan bir kimseyi hidayete erdiremezler.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vessellem, çok istemesine ve ısrarına rağmen amcası Ebû Tâlib’in iman etmemesi karşısında üzülünce, “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin; ancak Allah dilediğini hidayete ulaştırır.” (Kasas 56) mealindeki ayet-i kerime nazil olmuştur. Yine Kur’an-ı Kerim’de Şuayb aleyhisselamın kavmine seslenirken mealen, “Ben gücüm yettiğince (sizleri) ıslah etmek istiyorum. Ama beni muvaffak kılacak olan ancak Allah’tır.” (Hud 88) dediği haber verilir.
“Muvaffakiyet”, Rabbimiz’in herhangi bir konuda amaçladığımız neticenin, muradımıza uygun şekilde gerçekleşmesini takdir etmesidir. Sünnetullahın böyle olması insanların doğruya yönelmeleri için irşad ve örneklik yükümlülüğümüzün terkini veya ihmalini gerektirmez elbette. Nitekim Mekkeli müşrikler Resulullah sallallahu aleyhi vessellemin doğruluğuna, güvenilirliğine, güzel ahlâkına bizzat şahit oldukları halde, O’nun tebliğine kulak tıkamış, inkârcılıklarında direnmişlerdir. Bunun üzerine Cenâb-ı Mevlâ, Efendimiz aleyhissalâtu vesselama hitaben gelen, “Sen (davetine uymadılar diye) kınanacak değilsin. (Ama bütün olumsuzluklara rağmen yine de hakikati) anlatmaya devam et.” (Zâriyat 54, 55) mealindeki ayet-i kerimelerle, neticesine bakmadan irşadın sürdürülmesini emir buyurmuşlardır.
Ehl-i irfan, bütün bu ayetlerde anlatılanları, “Gayret bizden, tevfik Allah’tan” yahut “Biz zaferle değil, seferle mükellefiz” diyerek özetlemişlerdir. Yani bizim için samimiyetle örneklik çabası esastır. Bir amaca ulaşmak için sürdürdüğümüz yürüyüşün sırat-ı müstakimden savrulmadan yapılması esastır. O çabanın, o yürüyüşün neticesini tayin edecek olan Rabbimiz’dir. Bizi, başkalarını hidayete erdirip erdiremediğimizden, İslâm’ı çevremize hâkim kılıp kılamadığımızdan değil, ama bunları gerçekleştirmek için olanca gücümüzle gayret gösterip göstermediğimizden sorumlu tutacaktır.
Vasat ümmet faziletli ümmettir
Ayet-i kerimede beyan buyurulduğu üzere, “vasat ümmet” vasfımız hem güzel bir örneklikle Hakk’a ve hakikate şahitliğimizin imkânıdır hem de bu örnekliği bütün Müslümanlar için kaçınılmaz bir yükümlülük kılmaktadır. Mesele vasat ümmet olabilmekte ve her halükârda öyle kalabilmektedir yani.
Sözlükte “orta” anlamına gelen vasat kelimesi, insan davranışları söz konusu olduğunda “itidal” halini karşılar. İtidal ise tutum ve davranışlarımızda aşırılıklara sapmamak; adaletli, ölçülü ve dengeli olmak demektir.
Bu aynı zamanda faziletin; birer fazilet olması hasebiyle de güzel ahlâkın ve edebin tarifidir. Fazilet; biri fazlalık (ifrat), diğeri eksiklik (tefrit) şeklinde tezahür eden ve rezilet sayılan iki aşırılığın ortasındaki en doğru, en güzel, en hayırlı davranıştır. Böyle olduğu içindir ki başta zikrettiğimiz ayetlerin ilkindeki “vasat ümmet” ibaresi, ikincisinde “en hayırlı ümmet” nitelemesiyle karşılanmıştır.
Müslümanlar en hayırlı ümmettir çünkü “din-i adl” olan İslâm nimetiyle hayırların en büyüğüne nail olmuşlardır. İslâm, Rabbimiz’in gazabına uğramaktan yahut dalâlete düşmekten koruyan, aşırılıklardan arındırılmış dosdoğru yolu, sırat-ı müstakimi teklif eder mensuplarına. Koyduğu fıtrata uygun ölçülerle her hususta itidale, dengeli olmaya sevk ederek kulların o yolda yalpalamadan ayakta kalıp istikamet üzere yürümelerini kolaylaştırır. Zira Kur’an ve Sünnet’e tam bir mutabaatla yaşamayı anlatmak için kullandığımız “istikâmet” kavramı, aslında dosdoğru bir yürüyüş için ancak itidal yahut dengenin mümkün kıldığı “ayakta durabilme”yi anlatır.
Müslümanlar fazilet, edep ve ahlâk itibariyle de en hayırlı ümmettir. Çünkü Kur’an’da “Yüce bir ahlâk üzere” olduğu haber verilen (Kalem 4) ve “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” (Muvatta, Hüsnü’l-Huluk 8) buyuran bir peygamberin ümmetidirler.
İşte gayret yahut sefer mükellefiyetimiz, meşru dairedeki herhangi bir amaca veya zafere ulaşmak için ne olursa olsun, sırat-ı müstakimden ayrılmamaktır. Her hal ve şartta dosdoğru olmak, adaleti gözetmek, reziletlerden kaçınmak, faziletleri tercih etmektir. Durmamak, sürekli mesafe almaya çalışmak, ama bunu ifrata ve tefrite düşmeden, aşırılıklara meyletmeden yapmaktır.
“Müstakîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni”
İslâm epeydir yaşanan bir din olmaktan ziyade konuşulan bir din haline getirildi maalesef. İnsanları Hakk’a ve hakikate davete vesile güzel örneklik gayretine çok az rastlıyoruz. Sefer mükellefiyetimiz ihmal ediliyor. Bu ihmale biraz tebliğ ve irşadın sadece söz ile yapılacağına dair yanlış bir kabul sebep oluyor. Daha çok da insanlara şahitlik yahut örneklik mükellefiyetini hocalara yükleyerek kendimizi bundan muaf tutmamız yol açıyor. Başkalarının hidayetine vesile olmak, İslâm’ı hayata hâkim kılmak gibi hedeflerin boyumuzu aştığını düşünüyoruz.
Oysa her Müslümanın bu nihaî hedeflere hizmet edebilecek dünyevî veya uhrevî pek çok amacı vardır. Bir şeyleri başarmak ister, maddi kazanç sağlayarak rahatlamak ister, çoğalarak güçlenmek ister, işini büyütmek ister, mevki makam sahibi olmak ister. İşte kişinin bu ve benzeri meşru isteklerini gerçekleştirmek için sarf ettiği çabanın tamamı sefer mükellefiyetine dâhildir. Neticeyi Allah Teâlâ’ya havale edip gayret ve yürüyüşünü sırat-ı müstakimden ayrılmadan, İslâm’ın ölçülerini gözeterek sürdürürse bizim sefer mükellefiyeti dediğimiz, başkalarına örnek olma mükellefiyetini yerine getirmiş olur.
Böyle bir örneklik bazen çok sıradan gibi görünen bir konuda bile olsa ilâhî lütufla insanı büyük fetihlerin sevabına nâil eyleyebilecektir. Hatırlanmalıdır ki Endonezyalıların İslâm’la şereflenmesine Müslüman bir kumaş tüccarının dürüstlüğü vesile kılınmıştır.
Sefer yükümlülüğümüz, hedefe ulaşır mıyız ulaşmaz mıyız kaygısına kapılmadan her işimizi Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vessellemin örnekliğine uygun tarzda doğru ve güzel yapmaktır. Tutum ve davranışlarımızda adaleti, hikmeti, akl-ı selimi, edebi, fazileti ve güzel ahlâkı gözetmek; müstakim olmaktır. Sefer yükümlülüğümüzü hakkıyla ifa, bugünkü korku ve endişelerimizden azade olabilmenin de imkânıdır.
“Korkma düşmandan ki âteş olsa yandırmaz seni
Müstakîm ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni” denilmiştir.
Müslümanlar en hayırlı ümmettir çünkü “din-i adl” olan İslâm nimetiyle hayırların en büyüğüne nail olmuşlardır. İslâm, Rabbimiz’in gazabına uğramaktan yahut dalâlete düşmekten koruyan, aşırılıklardan arındırılmış dosdoğru yolu, sırat-ı müstakimi teklif eder mensuplarına. Koyduğu fıtrata uygun ölçülerle her hususta itidale, dengeli olmaya sevk ederek kulların o yolda yalpalamadan ayakta kalıp istikamet üzere yürümelerini kolaylaştırır.