Aramak

Semerkand Seyahat Günlüğü

Semerkand
Seyahat Günlüğü

Yolculuğa rağmen hiç bu kadar dingin ve rahat olmadığımızdan, Abd-i Derûn Mescidi’nin bu asude atmosferinde kalbimizi dolduran huzurdan söz ettik. “Öyle olmalı” dedi Hoca Nasrullah. “Bu suallerle Semerkand’a gelen, kendine gelmiştir aslında. Semerkand’da, yani kendinizde olduğunuz müddetçe suallerinize cevap bulacaksınız!”

Bir sırrın peşinde

Müslümanlar milâdî yedinci asrın ortalarında Belh’ten Nişâbur’a, Merv’den Herat’a kadar birçok kadim şehri içine alan Horasan bölgesini fethettiklerinde İslâm, ilk defa birbirinden farklı ve köklü kültürlerle karşılaşıyordu. 

Bu mağlup fakat köklü geleneği sebebiyle her türlü değişime inatla direnen kültürel yapı, Horasan’ı kısa zamanda Müslümanların kendi aralarındaki bütün anlaşmazlıkların arenası haline getirdi. 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vessellemin vefatından sonra başlayan hilâfet eksenli tartışmalar giderek alevlenmek suretiyle buraya taşınmış, bölgeye yerleştirilen Arap kabileleri hâkimiyet kavgasına tutuşmuş, Emevî idaresi en az kendisi kadar sert ve kıyıcı bir muhalefete sebep olmuştu. 

Horasan, yani “güneş ülkesi”, harlı ateşte kaynatılan kocaman bir potaydı sanki. Dilciler, bugün “karışıklık, bozgunculuk, anarşi” anlamında kullandığımız “fitne” kelimesinin aslında bir kuyumculuk terimi olduğunu, altın ve gümüşü eriterek yabancı maddelerden arıtma işlemini anlatan bir fiilden türetildiğini söylüyor.

Horasan’ı böyle bir pota yapan ilâhî takdir, İslâm’ı âdeta karşılaşabileceği bütün fitnelere muhatap kılarak, kıyamete kadar yaşayabilecek bir saflık ve mukavemete kavuşturuyordu. 

Aynı yıllarda Mâverâünnehir, yani Horasan’ın kuzey doğusundaki Ceyhun nehrinin öbür yakası, bu ateş denizinde kavrulan Müslümanlar için bir selamet sahilidir. Horasan potasında her türlü fitneye maruz bırakılarak sınanan Müslümanlar, cihanşümul İslâm medeniyetinin nüvesi olacak salim bir din anlayışını en saf haliyle, henüz dar’ül-İslâm hüviyetini kazanmamış Mâverâünnehr’e taşırlar. 

Tarih, Ceyhun’un karşı kıyısına geçen ve çoğunluğu Haşimoğulları’na mensup bu ilk Müslümanların, siyasî çekişmelerin aktörü olmadıkları için adlarını kaydetmiyor. Zaten onlar bütün beşerî ünvanlarını, kabile asabiyelerini terk ederek iman erleri olarak gelmişlerdir Mâverâünnehir’e. 

Bu bölge fitneye bulaşmak istemeyen Müslüman muhacirlerin yeni Medine’sidir artık. Onların zühd ve takvası Ceyhun ile Seyhun’u birer irfan ırmağına dönüştürmüş, başta Semerkand ve Buhara olmak üzere bütün bölge diğer İslâm coğrafyalarında görülmeyen bir feyzle nasiplenmiştir. 

Ehl-i Beyt muhabbetini kan davası haline getirmeyen, Sünnet’e titizlikle bağlı, siyasî çekişmelerden uzak, Sahabeye son derece saygılı bir İslâm anlayışının yeniden yeşerdiği Mâverâünnehr’in bu bereketli zemininde camiler, tekkeler, medreseler, ribatlar yapılır birer gönül tezgâhı olarak. 

Osmanlı-İslâm medeniyetinin kumaşını dokuyan Hâcegân silsilesi bu topraklarda zuhûr eder. Ve Mâverâünnehir dergâhlarından icazet alan binlerce derviş, Hoca Ahmed Yesevî’nin köseğisinin düştüğü yere, Diyar-ı Rûm’a gelir akın akın. 

Ömer Lütfi Barkan’ın “kolonizatör Türk dervişleri” dediği, Horasan üzerinden geldikleri ve Mâverâünnehir o devirde Horasan’ın bir parçası kabul edildiği için tarihî kaynakların “Horasan Erenleri” diye andığı bu gönül erleri, Anadolu’da yurt tuttukları ıssız toprakları şenlendirirler. 

Yol açarlar, köprüler kurarlar, bentlerle gem vurup azgın sulara hükmederler; toprağı eker, türlü ekinler bitirirler. En çok da gönül alıp gönül vererek kutlu düşler görebilen Osman’lar inşa ederler Diyâr-ı Rûm’da.

Mâverâünnehir, ikinci muhaceret dalgasının Medine’si olduğu kadar en son Osmanlı’da tebarüz eden medeniyetimizin menbaı ve Müslüman Anadolu’nun anasıdır.

Semerkand, Türkistan’dan Tirmiz’e, Fergana’dan Hive’ye uzanan bu geniş coğrafyanın özetidir işte. Yalnızca bugünkü Özbekistan’ın eski ve güzel bir şehri değil, bölgenin Semerkand-Buhara ekseninde yoğunlaşan sırlı macerasının sembolik mekânıdır. Semerkand yahut Mâverâünnehir’in macerası, tarih kitaplarının dışardan bakarak şehre girip çıkanları zikretmekten ibaret malûmatıyla anlaşılamadığı için “sır”dır. 

Öyle ya, Semerkand’da ne vardır ki asırlar önce adı sanı bilinmedik illerden gelip şehrin kapısından giren türlü dinden, türlü tondan insanlar, aynı kapıdan birer gönül eri olarak çıkmış; Hind’e Rûm’a pervaz vurmuştur? 

Bu nasıl bir topraktır ki yeşerttiği dallar hâlâ dünyanın dört bir yanına sâye salmaktadır? Mazlum Müslümanlar neden buraya iltica etmiştir? 

Bir tarafta Buhârî’ler, Tirmizî’ler, Mâturîdî’ler; öbür tarafta Fârâbî’ler, Harizmî’ler, İbni Sîna’lar nasıl olmuştur da kısa zamanda bu topraklarda yetişmişlerdir? Yüzlerce yıl Müslümanları aziz kılan bir medeniyet hangi tezgâhlarda, nasıl dokunmuştur? Semerkand nedir, ne vardır bu coğrafyada?

Ümitle sarıldığımız kalın kalın kitaplar bu sualleri daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayınca, Buhara ve Semerkand’dan kaynaklanan kutlu pınarların suyuyla bugün de gönüller yeşerten mana sultanlarının kapısını çaldık. “Semerkand nedir?” dedik; tebessüm ettiler ve “Gidin de görün!” buyurdular.

Allah nasip ederse bundan sonra her ay Semerkand seyahatimizde görüp yaşadıklarımıza dair aktaracaklarımız işte bu himmetin meyvesidir.

Kalbimizin şehri Semerkand

Karayolu ile Taşkent’ten Semerkand’a doğru yeşil, sulak ve alabildiğine geniş bir düzlükte ilerlerken gördüklerimiz hepimizi şaşırtıyordu. Sanki Anadolu’nun herhangi bir yöresinden geçiyorduk. Bağlar, bahçeler, meyve ağaçları, pamuk ve mısır tarlaları, kerpiç evler, durup arkamızdan bakan çocuklar o kadar bizdendi ki, ilk defa geldiğimiz bu coğrafyada, sılasına dönenlerin heyecanlı ama tedirginlikten uzak mutluluğunu yaşıyorduk. 

Nihayet yol yorgunluğu ile kavuşma sevincini harmanlayıp Semerkand’a, kalbimizin şehrine girdiğimizde, alışıldık hoşgeldinlerle karşılasa da şehir fark etti bizi. Kan kaynamış, göz ısırmış; şehir bizi, biz şehri bilmiştik.

Çoğu Timur döneminden kalma muhteşem eserler yakın zamanlarda restore edilmiş, çevre düzenlemeleri yapılmış ve Semerkand âdeta mimarî şaheserlerin sergilendiği dev bir galeriye dönüştürülmüş. Fakat biz Semerkand’ın suretinin değil, anlamının peşindeydik. Beraberimizde getirdiğimiz sorulara turist rehberlerinin monoton tiratlarında cevap bulamayacağımızı biliyorduk. 

Şehrin derinliklerine, ara sokaklarına dalıp Semerkand’ın güneydoğu kıyısındaki Hâce Abd-i Derûn Mescidi’nin avlusuna girince, içimizden bir ses, aradığımızın burada olduğunu söyledi. Avludaki kocaman bir havuzun kenarında, asırlık çınarların altında, namaz için hazırlık yapan cemaatle, mescide bitişik medresenin mollalarıyla musafaha edip sohbete koyulduk. Nereden geldiğimizi öğrenmek istiyorlar, “Türkiye” deyince, daha çok bir yanlışı düzeltmek ister gibi, “İstanbul?” diye yeniden soruyorlardı. “Evet, İstanbul” diyorduk. Gülümsemeleri belirginleşiyor, gözleri aydınlanıyor, bir daha kucaklıyorlardı bizi. 

Semerkand’a niye geldiğimizi, burada ne aradığımızı anlatmaya çalışıyorduk ama anlaşıldığımızdan emin değildik. Etrafımızdaki kalabalık birkaç dakikadır iki yana bakınarak “Hâce Nasrullah” diye mırıldanıyordu. Biraz sonra medrese hücrelerinin birinden beyaz cübbeli, sarıklı, uzun sakallı, nur yüzlü, yaşlı bir Özbek çıkıp bize doğru ilerledi. Uğultunun kesilmesinden anlamıştık ki bu gelen Hoca Nasrullah’tır. Selamlaşıp musafaha ettik. Hoca Nasrullah gençliğinde bir ara İstanbul’da bulunmuş, Türkiye Türkçesini biliyor. Büyük bir peykeye oturmuş, ikram edilen gök çayı içerken, o sormadan biz anlatıyorduk. Sözümüzü hiç kesmeden, vakur bir eda ile pür dikkat dinledi. Semerkand’a dair öğrendiğimiz ne varsa özetleyip heyecanla sorduk: “Semerkand’ın sırrı ne?”

Hoca Nasrullah tebessüm etti, “Belli ki şehre yeni gelmişsiniz.” dedi. “Aceleye, telaşa mahal yok. Evvela siz nasılsınız, onu söyleyin. Aç mısınız, açıkta mısınız, yorgun musunuz?” 

Yolculuğa rağmen hiç bu kadar dingin ve rahat olmadığımızdan, Abd-i Derûn Mescidi’nin bu asude atmosferinde kalbimizi dolduran huzurdan söz ettik. “Öyle olmalı” dedi Hoca Nasrullah. “Bu suallerle Semerkand’a gelen, kendine gelmiştir aslında. Semerkand’da, yani kendinizde olduğunuz müddetçe suallerinize cevap bulacaksınız!”

Bu arada vakit girmişti. Namazı kıldıktan sonra vedalaşmak için yanına vardığımızda Hoca Nasrullah elimizi tuttu, gözlerini kısıp bir müddet düşündü, “Afrasiyab Tepesi” dedi. “Oraya gidin. Aradığınız sır orada olabilir.” Dönüp giderken arkamızdan seslendi: “Bir müşkülünüz olursa ben hep buradayım inşallah!”

(Gelecek ay: “Afrasiyab Tepesi’nde Bir Divane”) 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy