Aramak

Allah’ın İpine Sarılmanın Anlamı

Allah’ın İpine

Sarılmanın
Anlamı

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”
(Âl-i İmran 103)

Girişte mealini verdiğimiz ayet-i kerime Müslümanlara bir arada yaşama kültürünün şifresini vermektedir. İlmiyle maruf sahabîlerden Abdullah b. Abbas radıyallahu anhu, “Allah’ın ipi”nden kastedilenin Allah’ın Kitab’ı olduğunu bildirmiştir.
(Kurtubî, el-Câmî’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire, Daru’l-Kütübi’l-Mısriyye, 1964, 4/59)

Nitekim Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem “Kur’an gökten yeryüzüne inmiş bir iptir” buyurmuştur. (Müslim, Fazâilu’s-Sahâbe 37)

Bu ayet-i kerime Müslümanlığımızın en önemli ortak değerlerinin Kur’an-ı Kerim olduğunu bildirir. Kur’an’la hemhal olmanın bireysel hayatta bir karşılığı olduğu gibi toplum hayatında da bir karşılığı vardır. Kur’an’ı anlama çabası bir entelektüel eylem değil, onu hayatın içinde bir değere dönüştürmektir. Anlamdan eyleme, ilimden amele doğru giden bir ameliyedir. 

Başka bir ifadeyle Kur’an’ı anlamak, mesela namaz kılmak, komşusuyla tanış olmak, dürüst olmak, müminler arası hukuku korumak veya anne babaya öf bile dememektir. Bu yönüyle Allah Teâlâ’nın bizlere göndermiş olduğu ilâhî sözlerin anlaşılması demek, onları beşerî münasebette ahlâkî esaslara dönüştürmek demektir. 

Kişinin üzerine farz olan birçok ibadet ferdî olarak yapılabilirken topluca yapıldığında daha anlamlı ve etkili hale gelmektedir. Namaz bireysel olarak istenen bir ibadetken, cemaatle kılındığında daha anlamlı, daha sevaplı hale gelmektedir. Hac ibadeti aslında bireysel bir ibadettir. Ancak bu ibadetle dünyanın dört bir yanından farklı coğrafyalardan gelen Müslümanlar, bir araya gelebilmeyi başarma provasını yapmaktadırlar, denilebilir. 

Bu ayet, bütün tutum ve davranışlarımızda ortak şuur oluşturmaya, toplumsal iman inşa etmeye bir davettir. Toplum olarak bir arada yaşamanın paydası imandır. Asabiyetçilik, kavmiyetçilik, grupçuluk, hizipçilik gibi yekdiğerini ötekileştiren tarafgirlikler toplumun bir olma ruhunu ifsad eden en büyük sosyal hastalıklardır. 

Üstünlük kimin?

“Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşman idiniz de O kalplerinizi birleştirmişti.” 

Ayet-i kerimenin bu kısmı Ashab-ı Güzin’e bir hatırlatma yapmaktadır. Sanki “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak nedir?” sorusuna İslâm’dan önceki kabile kanunları ve aralarındaki husumetler üzerinden cevap vermektedir. (İsmail Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, [Ank. DİB, 2004] s. 38)

Bu ayetin nüzulüne sebep olan olay, ayetin nereye dokunduğunu ortaya koymaktadır. İslâm’dan önce Medine’nin iki büyük kabilesi olan Evs ve Hazrec kabileleri arasında yüz yirmi yıldır süren “Buas Günü” dedikleri savaşlar söz konusudur. Aralarında neredeyse her ay bir savaş çıkmaktaydı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin risaletiyle İslâm kardeşliğinde bir araya gelmişler; Muhacir ve Ensar olmuşlardır. 

Evs ve Hazrec arasında İslâm ile oluşmuş bu kardeşliği bozmak isteyen bir Yahudi, yanındaki bir adama Müslümanları kastederek “Onlara Buas Günü’nü hatırlat!” der. Adam denileni yapar. Evs ve Hazrecliler arasında eski Cahiliye düşmanlığı canlanır. Herkes kendi kabilesine silah kuşanmayı emreder. Taraflar Harre bölgesinde çarpışmak üzere anlaşırlar. Durum Allah Resûlü sallallahu aleyhi veselleme bildirilince hemen aralarına girer ve “Ben aranızda olduğum halde Cahiliyye davası mı güdüyorsunuz?!” der ve Âl-i İmrân 103. ayetini okur. Bunun üzerine iki taraf da yaptıklarından pişmanlık duyup silahlarını bırakırlar. 

Ayetin karşısında olduğu kabileciliğin bir başka tezahürü Mekkeli müşrik kabileler arasındaki ayrımcılıktır. Kureyş kabileleri kendilerini Kureyşli olmayanlardan daha üstün görüyordu. Özellikle Kâbe’nin yakınında oturmaları ve bakımını üstlenmiş olmaları sebebiyle kendilerine “Hums” (Kâbe’nin imtiyazlı sahibi), diğer kabilelere “Hille” (hiçbir imtiyaza sahip olmayan) diyorlardı. Hac zamanında; “Biz Kâbe’nin sahibi ve Hz. İbrahim’in nesliyiz, o yüzden çevre kabilelerden daha üstünüz. Diğer kabileler bizim kadar asil ve şeref sahibi değillerdir. Arafat’ta diğerleriyle birlikte durmak bizim değerimizi düşürür.” derler ve diğer hacılarla birlikte vakfe yapmazlardı.
(Buhârî, Kitabu’t-Tefsir 31)

İslâm bölen, ayrıştıran ve ötekileştiren bütün bu anlayışları kardeşlik potasında eritmiş ve üstünlüğün ancak takvada yani Allah’tan hakkıyla korkmakta olduğunu bildirmiştir.

İnsan ilişkilerinde takva

Burada konu edindiğimiz Âl-i İmrân 103. ayetin öncesinde Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Sakın siz Müslümanlar (olmak)tan başka (bir sıfatla) can vermeyin.” (Âl-i İmrân 102)

Bu ayette takvaya vurgu yapılması, İslâm kardeşliğinin takvanın içerisinde olduğunu bildirmek içindir. Takva, Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anhunun tanımıyla “Allah’a itaat etmek, isyan etmemek; daima onu hatırlamak, hiç unutmamak, şükretmek, küfran-ı nimette bulunmamaktır.” (İbn Ebû Hatim, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, [Riyad, Mektebu’n-Nezâr, 1419] 3/722)

Takva sadece Allah’a vazifeleri yerine getirirken değil, beşerî münasebetlerde olması gereken bir haldir. İslâm kardeşliği takva kavramı içerisinde bulunmaktadır. Takva ve kardeşliğin bu ayrılmaz bütünlüğüne dair olay örnek verilebilir:

Bir gün Hz. Ebu Zer, Hz. Bilal-i Habeşi’ye kızmış ve “Siyah kadının oğlu!” diye hakaret etmişti. Bilal onu Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme şikâyet etti. O da Ebu Zer’e dedi ki: 

– Onu anasının zenci olmasıyla mı ayıpladın? Sen öyle bir adamsın ki sende hâlâ Cahiliye kokusu var. Bak, sen takva ile daha üstün olmadığın takdirde, beyaz veya siyah derililerden daha hayırlı değilsin!” (Buhârî, Kitabu’l-Edeb, 79; Beyhakî, Şuâbu’l-İman [Riyad: Mektebutu’r-Reşîd, 2003] 7/131) 

Bunları duyan Ebu Zer, ertesi gün Bilal’in evinin önüne gider ve eşiğine yatar. Evinden çıkan Bilal’e;

– Vallahi ayakların yüzümü çiğnemedikçe buradan kalkmayacağım, demiştir. Bilal ısrarla kalkmasını istemesine rağmen kalkmayınca ayağıyla hafifçe yüzüne dokunmuştur. Allah Teâlâ onlardan razı olsun. (Zeynüddîn Ahmed ez-Zebîdî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sahih Tercemesi, Trc: Babanzâde Ahmed Naim, Kâmil Miras [İst: DİB, 2019] 1/50)

Yine İslâm kardeşliğine dair şu örnek olay çok önemli dersler vermektedir:

Bir gün Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin mescidinde bir grup sahabî halka kurmuş sohbet ediyor ve soy soplarını anarak övünüyorlardı. Birisi; 

– Ben Temim kabilesinden filanım, dedi. Diğeri;

– Ben Kureyş kabilesinden filanım.

Üçüncü kişi: 

– Ben de Evs kabilesinden filanım, dedi.

O esnada kapıdan Selman-ı Fârisî radıyallahu anhu girdi, selam verip uygun bir yere oturdu. Sonra birisi Selman’a dönerek;

– Senin nesebin, ırkın ne, diye sordu. Selman-ı Fârisî şu muhteşem cevabı verdi: 

– Ben Allah’ın kulu ve İslâm oğlu Selman’ım. Çünkü ben dalâletteydim; Allah, Peygamberi Muhammed ile beni hidayete erdirdi. Ben fakirdim. Allah, Muhammed Mustafa ile beni zenginleştirdi. Ben köleydim; Allah beni Muhammed ile özgürlüğüme kavuşturdu.

Aynı mecliste bulunan Hz. Ömer radıyallahu anhunun canı sıkıldı ve topluluğa hitaben: 

– Benim de nesebimi öğrenmek ister misiniz, dedi. Onlar “evet” dediler. 

Bunun üzerine Hz. Ömer; 

– Ben de İslâm oğlu Ömer’im. İslâm oğlu Selman’ın kardeşiyim, dedi.
(Zebidî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, 3/20-21)

İslâm kardeşliği 

“Müminler ancak kardeştirler (...) Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”
(Hucurat 10)

İslâm’da kardeşlik bir aidiyet duygusu vermekle birlikte ahlâkî, vicdanî tutum ve sorumlulukları da içeren bir kavramdır. Kardeşine doğru sözlü olmak, gıybet etmemek, haset etmemek, merhametli olmak, gerektiğinde onu kendine tercih etmek, hepsi kardeşliğin dışa vurumudur. Kardeşinden sadece iyilik görmek, kötülükten emin olmaktır. 

İslâm’ın ortak ilke ve hedefleri doğrultusunda yaşamayı Hak Teâlâ kardeşlik olarak tavsif etmiştir. Ortak ilkeler Allah’ın dini, hedef ise O’nun rızasını kazanmaktır. Başka bir ifadeyle, şu âlemde büyük İslâm ailesinin bir üyesi olduğunu hissetmektir. 

Kur’an-ı Kerim’in bütün dünyaya yayılmış İslâm ailesi için bildirdiği bir başka kavram daha vardır; millet... Kur’an’ın anlam örgüsünde millet din demektir. Mesela şu ayete bakalım:

“Kendini bilmeyenden başka İbrahim’in milletinden (dininden) kim yüz çevirir? Andolsun, biz İbrahim’i bu dünyada seçkin kıldık. Şüphesiz o âhirette de iyilerdendir.” (Bakara 130)

İslâm milletinde herkes eşittir. Rengi, dili ve coğrafyası ne olursa olsun, kimsenin kimseden farkı yoktur. Farklılıklar zenginliktir. Üstünlük ise ancak takvadadır. Bir peygamber olarak ümmetine vasiyeti niteliğinde olan Veda Hutbesi’nde Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem müminlerin birbirleriyle kardeş olduklarını şöyle ilan etmiştir. 

“Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın Kitab’ı Kur’an’dır. Müminler! Sözümü iyi dinleyin ve iyi belleyin! Müslüman Müslümanın kardeşidir, böylece bütün Müslümanlar kardeştir.” 

Ve:

“Mümin diğer mümin için tuğlaları birbirini destekleyen duvar gibidir.” 

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem böyle söylerken parmaklarını birbirine kenetlemişti. (Buhârî, Salâh 88) 

“Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy