Aramak

Dünya Hali

İsrail Lahey’de Yargılanıyor

Ortadoğu, tarihin görebileceği en büyük katliamlardan birine sahne oluyor. Bir asrı aşkın süredir bölgede Filistinlileri bulduğu her fırsatta öldürmeyi günlük rutinlerinden biri haline getirmiş İsrail, 3 Ekim 2023 tarihinde gerçekleşen Hamas operasyonunu bahane ederek Gazze’ye yeniden saldırdı. 20 binden fazla insan şehit oldu. Maalesef çoğu da çocuk. Hayatta kalmayı başarabilen küçük bedenlerse yaşadıkları travmanın etkisiyle bir süre sonra kendi kendilerine ruhlarını teslim ediyor. Titreyen bedenler, parçalanmış vücutlar, torununun cenazesini büyük bir metanetle öperek uğurlayan dedeler, hastane koridorlarında yavrusunun cenazesini bulmak için günlerce uğraşan anneler ve parçalanırsa kimliği belli olsun diye kollarına isimleri yazılan çocuklar... İsrail, zulüm defterine her geçen gün kendini aşacak yeni rezillikler ekliyor. Dünya ise sessiz kalmaya devam ediyor. 

Geçtiğimiz günlerde hiç kimsenin aklının ucundan dahi geçmeyen bir ülke, Güney Afrika Cumhuriyeti esaslı bir çalışma hazırlayarak İsrail hakkında “Gazze’de Filistin halkına soykırım yaptığı” gerekçesiyle dava açtı. Kendisini “dünyanın efendisi” zanneden ve işlediği her türlü suçun yanına kâr kalacağını düşünen İsrail, Uluslararası Adalet Divanı’nda savunma yapmak zorunda kaldı. İsrail Dışişleri Bakanlığı Hukuk Danışmanı, bütün dünyanın gözü önünde adeta uluslararası kamuoyunu alaya alırcasına Gazze’de insanları yok etmediklerini, aksine koruduklarını söyledi. 

Her ne kadar mahkeme önce soykırım yapıldığı iddiasının “esastan” görüşülüp görüşülmeyeceğine karar verecek olsa da, bu adım terör devleti İsrail’in insanlık onurunu ve şerefini ayaklar altına alan tavrını ilelebed sürdüremeyeceğini gösteriyor. Evet, bu küçük bir adım. Ama eğer, devletleri yönetenler nezdinde olmasa da halkların zihninde işgalci konumuna düşen İsrail aleyhine kelebek etkisi oluşturabilirse önümüzdeki süreçte yargılanan ve hesap veren bir İsrail manzarasıyla karşılaşmamız işten bile olmayacak. 

Siyonist Rejimin Gardı Düştü

Gazze işgalinin başlamasının üzerinden dört ay geçmesine rağmen İsrail’in “savaş”ı kazanacağına dair ümitleri her geçen gün azalıyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin açıktan desteklediği, uluslararası kamuoyu oluşturmak için aylardır mücadele eden Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bazı ülkeler hariç, dünyanın sessiz kaldığı bir ortamda Tel Aviv yönetimi için “zafer”den başka bir seçenek kalmıyordu. Oysa İsrail’in hesaplarına göre böyle bir savaşı kazanmak son derece kolaydı. Çünkü ellerindeki istihbarat örgütü dünyanın bir numaralı teşkilatıydı. Son teknoloji silahlarla donanmış ordunun “ezip geçemeyeceği” bir güç yoktu. Bombalar ve güdümlü füzelerle istedikleri her yeri darmadağın edebilirlerdi. Arkalarında eli mahkum ABD ve lobilerin etkisiyle her an müdahale edebilecekleri Avrupa’nın büyük devletleri vardı. Yani dünyayı adeta bir örümcek ağı gibi saran İsrail için Gazze’de yaşayan bir avuç insanı durdurmak son derece basitti. 

Fakat öyle olmadı. 7 Ekim’den beri süren mücadelede Gazze’deki bir avuç insanın ağır bedel ödediği doğru. Ancak İsrail de hayatının en büyük tokatlarını yemeye devam ediyor.

İsrail eski Genelkurmay Başkanı Gadi Eisenkot, özellikle kendine inanan kitleleri ayakta tutmak için sürekli Hamas’ın mutlak yenilgisinden bahseden Netanyahu’nun aksine, durumun hiç de öyle olmadığını söylüyor. Sahadaki asker sayısının sınırlı olduğunu ve İsrail hükümetinin bundan sonrasını düşünmesi gerektiğini savunan Eisenkot, yakın vadede herhangi bir anlaşma olmaksızın esirlerin bile canlı olarak geri almanın mümkün olmadığının altını çiziyor. 

Netanyahu hükümeti ise ortaya çıkan tablonun hesabını vermeyi ertelemek istediği için savaşı uzatmayı tercih ediyor. İsrail savaş kabinesi toplantılarına katılan başka bir isim, İsrail başbakanının “hedeflere ulaşma” ihtimalinin mümkün olmadığını aktararak tamamen zaman kazanmaya çalıştığını vurguluyor. Yapılan toplantılarda İsrailli esirlerin gündeme bile gelmemesi, manzaranın İsrail adına pek iç açıcı olmadığını gösteriyor. “Ortadoğu’nun şımarık çocuğu”nun gardı düştü. Böyle giderse İsrail için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. 

İsrail Ölülere de Bedel Ödetiyor

Moğol hükümdarı Hülagu, ordularıyla birlikte Anadolu’ya geldiğinde öyle acımasız kıyıma girişti ki kelimenin tam anlamıyla taş üstünde taş bırakmadı. Bağdat’a girdi, İslâm Halifesi’ni ailesiyle birlikte atların ayakları altında ezdirdi. Yetmedi, İslâm dünyasının ilim merkezini tarumar etti. Dicle Nehri’nden kan ve mürekkep aktı. Kayseri’de kendilerine teslim olan halkı kılıçtan geçirdi. Anadolu Selçuklu Devleti tarihin göreceği en büyük zulümlerinden birine maruz kaldı. Osmanlı Devleti’nin yükseliş dönemine kadar Moğol etkisi bu topraklarda devam etti. 

Şimdi İsrail’in Filistinlilere yaptığı katliam, etki alanı bakımından bu kadar olmasa da zulüm bakımından geri kalır tarafı yok. Savaşın bile bir hukuku var. Ama İsrailoğullarının hıncı ve kibri, mevzuyla herhangi bir şekilde alakası olmayan yüzbinlere bile pes dedirtiyor. 

Siviller yani kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve Gazzeli olmaktan başka bir “kabahati” olmayan on binler İsrail bombaları altında can veriyor. İsrail öldürmekle de kalmıyor. İnsanların mallarını gasbediyor, yetmiyor mezarlıkları talan ediyor. Hamas tarafından kaçırılan İsraillilerin cenazelerinin olabileceği ihtimaliyle Filistinli mezarlarını kazdıklarını iddia eden İsrail, Moğol zulmünü bile geride bırakacak bir vahşete imza atıyor. 

Hamas’ı günah keçisi ilan ederek her türlü insanlık dışı eylemi meşru gören İsrailli yetkililer, “şayet çocuk, kadın ve bebek kaçırma eylemleri olmasaydı bu duruma gerek kalmayacaktı” diyor. Beri taraftan kendisi de çocuk, kadın ve bebek kaçırmaya devam ediyor. 

Hayatta her şeyin her zaman kötü gitmesi gibi bir durum eşyanın tabiatına aykırı. Allah Teâlâ İnşirah suresinde “Her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır” buyuruyor. Bu zulüm elbet bitecek. İsrail yaptıklarının bedelini kuşkusuz ödeyecek. İnşallah o gün geldiğinde biz “keşke daha fazlasını yapabilseydik” demeyiz. 

İran’ın Ateşle Oyunu

Gazze’de yaşanan kriz, bütün dünyada etkilerini sürdürmeye devam ederken, İslâm dünyasının başka coğrafyalarında yeni gerilimler gün yüzüne çıkıyor. İran, 1980 - 1988 yılları arasında Irak’la giriştiği savaştan bu yana hiç bir ülkeyle sıcak çatışmaya girmemeye özen gösteriyor. İsrail’i açık açık tehdit etmesine rağmen harekete geçmiyor. Bir mücadelenin içerisine girecekse bunu hep gayrı resmi örgütler üzerinden yapıyor. 

Geçtiğimiz ay yaşanan ilginç bir gelişme, İran’ın artık bu stratejisinden vazgeçerek yeni planlarını hayata geçirmeye çalıştığını gösteriyor. Suriye savaşıyla birlikte Rusya’nın yanında saf tutarak bölge siyasetinde daha etkin rol almaya çalışan İran, Pakistan’ı vurdu! Ülkedeki ayrılıkçı grup Ceyş el-Adl’a ait olduğu iddia edilen bazı noktaları hedef alan İran’ın saldırılarında siviller de hayatını kaybetti. Pakistan da aynı gerekçeyle İran’a misilleme yaptı. Sistan ve Belucistan sınırlarındaki hedeflere yönelik saldırılarda da siviller hedef alındı. 

İki ülke arasında kaçakçıların ve ayrılıkçı grupların kol gezdiği 900 kilometrelik bir sınırın olduğu doğru. Zaman zaman buradan her iki ülkeye yönelik terör eylemleri de gerçekleştiriliyor. Ancak, yaşanan onca gerginliğe rağmen etrafında bulunan hiçbir ülkeyle sıcak çatışmaya girmeyen İran’ın Rusya-Ukrayna savaşı ve İsrail’in Gazze’yi işgali devam ederken böyle bir hamle yapması akıllara başka sorular getiriyor. Üstelik İran yalnızca Pakistan’ı da vurmadı. Suriye ve Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ne ait bazı bölgelere de hava saldırıları düzenledi. Aynı zaman diliminde İran destekli Husilerin Yemen’de Amerika’ya ait konteyner gemisini vurarak başka bir çatışma alanı oluşturması da tesadüf değil. İran fırsattan faydalanmaya çalışıyor. Kurt puslu havayı sever, doğru. Ama ateşle de oynamaz. İran ateşle oynuyor. Muhtemeldir ki bu ateş önce kendisini yakacak. 

Yemen’de Yeniden Silah Sesleri

Arap Baharı sürecinin vurduğu ülkelerden biri de Yemen. Yaşanan olaylar sonucunda ülkede iktidar devrilmiş ve halk daha büyük, altından kalkılamaz bir sürece girmişti. Zaten yoksullukla mücadele eden Yemen halkı, iç savaşla karşı karşıya kaldı. Kaos dalga dalga yayılarak yaşanan sıkıntıları tahammülü aşan seviyelere getirdi. Yetmedi, İslâm dünyasının en zengin ülkelerinden Suudi Arabistan, Yemen’e yardım etmek bir tarafa Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’den aldığı silahlarla acımadan saldırdı. Ülkedeki İran destekli Husilerle mücadelede on binlerce masum katledildi. Müslüman coğrafyanın en trajik hikâyelerinin yaşandığı Yemen, şimdi de İran’la ABD’nin mücadele sahasına dönüşmüş bulunuyor. 

Gazze’de yaşanan insanî krize tepki olarak Kızıldeniz’deki İsrail ve ABD gemilerini hedef alacaklarını ilan eden Husiler, ABD’nin konteyner gemisini vurdu. Bunun üzerine ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı Marshall Adaları’yla ortak kullandıkları geminin vurulduğunu ve ciddi bir hasar olmadığını açıkladı. Fakat zaten daha önce Husilerle mücadele etmek için Suudi Arabistan’ı kullanan ABD, İngiltere’yi de yanına alarak Husilerle mücadeleye yönelik görev gücü oluşturdu ve Yemen’in tam beş kentine saldırdı. Beyaz Saray yönetimi, Husi saldırılarının ABD askerlerinin güvenliğini tehlikeye düşürdüğünü ve uluslararası kamuoyunun buna tepki gösterdiğini açıkladı. Fakat tüm dünya Washington’un İsrail’in güvenliğini tehdit ettiğini düşündüğü İran’dan intikam almayı amaçladığını biliyor. 

Yaşanan Suudi Arabistan-Yemen yahut ABD/İngiltere-Yemen mücadelesi değil. Yıllardır yoksulluğun, açlığın ve terörün gölgesinde hayatta kalmaya çalışan Yemen halkı şimdi de İran-ABD savaşına ev sahipliği yapıyor. Umarız, kriz daha da derinleşmeden son bulur. 

İlk Astronotumuz Uzayda

Türkiye, uzun yıllardır kendi değerleriyle mücadele eden bir ülke olarak tarihe geçti. Batı bilimde, teknolojide, sanayide, ticarette ve eğitimde her geçen gün kendini aşacak adımlar atarken, biz ideolojiler, inançlar, çıkarlar ve kimlikler üzerinden birbirimizle mücadele ettik. Sonuçta elimizde koca bir “hiç” kaldı. Silahı Amerika’dan, ekonomiyi ve bilimi Avrupa’dan ithal etmek zorunda kaldık. Paramız kadar sahip olabildik. Kendimiz üretmeyince bize verilenle yetindik. Bu nedenle muktedir olamadık. Bağımlılıktan kurtulamadık. Amerika ve Avrupa canı sıkıldıkça bizi birbirimize düşürdü. Taleplerine yönelik küçük bir itiraz olunca da darbe yapmayı adet haline getirdi. Bu nedenle son yıllarda yaşadıklarımız, Türkiye’nin kabuğundan çıkmaya, kendi ayakları üzerinde yürümeye başladığının özeti bir bakıma. Bir zamanlar Amerika’nın uydusu modundaki Türkiye, şimdi kendi ürettiği teknolojilerle kendi kanatlarıyla uçabilecek seviyeye ulaştı. 

Savunma Sanayii’nde yapılan çalışmalar devrim niteliğinde. Enerji alanındaki hamleler, ülkemizin gelecek elli yılını garanti altına alacak bir zemine kapı aralıyor. Türkiye Uzay Ajansı’nın kurulmasıyla da gelecek yüzyılın muktedirlerini belirleyecek uzay çalışmalarına giriş yapılmış oldu. 

Dünyanın büyük devletleri şimdiden uzayda istasyon kurma hayallerini gerçekleştirmeye yaklaşmışken, bölgesel güç olmaktan küresel bir güç olmaya aday Türkiye’nin bu çalışmaların dışında kalması düşünülemezdi. 

Geçtiğimiz ay, ilk astronotumuz Alper Gezeravcı’nın uzay yolculuğu başladı. Türkiye’nin uzay bilim misyonunu gerçekleştirmek üzere başlayan yolculuk, insansız ay yolculuğuna da öncülük edecek. “Bir çiçekle bahar olmaz, ama bahar bir çiçekle başlar” sözü malum. Gezeravcı’nın uzay yolculuğu ile hedefe ulaşmış değiliz. Fakat Türkiye’nin uzay çalışmalarına önemli bir adım olan bu girişim, önümüzdeki dönemde uzayda gerçekleştireceğimiz faaliyetler için milat niteliğinde. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy