İsteklerimiz ve Kulluğumuz
17. yüzyılın Nakşibendî mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektûbât’ında şöyle der:
Kulun Mevlâ’sından ve O’nun muradından başka bir hedefi ve isteği olmamalıdır. Eğer böyle olmazsa, kişi kulluk gömleğini sıyırmış ve adımını kulluk alanının dışına atmış olur. Kul nefsinin hevâ ve hevesine uyup aldanırsa nefsinin kölesi durumuna gelir ve lânetli şeytanın boyunduruğu altına girmiş olur.
Kulun Mevlâ’sından ve O’nun muradından başka bir muradı ve matlubunun olmaması bahtiyarlığına ermek, “velâyet-i hâssa”ya ulaşmakla elde edilebilir.
Soru: Kâmil zatlar da bazı şeyleri isteyebilir ve gerekli görebilirler. Geçmiş büyüklerden de çeşitli isteklerinin olduğuna dair birtakım emareler hissedilmektedir. Nitekim peygamberlerin önderi, velîler sultanı Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem soğuk suyu ve tatlıyı severdi. Ümmetinin hidayetine dair azmi ve arzusu Kur’an-ı Kerim’de açıklanmaktadır. O halde büyüklerdeki bu tür ihtiyaçlar ve arzular nasıl açıklanır?
Cevap: Bazı isteklerin sebebi fıtrattır. Bu hayat sürdükçe o istekler de devam edecektir. Dolayısıyla sıcaklık zamanında insan tabiatı ister istemez soğuğa, soğuk zamanda ise sıcaklığa meyleder. Böyle istek ve ihtiyaçlar kullukla çelişmediği gibi hevâ ve hevesle ilgilenmek de değildir. Çünkü tabiatın zorunlulukları dinî sorumluluk dairesinin dışındadır ve nefs-i emmârenin hevâsıyla bir alakası yoktur. Çünkü nefsin eğilimi ya zorunlu olmayan mübahlara ya da haram ve şüpheli olan şeylere olur. Zorunlu ve kaçınılmaz olan şeylerde ise nefsin bir ilgisi olmaz.
Allah Teâlâ’dan başka bir şeyle ilgilenmekten kasıt, mübah da olsa fuzuli işlerle uğraşmaktır. Çünkü mübahın fazlası ve fuzuli olanı harama yakın bir yerde durmaktadır. İnsan, lânetli şeytanın saptırması sonucu ayağını oradan birazcık kaldırsa istemediği halde kendisini haram sahasının içinde bulur. O halde mübah sahasını sınırlı tutmak zorunludur. Çünkü buranın ötesi gereksiz mübahların sahasıdır. Yukarıda da belirtildiği üzere insanın ayağı gereksiz mübahlar sahasına kaydığı anda haram sahasının içine düşer.
Kişi kendisini dünyevî arzulardan kurtardığı halde, bazı isteklerin belirmesi dış bir sebeple olabilir. Bu dış sebep, insanı hayra yönlendiren Rahmân’ın nasihatçisi olabilir. Nitekim her müminin kalbinde Allah Teâlâ’nın bir nasihatçisi vardır. Yahut bu dış sebep insanın içine düşmanlık ve şer tohumları atan şeytan olabilir.
“(Şeytan) Onlara söz verir, ümit verir, fakat şeytanın sözü aldatmadan başka bir şey değildir.” (Nisâ 120)
Bu fakir, kalede geçirdiği günlerden birinde tarîk-i âliyye mensuplarının âdeti olduğu üzere, sabah namazından sonra sessiz bir şekilde oturuyordu. Anlamsız temenni ve arzular beynime hücum etti ve yaşadığım o tatlı ruh halini alıp götürdü. Rabbim’le yakınlık halimi bozdu. Kısa bir aradan sonra Allah Sübhânehû’nun inayetiyle yakınlık haline yeniden kavuştum. O temennilerin zihnimden uzaklaştığını, bulut parçaları gibi kaybolduklarını fark ettim. Kendilerini getiren şeyle birlikte çıkıp gittiler. O zaman, bu isteklerin dıştan geldiği anlaşıldı. İçten gelmedikleri için kullukla çelişmeyen istekler oldukları açıklığa kavuşmuş oldu.
Hülasa, kaynağı nefs-i emmâre olan her fesat zâtî bir hastalık ve yok edici bir zehir olup kulluk makamına ters düşmektedir. Şeytanın fısıldaması da olsa dıştan gelen her türlü fesat, en basit bir manevî tedaviyle giderilebilen arızî hastalıklar kabilindendir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Esasen şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisâ 76)
Belamız yalnızca nefsimizdir. Ruhumuzun düşmanı ve kötü arkadaşımız olan nefsimiz… Dış düşman, nefsimizin yardımı sonucunda bizi kuşatır ve yerimizden uzaklaştırır. Varlıklar içinde cehaleti en yoğun olan şey nefs-i emmâredir. Çünkü o kendisinin düşmanıdır. Kendisinin kötülüğünü ister. Bütün gayreti kendini helâk etmektir. Mevlâsı ve velinimeti olan Rabbi’ne isyan etmek ve düşmanı olan şeytana itaat etmek ister.
Bilmek gerekir ki özden ve dışarıdan kaynaklanan hastalığı birbirinden ayırmak, hangisinin iç kötülük, hangisinin dış kötülük olduğunu bilmek oldukça zordur. Ham kişi kendisinin kâmil olduğunu zannedip, hastalığının özünden değil, dışarıdan olduğunu ileri sürebilir. Bu yüzden de sonsuz bir hüsranın içine düşüp orada kalabilir.
Bundan korktuğum için bu sırrı yazma cesaretini kendimde bulamadım. Bu manayı açıklamayı uygun bulmadım. Bu şüpheyi on yedi sene boyunca yaşadım. Özden kaynaklanan (zâtî) fesadı, dışarıdan gelen (arızî) fesada karışmış gördüm. İşte şimdi Allah Teâlâ hak ile bâtılın arasını ayırdı. Bundan ve bütün nimetlerden dolayı O’na hamd ve senâlar olsun.
Bu tür sırları açıklama sebeplerinden ve hikmetlerinden biri, dar görüşlülerin kendisinde bu tür hâricî istek ve temenniler var diye kâmil bir zatı noksan zannedip bereketinden mahrum kalmaları korkusu ve endişesidir. Kâfirlerin peygamberleri tasdik nimetinden mahrum kalmalarının sebebi, peygamberlerde bu tür durumların bulunmasıdır.
“Fakat onlar, bir beşer mi bizi doğru yola götürecekmiş, dediler. İnkâr ettiler ve yüz çevirdiler.” (Tegâbün 6)
“Hak Sübhânehû, istekler yok olduktan sonra ârifi irade ve irfan sahibi yapar” denilmiş. İnşallah bu sözü başka bir yerde açıklayıp yazacağız. Şu an vakit buna elvermemektedir.
Selam hidayete tâbi olanlara ve Hz. Mustafa sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine sımsıkı sarılanlara olsun.