Nereye Yakın?
Kulun mutlaka affedileceği rehavetine kapılması ne kadar tehlikeli bir durum ise ümitsizliğe düşmesi ve kesinlikle affedilmeyeceğine inanması da o kadar vahimdir.
Ehl-i Sünnet’e göre bu iki tavır da büyük günahlardandır. Mümin, günahın veya sevabın çokluğuna değil, Allah Teâlâ’nın azametine odaklanır, rahmetinin her şeyden büyük ve engin olduğunu bilir ve O’na yönelir.
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anhudan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular:
“Sizden önceki kimselerin içinde doksan dokuz kişiyi öldürmüş biri vardı. Bir ara adam dünyanın en bilgininin kim olduğunu sordu. Ona bir rahibi işaret ettiler. Adam rahibe geldi ve doksan dokuz kişiyi öldürdüğünü, hal böyle iken kendisi için tevbe imkânı olup olmadığını sordu.
Rahip; “Hayır, yoktur.” dedi. Bunun üzerine adam onu da öldürdü ve sayıyı yüze tamamladı.
Sonra adam yine dünyanın en bilgininin kim olduğunu sordu. Bu kez ona bir âlimi işaret ettiler. Adam âlime geldi ve doksan dokuz kişiyi öldürdüğünü söyledi, kendisi için tevbe imkânı olup olmadığını sordu.
Âlim; “Evet, vardır. Kim kişi ile tevbesi arasına girebilir ki?” dedi ve ekledi:
– Sen falanca yere git. Orada Allah’a ibadet eden kimseler var, onlarla birlikte Allah’a kulluk et. Asla seni kötülüğe sevk eden memleketine geri dönme!
Adam o beldeye gitmek üzere yola koyuldu. Yolu yarılamıştı ki ecel vakti gelip çattı ve öldü.
Akabinde rahmet melekleri ile azap melekleri adamın bu hali üzerine aralarında tartışmaya başladılar. Rahmet melekleri;
– Adam tevbe etmiş ve kalbi Allah Teâlâ’ya yönelmiş olarak buraya geldi, dediler. Azap melekleri ise;
– Adam hiç hayır işlemedi ki, dediler.
Derken insan suretinde bir melek çıkageldi. Melekler onu aralarında hakem seçtiler. Hakem olan melek;
– Adamın geldiği ve gitmekte olduğu iki yer arasındaki mesafeyi ölçün, hangisine yakınsa oraya aittir, dedi.
Aradaki mesafeyi ölçtüler ve varmak istediği yere daha yakın olduğunu gördüler. Rahmet melekleri de onu bekletmeden alıp götürdüler.” (Müslim, Tevbe 8, nr. 46)
Bu son kısım, yani mesafe ile ilgili husus diğer rivayetlerde farklı ifadelerle nakledilmiştir. Hepsinde maksadın akıbeti belirlediği, kul niyet ve azminde samimi olursa mutlaka ilâhî inayete ve ihsana nail olacağı vurgulanmaktadır.
Bir rivayette, “Adam sâlihlerin köyüne bir karış daha yakındı ve bu yüzden onlardan sayıldı.” denilmiştir. (Müslim, Tevbe 8, nr. 46)
Bir diğer rivayet ise şöyledir: “Allah Teâlâ, adamın gideceği yere ‘Yakınlaş’ ve çıktığı yere ise ‘Uzaklaş’ diye vahyetti. Sonra da ‘Aradaki mesafeyi ölçün’ buyurdu. Ölçtüler. Adam gideceği yere bir karış daha yakındı ve bu yüzden bağışlandı.” (Buhârî, Enbiyâ 54 nr. 3470)
Bir başka rivayette ise şöyle geçmektedir: “Adam, göğsüyle o tarafa yöneldi.” (Buhârî, Enbiyâ 54 nr. 3470; Müslim, Tevbe 8, nr. 46, 47)
Tedirginlik ve ümit
Hadis-i şerifte, ister takvalı isterse günahkâr olsun, bütün insanların ilâhî rahmete muhtaç oldukları ifade edilmekte ve buna ancak tevbe, istiğfar ve sâlih amellerle erişilebileceği bildirilmektedir. Ayrıca bu halin (sâlih amel ve istikametin) sürekliliği için sâlihlerle birlikte olmanın lüzumu üzerinde durulmaktadır.
Allah Teâlâ’nın azameti ve merhameti sınırsızdır. Hayat O’nunla kâimdir. Yaratan ve yaşatan O’dur. Bütün mahlûkat O’nun hükmüne teslim ve inayetine muhtaçtır. İnsanın görevi Allah’a inanmak, hükmüne rıza göstermek ve emirlerine tâbi olmaktır. İnanmamak veya hükmüne razı olmamak küfür, emirlerine uymamak ise günahtır. İnanan ve sâlih amel işleyenleri mükâfatlandıracak, küfre düşen ve günah işleyenleri cezalandıracak da yine O’dur.
Mümin rehavete kapılmaz ve ümitsizliğe de düşmez. Allah Teâlâ’nın azametini bilir, emirlerine karşı gelmekten korkar. “Rahmeti ve merhameti sonsuzdur, elbet affeder” diye asla günaha meyletmez. Gaflet, cehalet ve her ne sebeple olursa olsun günaha bulaştıysa da hemen tevbe eder ve asla ümitsizliğe kapılmaz.
Kulun mutlaka affedileceği, günahlarının kesin bağışlanacağı rehavetine kapılması ne kadar tehlikeli bir durum ise ümitsizliğe düşmesi, affedilmeyeceğine inanması o kadar vahimdir. Ehl-i Sünnet inancında bu iki tavır da büyük günahlardan sayılır. Mümin, günahın veya sevabın çokluğuna veya büyüklüğüne değil, Allah Teâlâ’nın azametine odaklanır, rahmetinin her şeyden büyük ve engin olduğunu bilir ve O’na yönelir. Mümin olmanın şiarı budur, kulluk edebi bunu gerektirir.
Nitekim hadis-i şerif’te bahsedilen adamın yüz kişiyi katlettiği halde sırf tevbeye niyetlenip, Allah’a yönelmeye azmettiği için affedilmesi, Cenâb-ı Allah’ın rahmetinin ne kadar büyük olduğunu ifade etmektedir.
Dolayısıyla hadis-i şeriften günahı hafife almak veya günahkârın mükâfatlandırıldığı şeklinde bir anlam çıkarmak yanlıştır. Kezâ, rahibin yaptığı gibi yetkisi olmadığı halde sırf günahın büyüklüğüne bakıp, günahkârı dünyada ve âhirette ebedî cezaya mahkûm etme gibi bir yanlışa düşmemek gerekir.
Kişinin hali, maksadı, yaşadığı çevre ve şartları araştırılmadan; üstelik işlediği cürmün farkında olan ve hidayet vesilesi arayan kimseye tevbe kapılarını kapatmak da bâtıldır.
İnsanın doğası gereği gaflete düşmesi, çevre ve şartların etkisiyle hata ve günah işlemesi mümkündür. Doğru olan, insanın bu zafiyetini akılda tutup tevbe etmeye, hatasını telafi etmeye teşvik etmek; Allah Teâlâ’nın bağışlamaktan hoşlandığını, rahmetinin büyüklüğünü hatırlatarak ümitlendirmektir. Nebevî kıssanın maksadı budur.
Yüz kişiyi katleden bir günahkârın pişman olarak tevbeye yönelmesi ve Cenâb-ı Allah’ın rahmetine kavuşması bunu göstermektedir.
Zoru kolay, uzağı yakın kılmak
Hadis-i şerifte bahsedilen adam ısrarla yeryüzünün en bilginini soruyor ve vakit kaybetmeden gösterilen adrese gidiyordu. Anlaşılan durumundan memnun değildi ve sonunun yaklaştığını hissediyordu. İşlediği cinayetlerden dolayı ağır cezaya çarptırılacağını biliyordu. Bunalmış ve vicdanen rahatsızlık duymaya başlamış, bir çıkış yolu bulurum ümidiyle araştırmaya koyulmuş. Sonunda bilge kimseye ulaşıncaya kadar ümidini kaybetmemiş.
Buradan anladığımız, her işte olduğu gibi hakikati ararken de niyet ve gayret önemlidir. Allah Teâlâ’ya yönelmede, tevbe ve kulluk vazifelerinde niyet ve gayret esastır. Niyet olmadan gayretin, gayret olmadan da niyetin bir anlamı yoktur. Kalben niyet edip zâhirî sebeplere sarıldıktan sonra hedefe ulaşılmış demektir. İhlâsla yapılan ameller tamamlanamamış olsa da Cenâb-ı Allah’ın katında kıymetlidir ve mükâfata layıktır.
Hayırlı işlerde acele etmek
Tevbe kurtuluş vesilesidir. Büyük küçük bütün günahların tevbe ile affedileceği bildirmiştir. Kula düşen tevbeyi geciktirmemek, fırsat varken affedilmeye ve hatayı telafi etmeye çalışmaktır. Zira saniyeleri dahi sayılı olan ecel her an gelebilir ve anlık gaflete düşme ihmali ebedî hüsrana sebep olabilir.
Kıssadaki adam, âlimin verdiği cevaba ikna olmuş ve hayata yeni bir sayfa açmak üzere kurtuluş yurduna doğru yola koyulmuş, sırf bu davranışından dolayı ebedî azaptan kurtulmuştur. Böyle yapmayıp Allah’a yönelmeyi erteleseydi durumu farklı olacak ve azap meleklerinin eline düşecekti.
Şirkten sonra en büyük günah haksız yere adam öldürmektir. (Maide 32) Bu cürmü defalarca işlemiş, üstelik umduğu cevabı vermedi diye kendisini ibadete adamış rahibin de canına kıymış birinin ilâhî affa nail olması düşündürücüdür.
Dinî ve hukukî ölçülere göre böyle bir caninin en azından tevbe etmesi, işlediği suçların bedelini ödemesi gerekirken, hikmet-i ilâhî, tevbe niyeti ile yola çıktığı için Cenâb-ı Allah’ın lütfuna mazhar olması, bu duruma düşen kullar için ümit ışığının sönmediğine, tevbe kapısının açık olduğuna dair bir teminattır.
Allah Teâlâ affedicidir ve affetmeyi sever. Yeter ki kul samimi bir şekilde O’na yönelsin ve tevbesinin gereğini yerine getirsin. Nitekim bir ayet-i kerimede Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“De ki: Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer 53)
Ayet-i kerime nazil olunca Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem sevincini şöyle ifade buyurdular:
“Bu ayet banim için, dünyanın ve içindekilerinin benim olmasından çok daha güzeldir.” (Müsned Ahmed b. Hanbel, 22362; Heysemî, Mecma`üz-Zevâid, 7/103; Taberânî, Mu`cemü’l-Evsat, nr. 174)
İşi ehline, derdi halden anlayana sormalı
Bir işin maksadına uygun ve sağlam yapılması için bilgi ve beceri şarttır. Bu da ancak işi ehline sorarak, görerek veya tecrübe ederek öğrenilir. Dertler ise hekime yahut bilgine danışılır.
Dünya işleri yanlış kişiye sorulur hata yapılırsa, zararı dünya ile sınırlı kalır. Belki telafisi de mümkündür. Fakat dinî hususlardaki bilgi yanlışlığının telafisi olmayan sonuçları olur, dünya huzurunu, âhiret mutluluğunu yok eder.
Bugün ümmet olarak yaşadığımız tefrika ve sıkıntıların kaynağı din ve hayata dair ilkelerin yanlış kişi ve kaynaklardan alınmış olmasıdır. Olur olmaz yerden veya kişilerden din öğrenilmez. Peygamberlerin gönderilmesinin bir hikmeti de budur.
Hadis-i şerif bu manada inanç, ibadet ve ahlâkla ilgili dinî meseleleri ehlinden öğrenmenin ehemmiyetinden bahsetmektedir. Bu tür konular ilim ve irfan ehlinden, yani ilmiyle âmil âlimlerden öğrenilir. Aksi halde yanlış yönlendirme, yanlış teşhis ve tedavinin bedeli ağır olur.
Kıssadaki günahkâr adam, onca günahına rağmen tevbe ümidini kaybetmemiştir. Bir bileni bulup işin hakikatini öğrenmeye, ümidini gerçekleştirmeye kararlıdır. İnsanların en bilginini, hikmet sahibini araştırır. Adam önce rahibe gelir ve halini arz eder. Rahip olumsuz cevap verince de yanlış olduğunu bildiği halde rahibi öldürerek cinayetlerine bir yenisini daha ekler.
Rahip veya ruhbanlık, geçmişte sırf ibadet maksadıyla dünyadan el etek çekmiş münzevi bir halde yaşayan kimseler için kullanılan bir tanımdır. Kur’an-ı Kerim ruhbanlığın Hz. İsa aleyhisselamdan sonra Hıristiyanların icat ettiği bir bid’at olduğunu bildirir. (Hadîd 27)
Kıssada bahsedilen rahip de bu anlamda münzevi bir halde ibadet eden takvalı biriydi. Fakat ilim ve hikmet ehlinden değildi; adamın halini anlayamadı, kendi haline ve dinî hassasiyete uygun olanı söyledi ve canından oldu.
“Arayan bulur” demiş büyükler. Ne aradığın kadar niçin aradığın da önemlidir. Adam ümit ve azimle yeryüzünün en bilgini bulmaya, ondan hakikati öğrenmeye kararlıdır. Nihayet onu bir âlime gönderirler. Âlim halden anlayan ve ilim ve hikmet ehli bir zâttır. Adamın derdini anlar, ona anlayacağı bir üslupla doğru yolu gösterir. O da âlimin sözlerinden etkilenir ve hemen harekete geçer. Bir daha yanlış yapmamak, günaha düşmemek üzere iyilerin yaşadığı yere doğru yola çıkar.
Çevrenin ve dostların insan üzerindeki etkisi büyüktür. Dünyada mutluluk, âhirette kurtuluş isteyen seçici ve dikkatli olmak zorundadır. Hayır da şer de bulaşıcıdır. İnsan günah işlenen ortamlardan uzaklaştıkça selamettedir, hayır işlerine meyli artar. İyilerle ünsiyet kuran onlar gibi davranır, en azından hata yapmamaya özen gösterir. Dolayısıyla tevbe edenin tekrar aynı hataya düşmemesi için günah ortamından ve günahı hatırlatıcı sebep ve davranışlardan uzaklaşması gerekir.
Hadisteki üç incelik
Birincisi: Kasten adam öldüren kimsenin tevbesi kabul edilebilir. Bu hususta âlimler ittifak etmişlerdir. Ancak tevbenin sahih olması, suçla alakalı yaptırımlardan (kısas, ceza veya tazminattan) dünyada ve âhirette tamamen kurtulacağı anlamına gelmez.
“Ettiği tevbe ve dünyada aldığı ceza, onun ilâhî affa kavuşmasına, ebedî cezadan kurtuluşuna vesile olur” şeklinde anlamak daha doğru olur. Çünkü kasten adam öldürmenin cezasının ebedî cehennem olduğu Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir. (Nisa 93)
(Ayet-i kerimede geçen “ebedî” ibaresini bazı âlimler uzun müddet cehennemde kalmak anlamında, bazıları da cehennemde ebedî kalmanın haksız yere adam öldürmeyi helal sayanlar, yani küfre düşenler hakkında olduğunu ifade etmişlerdir.)
İkincisi: Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde geçen önceki ümmetlere ait dinî kurallar Müslümanlar için de geçerlidir. Hadis-i şerifte geçmiş kavimlerden de olsa kasten adam öldüren kimsenin tevbesinin kabul edildiği bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem tarafından anlatılmıştır.
Bu hüküm, yani kasten adam öldürenin tevbesinin kabul edilebileceği biz Müslümanlar için de geçerlidir.
Üçüncüsü: İnsanın hal ve davranışlarının daima hayra yorulması, hakkında hayırlı olanın tercih edilmesi erdemli bir davranıştır. Kıssada önemle üzerinde durulan, gelinen ve gidilen yer arasındaki mesafenin ölçülmesindeki hikmet budur.
Adamın bedeninin iyilerin yurduna yakın olması veya yüzünün o tarafa dönük olması ya da berikine yaklaş, ötekine uzaklaş diye yere vahyedilmesi halden anlamaya, insan ilişkilerinde hayra öncelik vermeye yönelik işaretlerdir. İlâhî hikmet ve Cenâb-ı Allah’ın rızası bu yöndedir.
Nitekim hadis-i şerifte beyan edildiği gibi meleğin insan suretinde gelmesi, diğer melekler tarafından hakem tayin edilmesi, mesafenin ölçülmesi, hepsi kulun menfaatine yönelik ilâhî emir ve ikramlardır. Melekler de ancak Allah Teâlâ’nın bildirdiğini bilir, emrettiğini yaparlar. (Delîlü’l-Fâlihîn, 1/109-111)