Aramak

Abdullah Koç

Yeni Şehirler
Yabancı İnsanlar

Son iki asırda Batı’dan ithal edilen hayat tarzı ve şehircilik, komşuluğu bir medeniyet kıymeti olmaktan çıkararak sadece aynı yapıda oturan insanların rastgele birlikteliğine indirgedi. Betonarme kentler, muhkem duvarlarla çevrili siteler ve izole apartmanlar, komşunun kapısını çalmayı neredeyse taciz sayan yeni bir sosyal psikoloji inşa etti.

İnsan, yaratılışının gereği kolay kolay yalnızlığa tahammül edemez. En temel ihtiyaçlarından biri yakınlık kurmak; duygudaşlık, dayanışma ve paylaşma türünden hislerle köprüler kurmaktır. Bu bakımdan komşuluk yalnızca iki duvarın birleşim noktası değil, aynı zamanda kalbî irtibat ve mesuliyet münasebetidir. Asırlardır bu topraklarda komşuluk kelimesi sadece mekânsal değil, rûhî bir beraberliği de ifade etmiştir. Aynı mahallenin evlâtları birlikte büyür, sokaklar bir ailenin hanesi gibi sahiplenilir, kapılar arasındaki mesafe bir selam kadar yakın olurdu.

Ne var ki zamanla bu samimiyetin yerini modern hayatın ferdiyetçi ve mesafeli yapısı aldı. Bilhassa son iki asırda Batı’dan ithal edilen hayat tarzı ve şehircilik, komşuluğu bir medeniyet kıymeti olmaktan çıkararak sadece aynı yapıda oturan insanların rastgele birlikteliğine indirgedi. Betonarme kentler, muhkem duvarlarla çevrili siteler ve izole apartmanlar, komşunun kapısını çalmayı neredeyse taciz sayan yeni bir sosyal psikoloji inşa etti.

Bu noktada bir tespit olarak şu söylenebilir: Modern şehircilik anlayışı insan mefhumu üzerine değil; ruhsuz, mekanik bir akışa göre şekillenen yapılar üretmiştir. Mimar Turgut Cansever bu hâli şu kelimelerle ifade eder: “Şehir insanların sadece barındığı değil, insanî münasebetleri en yoğun yaşadığı mekânlar olmalıdır.” 

Cansever’in bu veciz tespiti, modern şehrin ruhsuzluğunu ve komşuluk gibi beşerî bağları dışlayışını aşikâr bir şekilde ortaya koyar. Aynı minvalde düşünen Mimar Cevat Ülger ise, komşuluğun mimarî ile olan münasebetini şöyle ifade eder: “Kapı komşuluğu bir mimarî meselesi değil, bir hayat terbiyesi meselesidir. Lâkin o terbiyeyi yaşatacak mekânları kaybettik.”

Bir zamanların mahalle kültürü

Geçmiş zamanların mahallelerinde komşuluk, yalnızca yan yana yaşamak demek değil, adeta mukaddes bir sözleşme mesabesindeydi. Sabah ezanıyla başlayan gün, komşunun tandırındaki ekmeğin kokusuyla uyanırdı. Akşam vakti yanan lambalarla evlerin adeta kendi kabuğuna çekilmesiyle de nihayete ererdi. Mahalle bakkalı borç defteri tutar, evin anahtarı komşuya emanet edilir, çocuklar sokakta birlikte büyürdü. Komşunun cenazesi, düğünü, hastalığı yalnızca o haneye ait değil, bütün mahalleye ait bir hadise olarak addedilirdi.

Osmanlı mahalle yapısı bu komşuluk hukukunu yaşatacak şekilde tanzim olunmuştu. Dar sokaklar, karşılıklı açılan cumbalar, selâmlık ve haremlik ayrımıyla şekillenmiş haneler bir yandan mahremiyeti muhafaza ederken, diğer yandan gönül köprüleri kurmayı temin ederdi. Sadaka taşları, askıda ekmekler, çeşme başında sohbetler, hepsi birer komşuluk mektebi idi. Mahalle çeşmesi yalnızca su içmek için değil, dertleşmek için de uğranılan bir mekândı. Kimi zaman bir tas su ile birlikte bir sır paylaşılır, kimi zaman da komşunun yokluğu orada öğrenilirdi.

Bu mahalle kültüründe ayıp kavramı, yalnızca kişisel bir kusur değil, cemiyetin ortak vicdanını inciten bir hassasiyet meselesiydi. Mahalleli birbirinin gözü önünde yaşar, birbirinin hâlini bilir; çocukların davranışları, büyüklerin tutumu, herkesin ortak değer yargılarının tezahürü olurdu. “Mahalle baskısı” olarak modern zamanlarda olumsuzlanan bu yapı, aslında zarif bir toplumsal denetim şekliydi. Ahlâk, saygı, edep gibi kavramlar yalnızca kişide değil, mahallenin ruhunda tecelli ederdi. Bu, cemiyetin kendi kendini terbiyeden geçiren bir dâhilî ahlâk nizamıydı.

Sadece fizikî yapılar değil, bu mahalle kültürünü besleyen manevi atmosfer de mühimdi. Mahalle imamı yalnızca namaz kıldırmaz, komşular arası ihtilâflarda hakemlik eder, hasta ziyaretlerini tertip eder, bayram sabahlarında mahalleliyi bir araya getirirdi. Çocukların ilk sosyal terbiyesi mahallede alınır, yaşlılar hikâyeleriyle gençlerin şuurunu beslerdi. Her mahallenin bir sesi, bir nefesi, bir rengi mevcuttu. Ve bu renk sadece mimarîde değil, kalplerde de hayat bulurdu.

İslâm’da komşu hukuku

İslâm, komşuluk ilişkilerini sıradan bir nezaket meselesi olarak görmez. Aksine, bu münasebeti ahlâkî ve hukukî bir vecibe olarak telakki eder. Resûl-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in şu hadis-i şerifi meselenin özeti mahiyetindedir: “Cebrail bana komşuya iyi davranmayı o kadar tavsiye etti ki, neredeyse onu mirasçı kılacak zannettim.”

Bir diğer hadîs-i şerîfte ise şöyle buyurmuştur: “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”

İslâm âlimleri bu hadisleri yalnızca insanî bir nezaket kılavuzu değil, sosyal düzenin temel taşları olarak görmüştür. Zira komşuluk yalnızca sosyal değil, ibadet şuuru ile yürütülmesi gereken bir ahlâk vazifesidir. Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin buyurduğu gibi: “İnsanlara muamelede edep, Allah’a karşı ibadettendir.” 

Komşuluğun ihyâsı, sadece eski bir âdeti yaşatmak değil, insanın kendine, cemiyete ve Rabbi’ne karşı olan mesuliyetini yeniden hatırlamasıdır. Bir mütefekkirin ifadesiyle, “İnsan, insanla kemâle erer; komşuluk bu kemâlin ilk halkasıdır.”

Komşuluk, İslâm medeniyetinde bir bakıma kardeşlik kadar kıymetlidir. Tasavvuf geleneğinde de komşuluğa büyük kıymet atfedilir. Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle der: “Komşusu yanan evde gülen kimse / Yarın onun da evine ateş düşer, bilmez mi?”

Tasavvufî kıssalar arasında ise, Hz. Ali Efendimiz’in bir komşusunun gece odasından gelen feryadını işittiği, ertesi gün kapısını çalıp onun sıkıntısını dinlediği ve bütün gecesini onun hüznünü paylaşarak geçirdiği rivayet edilir. Bu, komşuluğun yalnızca maddi değil, kalbî bir mesuliyet olduğunun altını çizer.

Günümüzün komşuluk krizi

Bugün geldiğimiz noktada bütün olumlu halleriyle komşuluk ciddi bir erozyona uğramış hâldedir. Aynı apartmanda yıllarca oturup birbirinin ismini dahi bilmeyen insanlardan oluşan bir topluluk haline geldik. Dijital irtibatlar gerçek hayattaki yakınlığı ikâme edemedi, edemeyecek. Komşuluk, güvenlikli siteler, kartlı geçişler ve kameralar arasında sıkışıp kalan, içe kapanık bir irtibatsızlık hâline geldi.

Modern şehircilik anlayışı insan ölçekli değil, araç ve hız ölçeklidir. Mahalleler, avlular, çeşme başları, cami avluları yok oldu. Yerine alışveriş merkezleri, otoparklar, bakımlı ama kimsenin selamlaşmadığı parklar inşa edildi. Böyle bir şehirde insan, komşusunu tanımaktan ziyade ondan şüphe duymaya meyyal hâle geldi. Edebiyatta sıkça rastlanan “pencere komşuluğu” yerini dijital perdelerle örtülmüş bir suskunluğa terk etti.

Modern hayat insanı kendi içine mahkûm etmiş, mahallenin yerini dijital platformlar, selâmın yerini bildirim sesleri almıştır. Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle, “sokakların bile ruhunu kaybettiği” bir devirde yaşıyoruz. İnsanlar birbirine değil kendi içine kapanmış, komşuluk bir zaruret değil, neredeyse bir yük gibi algılanır olmuştur. Kalabalıklar içinde yalnız kalan insan, kendini bir apartman dairesinde değil, adeta bir tecrit hücresinde hissetmektedir. Komşunun kapısını çalmak bir zamanlar âdâbın nişanesi iken, şimdi kuşku ve tedirginlikle karşılanır olmuştur. Bir zamanlar “Allah kolaylık versin” demek için bile açılan kapılar, şimdi gürültü şikâyetleriyle çalınmakta, hukuku mahkemede aranan bir yüke dönüşmektedir. Mahallede yaşanan bir trajedi ancak televizyondan öğrenilmekte; alt kattaki yaşlının vefatı günler sonra tesadüfen anlaşılmaktadır. Bu yabancılaşma sadece mekânla sınırlı değil, gönül dünyamızı da soğuk bir boşluğa sürüklemiştir.

Komşuluğun yeniden inşası 

Komşuluğu yeniden inşâ etmenin yolu, sadece şehir plânlarını değil, zihniyetimizi de değiştirmekten geçer. Evvela ferdiyetçi hayat tarzını sorgulamak gerekir. Ardından, çocuklarımızı sokakta oynamaya, komşuyla selâmlaşmaya, kapı çalmaya, ikramda bulunmaya teşvik etmeliyiz. Mahalle iftarları, imece usulü yardımlaşmalar, sokak düğünleri, ortak dertleşmeler bu inşânın yapı taşları olabilir.

Bütün bu çabalar yalnızca nostaljik bir iştiyakla değil, yeniden bir toplumsal inşa şuuru ile gerçekleştirilmelidir. Komşuluk, modern zamanların soğuk yüzüne karşı bir sıcaklık taşır. Her kapı zili bir selâmın habercisi, her ikram kalpten kalbe bir köprüdür. Bu yüzden komşuluğun ihyâsı, sadece eski bir âdeti yaşatmak değil, insanın kendine, cemiyete ve Rabbi’ne karşı olan mesuliyetini yeniden hatırlamasıdır. Bir mütefekkirin ifadesiyle, “İnsan, insanla kemâle erer; komşuluk bu kemâlin ilk halkasıdır.”

Mahalle camileri yalnızca birer mekân değil, komşuluk hatıralarının tazelendiği müesseselerdir. Bunların ihyâsı aynı zamanda ahlâkî bir restorasyondur. Turgut Cansever’in dediği gibi: “Mimarî sadece yapı değil, hayatın terbiyesidir.”

Özetle...

Komşuluk, kaybettiğimiz en mühim medeniyet hasletlerinden biridir. Onu kaybetmek aslında yalnızca bir ilişki şeklini değil, insan olmanın zarafetini kaybetmektir. Zira komşu aynadaki aksimizdir. Bizimle aynı havayı teneffüs eden, aynı sokağı paylaşan kader ortağımızdır. Komşuluk yalnızca mekânsal bir yakınlık değildir; gönüller arasında bir köprüdür. O köprü yıkıldığında sadece insanlar birbirine yabancılaşmaz; sokaklar sessizleşir, duvarlar kalınlaşır, kalpler arasına görünmez perdeler çekilir.

Komşuluğun kaybı bir medeniyetin çöküşüdür. Yine bir mütefekkirin ifadesiyle, “İnsan, insanla tamam olur.” Bu tamamlanma en çok da komşuluk gibi doğrudan temas içeren ilişkilerde zuhur eder. Onu yitirmek sosyal bünyeyi çökertmektir. Zira komşuluk, insana dair en kadim ahlâkî şuurun, en içten mükellefiyet duygusunun tezahürüdür. 

Bugün yitik olan sadece komşu selâmı değil; paylaşma, tevekkül, vefa ve merhamet gibi kıymetlerdir. Her kapı zili artık bir şikâyetin, bir rahatsızlığın habercisidir. Oysa vaktiyle her çalınan kapı bir muhabbetin, bir yardımlaşmanın işaretiydi.

Bu sebeple artık yalnızca komşuluğu değil, insanî mevcudiyetimizi de yeniden hatırlamalıyız. Selâm ile çalınan her kapı yeniden dirilmenin nişanesi olabilir. Ve belki de ilk adım, yitirdiğimiz komşuluğu yeniden hatırlamak, ardından sabırla o eski sıcaklığı, o kadim dostluğu yeniden inşâ etmektir. Komşuluk yeniden hatırlandığında şehirler de yeniden ruhunu bulacaktır. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy