Aramak

Ali Yurtgezen

VAHŞİ KÜLTÜR

Geçtiğimiz ayın başlarında Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem’in aşağılık bir karikatürle resmedilmesi edepsizliğine gösterilen tepkiler epeyce gündem olmuştu. Müslümanlar arasında büyük infiale sebebiyet veren bu saygısızlık, kendilerini laik yahut seküler diye tanımlayan çevrelerce tevil edilmeye çalışıldı. 

Geçen ay gündemimizi işgal eden karikatür saygısızlığına yapılan tevillerden biri, mukaddesatımıza yönelik böyle saldırıların kaynağındaki zihniyete işaret etmesi bakımından dikkatimizi çekmişti. Türkiye’nin Müslüman bir ülke olduğu iddiasına karşı söz konusu çevrelere mensup birisi laiklikten de dem vurarak Müslüman ülke olmadığımızı, İslâm’ın sadece kültürümüzün bir parçası olduğunu söylemişti. “Kültürümüzün parçası” derken de İslâm’ı Türk kültürünün içinde yaptırımsız bir çeşni mesabesinde görüyor, dinî değerlere saygısızlığın çok da büyütülecek bir şey olmadığını savunuyordu. Problem, kültür kavramının nasıl anlaşıldığıyla ilgiliydi yani. 

Aynı anlayış yine geçen ay içinde ana muhalefet partisi başkanının, milletimizi parçası olduğu İslâm ümmetinden ayırmaktan yahut ümmete alternatif görmekten de öte, milletin varlığı ve selameti adına ümmet karşıtlığını sergileyen tavrında bir kere daha ortaya çıkmıştı. Bu dahi yine millete rağmen benimsenmiş bir kültür anlayışının zaman zaman şahit olduğumuz hezeyanlarından biriydi. 

Kültür: Yabancı ve Muğlak Bir Kavram 

Kültür, dilimize Fransızcadan geçen bir kelime. Rahmetli Cemil Meriç’in ifadesiyle, “zihnimizi felce uğratan yabancı kavramlardan” biri. Pek çok tarifi olsa da kabaca “belli etkenlerin şekillendirdiği birbirinden farklı yaşayış tarzları”nın her birini adlandırmak için kullanılıyor. Biz eskiden kültür yerine “irfan” diyorduk. Hâlâ da irfanla aynı kökten gelen “örf” kelimesiyle kültürümüzü kastettiğimiz oluyor. 

Ancak kültürle irfan birebir aynı şeyi karşılamıyor. Kültür belli bir yaşayış tarzının “nasıl olduğunu” tespitle yetinirken, irfan o yaşayış tarzının “nasıl olması gerektiğini” belirleyen bir kavrayışla müdahaleyi ifade ediyor. Sosyal bir vakıa olarak varlığını tespit, farklı kültürlerin sorgulanamaz bir doğru gibi anlaşılmasına sebep oluyor bu yüzden. Oysa herhangi bir kültürün bir yerlerde yaşanan bir gerçeklik olması, o kültürle anlatılmak istenen duyuş, düşünüş, yaşayış tarzının doğru, hakikate uygun olduğu anlamına gelmiyor.

Tercih ve Müdahalelerimizi Hangi
Ölçüler Belirliyor?

Latince kökenli kültür kelimesi aslında “toprağı işlemek, ziraat” anlamını taşıyor ve böylece ortaya çıkan bir “hâsıla”yı anlatıyor. Ortaya çıkan bu hâsılayı, işlenen toprağın kalitesi ve o toprağı işleyenin imkânları, tecrübesi, becerisi, ihtiyaç ve beklentileri kadar, iklim gibi tabii şartlar da belirliyor. Buradan hareketle toplumların farklı hayat tarzlarına ve bu farklılıklara sebep olan etkenlere de kültür denilerek kelime ulus devletlerin inşası sürecinde bir sosyoloji terimi haline geliyor. Tarif veya algı farklılıkları kavramın öncelikle işte bu çok boyutlu, çok unsurlu mahiyetinden kaynaklanıyor. 

Ulus devletler bağlamında sosyolojik bir gerçekliği ifade için kullanılması kültüre bir nevi “millî kimlik” anlamı kazandırmış. Yaygın olarak “Bir milletin kendine özgü duyuş, düşünüş ve yaşayış tarzı” şeklinde tarif ediliyor. Bu tarifteki en temel unsur “kendine özgülük” yani orijinallik; coğrafya, tarih ve din farklılığının kaçınılmaz sonucudur. Nitekim yaşadığınız coğrafya, karakterinizden mutfağınıza, giyim kuşam şeklinize kadar etki eder. Tarihiniz sizin tecrübelerinizin toplamıdır; tutum ve davranışlarınızı belirler. Din ise ölçülerinizi, değerlerinizi, dünya algınızı, kendinizi ve hayatı nasıl anlamlandırmanız gerektiğini tayin ederek gündelik yaşayışınızın her ânına, her ayrıntısına müdahil olabilir. 

Din, tarih ve coğrafya kültürün temel unsurlarıdır. Başlangıçta bunların sevkiyle oluşan dil, sanat, talim terbiye usulü, örf ve adetler ise bilahare kültürü taşıyıp aktarmak suretiyle birer kültürel unsur haline gelirler. Bir şekilde temas kurulan civardaki yabancı kültürlerin etkisi de “üzüm üzüme baka baka kararır” fehvasınca bir başka unsur olarak devreye girer. 

Kültür anlayışlarının farklılaşması, evvela bütün bunlardan hangisinin başat unsur olduğu kabulüyle ilgilidir. Çünkü bu unsurlar bazen aynı toplumu duygu, düşünce veya yaşayışta birbirinden farklı tutumlara sevk eden bir uyumsuzluk veya çelişkiyi barındırabilirler. Bu farklı tutumlardan hangisinin tercih edildiği, toplumu o tercihe yönlendiren faktörün başat unsur sayıldığı anlamına gelir. Bazen de hayatı kolaylaştırmak, daha iyi daha verimli kılmak adına kültürün unsurlarına mesela tabii çevreye yahut talim terbiye usulüne birtakım değişiklikler için müdahale gerekebilir. 

Son tahlilde kültürü belirleyen bizim bu tercih ve müdahalelerimizdir. Birbirinden farklı kültür tarifleri de yine bu tercih veya müdahalelerin hangi ölçülere uyularak yapıldığıyla ilgilidir. Ya ilâhî ölçülerdir bunlar ya da nefsin hevâsıdır. 

Batının Azgınlık Kültürüne Meyledince

Batılı bir kavram olan kültürün bütün tarifleri nefsin, yani beşerî ihtiyaç ve arzuların dünya ölçeğinde karşılanmasını amaçlayan modernitenin ilerleme, gelişme, verimlilik gibi ilkelerini esas alır. Sekülarizmle dinin murakabesinden kurtarılan bu ilkeler fıtratı tahrip eden, kâinattaki ilâhî nizamı bozan, tabiatı yağmalayan, emeği sömüren, her türlü zulmü kendisine hak gören bir azgınlık kültürü oluşturur. Bu kültürle kazanılan göz kamaştırıcı konfor, güç ve iktidar, başka kültürleri aynı azgınlığa şu veya bu oranda tevessüle sevk eder. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vessellem’e saygısızlık gibi, ümmet aidiyetimizden gocunmak gibi, başta zikrettiğimiz münasebetsizlikler böyle bir tevessülün bizdeki tezahürleri maalesef. 

Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren mağlubiyet psikolojisinin sevkiyle modernleşme adına Batılılaşmaya, daha doğrusu bizim kültürümüzle hiçbir benzerliği bulunmayan Batı kültürüne tâbi olmaya meylettik. Bu meyil Cumhuriyet sonrasında resmî politikaya dönüştü. Devlet eliyle ve cebren kılık kıyafetimizden yazımıza, dilimizden takvimimize, talim terbiye usulümüzden tarihimize kadar kendi kültürümüze ait ne varsa hepsi reddedildi, yerlerine Batı kültürüne ait olanları konuldu. 

Bu süreçte İslâm, önce “din terakkiye yani ilerleyip gelişmeye manidir” gerekçesiyle reddedilmek istendiyse de yerine başka bir şey bulunamayınca, hayata müdahil olmayan yaptırımsız bir din haline getirildi. 

Milletin, eskilerin deyimiyle tereddi ve tegayyüre yani kendini inkâr ederek başkalaşmaya zorlanması eşyanın tabiatına aykırıydı. Bu sebeple her türlü baskıya rağmen insanlarımızın kahir ekseriyeti kendi kültürüne bağlı kalarak millet mensubiyetini kısmen de olsa koruyabildi. Fakat tereddi politikalarının her alanda imtiyaz kazandıran resmi bir ideoloji haline getirilmesi, kendi kültüründen ve millet aidiyetinden kopmuş “ulus” denilen bir kitle de peyda eyledi. 

Bugün daha çok siyaset alanında gözlemlediğimiz kamplaşmanın taraflarını millet mensuplarıyla ulus mensupları oluşturuyor aslında. Bunu derken ulus kavramını aynı şey olduğu zannıyla millet anlamında kullananları töhmet altında bırakmayı düşünmediğimiz gibi, bu iki taraftan bazılarının zaman içinde birbirlerinden etkilenerek karşı tarafa benzediği gerçeğini de gözden kaçırıyor değiliz. Bir gayr-i tabiiliğin, vahim bir yanlışın tezahürü olan ulusa dair yapacağımız tespitlerimizle de kendilerini böyle niteleyenleri tahkir amacı taşımıyoruz elbette. 

Kültürle irfan birebir aynı şeyi karşılamıyor. Kültür belli bir yaşayış tarzının “nasıl olduğunu” tespitle yetinirken, irfan o yaşayış tarzının “nasıl olması gerektiğini” belirleyen bir kavrayışla müdahaleyi ifade ediyor. 

İthal Kültürle İnşa Edilen Ulus 

Ulus, Batı kültürünü benimseyen, yani bir Fransız yahut İngiliz gibi hisseden, düşünen, yaşayan, tutum belirleyen bir kitledir. Mesela İslâmî esasların hayata geçirilmesi çabalarına “Ortaçağ karanlığına dönme” gerekçesiyle karşı çıkarken kendi tarihini değil, Avrupalıların tarihini esas alırlar. Batılıların kilise üzerinden Ortaçağ Hristiyanlığına getirdiği eleştirileri, İslamofobik bir tavırla neredeyse hiç bilmedikleri, öğrenmek için bir çaba da göstermedikleri İslâm’a yöneltirler. Sarıktan, cübbeden, başörtüsünden rahatsız olurlar. Cahil diye yaftaladıkları millete tepeden bakan bir kibirle maluldürler. Suriyeli sığınmacıların Arapça tabelalarına tepki gösterirken İngilizce tabelalara ses çıkarmazlar. Elifbanın yabancı sayılıp yasaklanmasını alkışlarken Latin alfabesini kendilerine ait kabul ederler. Türkiye’nin Kültür Bakanlığı bünyesinde hayli ağırlıklı yer tutan opera ve bale birimlerinin varlığını yadırgamazlar. “Kendi kültürünü en incelmiş, en rafine halde benimseyip yaşayan kimse” anlamına “kültürlü insan”ı, klasik Batı müziği dinlemek, Batı klasiklerini okumuş olmak, yemekte bıçağı sağ, çatalı sol eliyle tutmak gibi Batıya mahsus nitelikleriyle tarif ederler. 

Bizim kadim kültürümüzde belirleyici unsur irfandır. İrfan, kâmil imanın semeresi bir basiret yahut ferasettir. Kişinin kendini, kulluğunu, haddini, hukukunu; dolayısıyla Rabbi’ni bilmesidir.

İşte milli ve manevi değerlerimizi aşağılayan, hafife alan, alay konusu yapan saygısızlıklar, böyle bir kültür anlayışının cahil cüretkarlığından ibarettir aslında. 

Fakat bundan daha elim ve vahim olanı ise kapitalizmin tüketime teşvik için ürettiği endüstriyel kültürün sürekli gelişen iletişim teknolojileri aracılığıyla millet mensuplarını da ulus mensuplarını da lümpenleştirerek sadece tüketmeye programlanmış mankurtlar haline getirmesidir. Hem cahil cüretkârlığına sevk eden ithal Batı kültüründen, hem insanımızı mankurtlaştıran tüketim kültüründen korunmanın yegâne yolu kendi kültürümüze, yani irfanımıza dönmektir. 

Bizim kadim kültürümüzde belirleyici unsur irfandır. İrfan, kâmil imanın semeresi bir basiret yahut ferasettir. Kişinin kendini, kulluğunu, haddini, hukukunu; dolayısıyla Rabbi’ni bilmesidir. İrfan, her an her yerde Rabbi’nin murakabesi altında olduğu hakikatine vukufiyetle huzurda bulunmanın adabına riayettir. Atılan her adımda dünyanın fâniliğini, âhiret hesabını, Allah Teâlâ’nın rızasını gözetmektir. Mahlukata merhametle muameledir. Marufun maslahata en uygun olanını tercih edebilmek, bir tasarrufun sonunu baştan görebilmektir. 

Bu sebepledir ki kültürü oluştururken İslâm’ın ölçülerine en uygun tercihlerde, tabii şartlara en doğru, en faydalı müdahalelerde bulunabilmenin yegâne şartı irfanî bir bakıştır. Artık maruz kalmaktan kaçınamayacağımız yabancı kültür ögelerinden hangisinin alınacağı hangisinden kaçınılacağı hususunda da ancak irfanî bir duruşla isabet kaydedilebilecektir. Halihazırdan şikâyet yerine irfan mekteplerine yönelmek elzemdir öyleyse. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy