Günümüz inanç problemlerinin bir başka ifade ile inançsızlık akımlarının temelinde “yaratıcı tanımamak” düşüncesi yatmaktadır.
Tanrı tanımazlık fikirlerinin ortaya çıkıp yaygınlaşmasına iki durumun sebep olduğu görülmektedir: Bunlar, tahrif edilmiş Hıristiyanlığın savunucusu orta çağ kilisesinin bilim karşıtlığı ve son asırlarda kaydedilen bilimsel ve teknolojik gelişmelerin insanoğlunu şımartmasıdır.
Günümüzde batı kaynaklı seküler dünya düzeninin etkisiyle çeşitli inançsızlık cereyanları ortaya çıkmış bulunuyor. Akıl çeldirici bazı önermeler ve sorularla desteklenen hak yoldan saptırıcı bu akımlar bilgisiz ve tecrübesiz Müslümanlar tarafından da ciddiye alınabiliyor.
İnsan şeytanları (Nâs 6) diyebileceğimiz kişilerce yayılan bu modern ayartmalardan maalesef özellikle gençlerin etkilendiğini görmekteyiz. Gençler, sosyal medya ve arkadaş çevresi etkisi ile pazarlanan bu dayanaksız düşüncelerin etkisinde kalmakta ve saf zihinleri bulanabilmekte. Bu bâtıl fikirlere kapılanların sayısı abartıldığı kadar olmasa da Müslüman toplumumuz açısından dikkate alınması gereken ciddi bir sorun olarak önümüzde durmaktadır.
Bu yazımızda “bâtılı nefiy, hakkı ispat” usulü ile öncelikle bu akımların belli başlı olanlarına değinecek, sonra da İslâm’ın bildirdiği üzere yaratılış hakkında bilgi vermeye çalışacağız.
Önceki âlimlerimizin akaid ve kelâm ile ilgili eserlerine baktığımızda, tanrı tanımaz/ateist akımlardan çok sapık fırkalar üzerinde durduklarını görmekteyiz. Çünkü onların zamanında ateistler gibi tanrı inancının karşısında duran gruplar yok denecek kadar azdı. Kâfir de olsalar insanların şöyle böyle bir tanrı inancı vardı.
Mesela Mekkeli müşrikler ateist değillerdi; bazen “bismillah” diyerek besmele çekerlerdi, Allah adına yemin eder, Allah’a aracı olsun diye putlara kurban keserlerdi. Kur’an-ı Kerim’de, bunlar için “müşriklere göğü, yeri kim yarattı diye sorulacak olsa Allah yarattı” diyecekleri haber verilir. (Lokman 25, Ankebût 61)
Yani müşriklerin bile zihinlerinde ürettikleri bir Allah inancı vardı. Fakat bu İslâm’ın kesinlikle kabul etmediği, Allah’a ortak ve yardımcılar türettikleri bir inanç idi. Halbuki ayette de açıkça belirtildiği gibi “Kim İslâm’dan başka bir din arama çabası içine girerse, bilsin ki bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân 85)
İnsanlardan öylesi de var ki, Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla olur. Şayet başına bir kötülük gelirse, gerisin geri küfre dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir. (Hac 11)
Kişinin mümin sayılması için Allah’a düzgün ve O’nun katında makbul bir inancı olması yanında İslâm’a göre de kulluk etmesi gerekir.
Başlıca inançsızlık akımları
Günümüz inanç problemlerinin bir başka ifade ile inançsızlık akımlarının temelinde “yaratıcı tanımamak” düşüncesi yatmaktadır. Aslında dinî tartışmaların geçmişi eski Yunan filozoflarına kadar dayanır. Fakat son yüzyıllardaki Tanrı tanımazlık fikirlerinin ortaya çıkıp yaygınlaşmasına iki durumun sebep olduğu görülmektedir: Bunlar, tahrif edilmiş Hıristiyanlığın savunucusu orta çağ kilisesinin bilim karşıtlığı ve son asırlarda kaydedilen bilimsel ve teknolojik gelişmelerin insanoğlunu şımartmasıdır.
Özellikle batılı düşünür ve bilim adamlarının dinden uzaklaşmalarında Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi değiştirilip bozulmuş ve Budizm, Hinduizm gibi uydurulmuş dinleri sorgulamalarının etkisi çoktur. Bu dinlere yapılan eleştirilerin genellemesi ile hak din olan İslâmiyet ve Müslümanlar da etkilenmektedir.
Maalesef Osmanlı döneminin sonlarında coğrafyamıza da giren bu hastalıklı fikirler günümüze kadar etkisini sürdürmüş ve modern dedikodu ortamı olan sosyal medyanın gelişmesi ile son yıllarda tekrar atağa geçmiştir.
Yazımızın bu bölümünde “Allah” lafza-i celâlini bilinçli olarak kullanmamayı tercih ettik. Çünkü tanrı, ilâh, yaratıcı kelimeleri cins isimdir her din için kullanılabilir, Allah Celle Celâlühü ismi ise Rabbimiz’in özel ismidir ve İslâm’a özgüdür. Bu bâtıl inanç akımları ya eski Yunan filozoflarının ya da batının ürettiği problemler olduğundan, kendi zemininde kendi kavramları ile tartışılması gerekir. Bunlar genel bir Tanrı kavramı kullanmaktadırlar.
Günümüzde yaygın olan inanç akımları ve bunların Tanrı anlayışları özetle şöyledir.
Ateizm: Kısaca tanrı tanımazlıktır. Dinler tarihinde Dehrîlik, Zındıklık, ülkemizde dinsizlik gibi isimlerle anlatılır. Bazı ateistler ise daha çok siyasî sebeplerle yaratıcıyı ve dinleri kabul etmedikleri gibi bu fikirlerini başkalarına kabul ettirmeye, bir yaratıcının olmadığını ispata çalışırlar. Ülkemizde bir süredir böyle ateizm propagandası yapılmaktadır. Ateistlerin bazıları yaratıcının varlığını da yokluğunu da tartışmayı gereksiz bulurlar ve tanrı yokmuş gibi yaşarlar. Böyle hevâ ve heveslerine göre yaşamayı da bir özgürlük olarak görürler.
Deizm: Tanrının evreni yarattığını, fakat daha sonra karışmadığını iddia ederek vahiy, peygamber ve mucize kabul etmeyen akımdır. Deistlere göre insanın dine ihtiyacı yoktur; aklı ile gereken ahlâkî erdemleri keşfedebilir. Deizm, Avrupa’da 1700’lü yıllarda tahrif edilmiş Hıristiyanlığın bilimle çeliştiğini fark eden bazı bilim adamlarınca ortaya konulmuştu. Bunlar yaratıcı fikrini kabul ediyor, fakat mevcut haliyle Hıristiyanlığı da kabul edemiyorlardı.
Materyalizm: Bunlara “tabiatçılar” da denilir. Maddeden başka gerçek varlık tanımayan, maddeyi öncesiz kabul eden, kâinatta herhangi bir manevi güç ve müdahale olmadığını savunan bir akımdır. Bu düşüncenin kökleri eski Yunan filozoflarına kadar gider.
Pozitivizm: Bilginin sadece deneyler, gözlemler ve sebep-sonuç ilişkisine göre mantıksal çıkarımlar gibi yöntemlerle elde edilebileceğini iddia eden akımdır. Bunlara göre vahiy ve benzeri kaynaklarla gelmiş bilgi yoktur; dolayısıyla dinî bilgiler anlamsızdır. 1800’lü yıllarda parlayan bu akıma göre zamanla bilim o kadar ilerleyecekti ki bildiğimiz dinler ortadan kalkacak “İnsanlık Dini” dedikleri bilim temelli düşünceye göre sözde vahyin yerini akıl, mucizelerin yerini teknoloji, mabetlerin yerini üniversiteler alacaktı.
Darwinizm, evrimcilik: Bu düşüncede olanlara göre ise ilk canlı tesadüfen oluşmuştur. Daha sonra bu canlı bulunduğu ortama uyum sağlayarak sırasıyla, bitkilere ve mantarlara daha sonra da balıklara ve diğer hayvanlara dönüşmüştür. Son olarak da maymunlardan insanlar gelişmiştir. Yani alt türlerden daha üst türlere geçiş olmuştur. Evrimcilere göre bütün bu süreçlerde bir yaratıcının etkisi olmadığından, dinler uydurmadır. Darwinizm, Amerika’dan Rusya’ya uzanan geniş bir yelpazeye sahiptir ve yakın zamana kadar ülkemizde de dine karşı olan çevreler tarafından abartılarak resmî ve sivil propagandası yapılan bir ideolojiye dönüştürülmüştür.
Agnostisizm: Bilinmezcilik veya bilinemezcilik demektir. Bu düşüncede olanlara göre akıl ile Tanrı’yı ve onun evreni yaratması gibi işlerini bilmek mümkün değildir. Bir başka ifadeyle agnostik biri aklı ile ne Tanrı fikrine ulaşabilir ne de ateistler gibi ret edebilir. Agnostisizm bir tür tarafsızlık gibi görünse de nihayetinde kişiyi ateizm gibi tanrıtanımazlığa götürür. Ayrıca Agnostikler sürekli bir şüphe halinde yaşarlar.
Bu bâtıl düşünce akımları farklı gibi görünseler de dini dışlayarak birbirlerini destekler ve beslerler. Bunların yanında insanın bütün hislerinin cinsellikten doğduğunu veya maneviyatın dahi maddeden kaynaklandığını iddia edenler de bulunmaktadır.
Bütün bu bâtıl iddialar bilimsel olarak ispatlanmış olmasa da kurnazca hazırlanan delillerle hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme yöntemleriyle doğruymuş gibi gösterilmektedir. Halbuki bu hileler İslâm âlimlerine yabancı değildir. Mesela tasavvuf kitaplarında İblis’in, “Âdem’e neden secde etmedin?” sorusuna karşılık “Ben Allah’tan başkasına secde etmem” cevabını verip kendisini haklı çıkarmaya çalıştığı anlatılır. Halbuki Hz. Âdem aleyhisselâm’a secde emrini veren bizzat Allah idi. Yaratılmışların bu emiri yapıp yapmama hakkında bir tercihi veya akıl yürütmesi olamazdı.
Bâtıl düşüncelere karşı çıkanlar ve delilleri
Gerek batı dünyasında gerekse İslâm âleminde bu dayanaksız düşüncelere pek çok cevap yazılıp çizilmiştir. Bunlardan özetle şunları aktarıyoruz:
• Her hâdisin bir muhdisi vardır. Yani her sonradan var olan şeyin bir var edeni olmak zorundadır. Bilimin de kabul ettiği üzere bu kâinat da sonradan var olduğuna göre onu yoktan var eden biri vardır ki o da yaratıcı olan Allah’tır.
• Yine bu âlemdeki her şey “mümkin”dir. Yani âlemdeki bu mevcudat var olabilir de olmayabilir de. Varlıkları yokluktan varlığa çıkaran bir kuvvet olmalıdır ki bu kuvvete ancak bir yaratıcı sahip olabilir.
• Akıl ve bilime göre değerlendirilme yapılırsa kâinatın kendiliğinden var olması değil, kendi dışındaki bir sebeple var edilmesi ihtimali ağır basar. Nitekim insan olumlu veya olumsuz en ufak bir olayda sebep olan şeyi arar.
• Evrenin ilk patlama ile kendiliğinden oluşması kabul edilse bile “Bu patlamaya sebep olacak güç ve enerji nereden gelmiştir?” sorusu ateistler, materyalistler ve benzerleri tarafından cevaplanamamıştır. Ayrıca evren büyük patlama ile oluştu ise öncesinde yok demektir ve yoktan kendiliğinden bir şey çıkmaz.
• Kâinattaki atom ve hücre gibi en küçük cisimlerden dünya ve diğer gök cisimleri gibi en büyük cisimlere kadar varlıklarda bulunan düzen tesadüfe yer bırakmayacak kadar karmaşık ve mükemmeldir. Varlıkların oluşması gibi mevcut durumlarını devam ettirmesi de ancak bir yaratıcının müdahalesi ile olabilir.
• Ateizm teoriden öteye geçememiştir; ne bilimsel ne de felsefî bir sistem olabilir. Hiçbir sistem yaratıcı ve tanrı kavramlarını tek başına değerlendiremez.
• İnsanların özünde zaten bir tanrı ve ona sığınma inancı vardır. Bu inanç sonradan öğrenilmiş ve uydurulmuş değildir. Nitekim ilkel kabilelerde bile bu durum görülmektedir. Bunun yokluğunu savunmak gerçeklere ters düşer.
• Tanrı inancını inkâr edenlerin bir kısmı inançlarının gereği olmaktan çok, dinî sorumluluklardan kaçmak ve arzularına göre yaşamak için kendilerini kandırmaktadır. Halbuki böyleleri dara düştüklerinde dua edebilmektedirler. Bu yüzden “düşen bir uçakta asla ateist olmaz” denilir.
• Materyalistlerin iddia ettiği gibi hakikat sadece gözle görünür, elle tutulur maddi şeylerden ibaret değildir. Mesela insan sadece yiyip içip, üremez. Sevgi, merhamet gibi ona yön veren, elle tutulmaz gözle görülmez hisleri vardır ve hayatı onlarla anlam kazanır. Dinî duygular ve tecrübeler genellikle böyledir.
• İnsanların özünde zaten bir tanrı ve ona sığınma inancı vardır. Bu inanç sonradan öğrenilmiş ve uydurulmuş değildir. Nitekim ilkel kabilelerde bile bu durum görülmektedir. Bunun yokluğunu savunmak tarihî gerçeklere de ters düşer.
• Pozitivistlerin iddia ettiği gibi bilimsel ve teknolojik gelişmeler dinin yerini alamamıştır ve dinî inançlar gelişmiş toplumlarda da etkisini sürdürmeye devam etmiştir. Çünkü bilim insanın maddi ihtiyaçlarını karşılar, dine ihtiyaç ise manevidir. Anne ve çocuğun yerini robotların alamayacağı gibi dinin yerini teknolojik putlar alamaz.
İnsanların özünde zaten bir tanrı ve ona sığınma inancı vardır. Bu inanç sonradan öğrenilmiş ve uydurulmuş değildir. Nitekim ilkel kabilelerde bile bu durum görülmektedir. Bunun yokluğunu savunmak gerçeklere ters düşer.
• Bilim ve din hakikate ulaşmada farklı yollardır. Bilim daha çok “nasıl” sorusuna cevap ararken, din ise “neden” sorusunun cevabını verir.
• Agnostikler, nihilistler ve şüpheciler gibi insanoğlunun gerçek bilgiye ve ahlâkî değere ulaşamayacağını iddia edenleri günümüzde yaşanan teknolojik gelişmeler haksız çıkarmıştır. “Bilgi bu kadar değersiz ve güvenilmez ise insanoğlu bu seviyeye nasıl gelmiştir?” sorusu karşısında bu akımlar sessiz kalmaktadır.
• Bilimsellikte tesadüfe yer yoktur, sebep sonuç ilişkisi aranır. Fakat Darwinizm gibi canlıların oluşmasının temeline tesadüfü koyan bir teori bilimsel olmamasına rağmen ideolojik ve ekonomik sebeplerle gerçekmiş gibi tanıtılmaktadır. Evrimci teoriye göre canlıların hayatta kalması güçlü olanların zayıf olanları yok ederek devam ettiği bir düzende gerçekleşir. Ama bugün güçlü ve zayıf canlıların bir arada uyum içinde yaşayabildikleri de gözlemlenmektedir. Öte yandan canlıların en küçük hücrelerindeki mükemmellik bile tesadüfle izah edilemez. Tesadüf gibi baştan savma bir bahane yerine yaratıcı müdahalesini kabul etmek daha mantıklıdır.
İnsanın maymundan evrildiği iddiasına gelince, evrimciler sadece kürk meselesini bile hiçbir şekilde açıklayamamaktadır. Vahşi tabiat şartlarında kürkü olmayan bir primatın hayatta kalmasına imkân yoktur. “Tam maymundan insana geçiş aşamasında iklim müsaitti” denilirse, maymunlar neden o şartlara uyum sağlayıp kürklerinden kurtulmamışlardır, sorusu cevapsız kalır.
• Cansız varlıklar kesilir biçilir işlenir, eritilir ve bu şekilde bozulmadan yararlanılmaya devam ederler. Fakat canlı varlıklar vücut bütünlüklerini koruyamadıkları zaman yaşayamazlar. Türler arası geçiş gibi bir teoriyi zorlamak yerine canlıların yaşadıkları çevreye uyumlu olarak yaratıldıklarını kabul etmek daha mantıklıdır.
İslâm’da Allah inancı
İslâm inancının özü “Allah’tan başka tanrı yoktur” anlamına gelen kelime-i tevhiddir. Bu ifade “tanrı (ilâh), mabud (tapılan), hâlık (yaratıcı) yalnız Allah’tır; bu özelliklere sadece O sahiptir” şeklinde açıklanabilir.
Allah bütün övülecek özelliklere sahiptir, kusur ve eksiklik taşıyan her türlü özellikten uzaktır.
Zâtî sıfatları sadece O’na has özellikleri anlatır. Buna göre Allah gerçek varlıktır, ezelî ve ebedîdir, evren ve içindekilere benzemez, varlığı için kendisinden başka bir şeye ihtiyacı yoktur, eşsiz ve tektir.
Subûtî sıfatları ise Allah’ın en mükemmel şekilde sahip olduğu özellikleri anlatır. Bu sıfatlara göre de hep diridir; her şeyi bilir, işitir ve görür; iradesi üzerinde hiçbir etki yoktur, istediğini diler; her işe gücü yeter; yarattıkları ile konuşur (vahiy) ve yoktan var eder.
Zâtî özellikler yalnızca Allah’ta bulunurken, subûtî özellikler biz yaratılmışlarda da sınırlı olarak vardır.
Yine Allah tekdir, sameddir yani hiçbir şeye muhtaç değildir ama her şey var olmak ve varlığını devam ettirmek için O’na muhtaçtır. Ne bir şeyden doğmuş ne de ondan bir şey doğmuştur. Yani ne bir şeyden kaynaklanmış ne de bir şey ondan çıkmıştır. (İhlâs 1-4)
O, kâinatı yoktan var etmiş ve düzenlemiştir: “O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 24)
Yaratılış hakkındaki İslâm inancı
İlk yaratılan şeylerin neler olduğu hakkındaki rivayetler incelendiğinde şunları söylememiz mümkündür:
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir hadisinde “Bir zamanlar Allah vardı ve ondan başka bir şey yoktu. Arşı su üzerindeydi.” (Hud 7; Buhârî, Bed’u’l-Halk 1) buyurmuştur.
Başka bir rivayete göre Arş’tan sonra hadiste su diye geçen sıvıdan daha sonra ise mukadderatı yazan kalem yaratılmıştır: “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Allah kalemi yaratınca ona kıyamete kadar vuku bulacak olan her şeyi yazmasını emretmiş, o da yazmış ve artık bir daha yazmamak üzere kalem kurumuştur.” (Buhârî, Kader 2)
Bu hadisten evrenin düzeninin yaratılmadan önce planlandığı anlaşılmaktadır. İlk yaratılan şeylerin Nur-i Muhammed sallallahu aleyhi vesellem ve akıl olduğuna dair rivayetler de vardır. (Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 1/300-303, hn. 823, 827)
Bazı rivayetlere göre gökler ve yer Kürsî’nin yanında çöle atılmış bir halka kadar kalır. Arş ise daha büyük olup Kürsî’yi içine almaktadır. Ancak bunlar bizim bildiğimiz âlemdekilerden farklı bir varlığa sahip olabilir. (Bak. DİA, Kürsî, 26/572)
Bundan sonra Cenâb-ı Allah kâinatı yoktan var etmiştir. Bu yaratılış altı günde, yani altı aşamada gerçekleşmiştir. “O gökleri, yeri ve aralarında olanları altı günde yarattı.” (Furkân 59)
“O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Haşr 24)
Kâinatta sıkışık bir halden genişlemeye doğru bir seyir vardır. “İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi. Biz onları ayırdık.” (Enbiyâ 30) Nitekim bugün evrenin genişlediği gözlemlenmektedir. Ancak kıyamet günü bu durum tersine dönecek ve evren tekrar sıkıştırılacaktır: “O dehşet günü gökleri yazılı kâğıt tomarlarını dürer gibi düreriz. Yaratmaya başlamadan önceki hale döndürürüz. Sözümüz sözdür; biz bunu mutlaka yaparız.” (Enbiyâ 104)
Yeniden diriliş ve hesap gününde ise evren bugünkünden başka bir şekle dönüştürülecektir: “O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür ve insanlar bir ve kahhâr (her şeyin üzerinde yegâne hâkim) olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim 52)
Kur’an-ı Kerim’de göklerin ve yerin oyun olsun diye yaratılmadıkları (Duhân 38), belli bir süreliğine yaratıldıkları (Ahkâf 3) belirtilmiş ve pek çok ayette insanın göklere ve yeryüzüne ibret nazarıyla bakması istenmiştir.
Öte yandan “Allah, yedi kat göğü ve arzdan (yeryüzünden) bir o kadarını yaratandır.” (Talâk 12) ayeti ile ilgili olarak Abdullah b. Abbas radıyallahu anh’ın, diğer altı arzda bizim peygamberlerimiz gibi peygamberler olduğuna dair sözü, dünya dışında da akıl ve sorumluluk sahibi bazı mahlukatın bulunduğuna işaret olabilir. (Hâkim, Müstedrek 6/535 hn. 3822, 5/48 hn. 3862)
Dünya ve içindekilerin yaratılışı
Göklerdekilerin yaratılmasının peşinden dünya düzenlenmiş ve canlıların yaşamasına uygun hale getirilmiştir: “…Bundan sonra da yeri düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve orada otlak yer meydana getirmiştir. Dağları da sapasağlam yerleştirmiştir. Bütün bunları sizin ve hayvanlarınızın geçimi için yapmıştır.” (Nâziât 33)
Dünyada insanlardan önce cinlerin yaşadığına dair rivayetler de mevcuttur.
Bir hadiste dünyadaki yaratılış aşamaları şöyle anlatılmıştır: “Allah toprağı cumartesi günü, dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü, sevilmeyen şeyleri salı günü, nuru çarşamba günü yarattı. Hayvanları yeryüzüne perşembe günü yayıp dağıttı. Âdem’i de cuma gününün ikindiyle akşam arasında yarattı.” (Müslim, Münafıkûn 27; Müsned, 2/327)
İlk yaratılıştan sonra da Allah’ın yaratışı her an devam etmektedir. “O her an bir iştedir (yaratmadadır).” (Rahmân 29) Nitekim deist, pozitivist ve materyalist düşüncelerdeki iddiaların aksine evrendeki düzenin tesadüfen veya kendi kendine ne oluşması ne de devam etmesi mümkündür. Bu sayede kâinattaki düzen devam etmektedir. Yaratılışın devam etmesi, ilk yaratılışta belirlenen düzene dâhildir.
Yaratmak yoktan mı vardan mı?
Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere İslâmî metinlerde yaratılışı ifade etmek için “halk”, “ibdâ” gibi kavramlar geçmektedir. İbdâ, Allah Teâlâ için kullanıldığında (el-Mübdi) önceden benzeri ve örneği olmayan bir şeyi yaratmak anlamına gelir.
Halk etmenin yani yaratmanın ise iki anlamı vardır. Genellikle yoktan var etmek anlamında kullanılır. Mesela ilk yaratılan şeyler ve kâinatın yaratılışı böyle yoktan var edilerek olmuştur. Bazen de var olan bir şeye farklı bir şekil vermek, farklı bir şeye dönüştürmektir. İnsanın anne rahmindeki aşamalarından bahsedildiği “Yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir.” (Mü’minûn 14) ayetindeki kullanımı böyledir. Yine insanın topraktan yaratılması ifadesi de bu anlamdadır. Hz. Âdem aleyhisselâm’ın bedeni yoktan değil, yeryüzünden alınan toprağın farklı bir hale getirilmesi ile oluşturulmuştur: “And olsun, biz insanı çamurdan alınmış bir sülâleden (çamurun özünden) yarattık.” (Mü’minûn 12)
Müfessirlere göre “sülâle” kelimesi çamurdan özel olarak süzülen, insan bedeni için elverişli bir madde anlamına gelir. Daha sonra ise bu bedene insan şekli verilmiş ve ruh üflenmiştir: “Sonra ona biçim verdi ve ona kendi ruhundan üfledi.” (Secde 7-9) İnsan bedeninin topraktan yaratıldığını ifade eden ayetlere bakıldığında bu yaratılışın çeşitli aşamalardan geçtiği görülmektedir.
Âhirete inanmayanlar için ise evrenin var oluşunun ve düzeninin önemi yoktur. Kâinatın ve insanın var oluş amacı bilimin de konusunun dışındadır. Varoluşun amacına ancak gerçek ve tahrif edilmemiş bir din cevap verebilir.
Kâinat hakkında tefekkür
İtikat imamlarımızdan İmam Maturîdî rahmetullahi aleyh, kâinatın yaratılışı hakkında düşünmenin insanı öldükten sonra dirilme, hesap ve âhiret hayatına iman etmeye sebep olacağını söyler. Çünkü insan gerek kendisinin gerekse evrendeki nesnelerin bu kadar ince hesaplarla muazzam bir şekilde tasarlandığını anlarsa, kendisinin de ölüp yok olmak için yaratılmadığını idrak eder. Böyle bir insan artık hak dini ve peygamberlerin getirdiklerini kabul eder.
Âhirete inanmayanlar için ise evrenin var oluşunun ve düzeninin önemi yoktur. Kâinatın ve insanın var oluş amacı bilimin de konusunun dışındadır. Varoluşun amacına ancak gerçek ve tahrif edilmemiş bir din cevap verebilir.
Âlemlerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle, insanın ana yaratılış gayesini şu ayette ifade etmektedir: “Ben insanları ve cinleri yalnızca bana kulluk etmeleri için yarattım.” (Zâriyât 56) Bu ayetteki ibadet Allah’ı tanımak, iman ve ibadet etmek, itaat etmek olarak açıklanmıştır ki hepsi de doğrudur. Çünkü bilinçli kulluk Allah hakkında doğru inanç sahibi olmakla mümkündür. Doğru inanç ise Hz. Peygamber’in ve vârisleri olan ashab, tabiîn ve sonraki âlimlerin haber verdiği, tarif ettiği gibi inanmak olan Ehl-i Sünnet inancı ile olur. İnsanı bilinçlendirip imanını kuvvetlendiren bir yol da tefekkür yani derin düşünerek kafa yormaktır.
İslâm, gerek kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinde gerekse peygamberi Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in buyruklarında belki yüzlerce defa evrenin yaratılışı, düzeninin devamlılığı, insanın din karşısındaki durumu, davranışları gibi konularda tefekkür etmeyi istemiştir. Bu yönü onu uydurulmuş dinlerden veya insanlar tarafından değiştirilen Yahudilik ve Hıristiyanlıktan bariz şekilde ayırır. Çünkü İslâm dışındaki dinlerde bilimsel düşüncenin dinî otoriteyi sarsabileceği korkusu vardır.
Güneş sistemimiz gibi yıldız sistemlerinin milyarlarcası galaksileri, galaksiler galaksi kümelerini oluşturur. Bugün yapılan gözlemler galaksilerin sayısının sekiz trilyon civarında olduğunu göstermektedir. Bu ve benzeri bilgiler üzerinde tefekkür insan aklının kısa sürede aciz kalacağı gerçekleri ortaya çıkarır.
İnsan tefekkür ile önce Allah’ın azameti ve kudreti hakkında biraz bilgi sahibi olur. İbret nazarı ile tefekküre devam ettikçe kâinatın muazzam yaratılışı karşısında kendisinin ve aklının acziyetini görür. Nihayet yaratıcısına teslim olup hadiste buyurulduğu gibi; “Allahım! Sana övgüyü saymakla bitiremem. Sen kendini nasıl övdüysen öylesin.” (Müslim, Salât 222) demekten başka çare bulamaz.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kendisine; “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklı selim sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzere uzanırken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) ‘Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!’” (Âl-i İmrân 190-191) ayetleri nazil olunca ağlamış ve “Yazık bu ayetleri okuyup da tefekkür etmeyene!” buyurmuştur.
Abdullah b. Abbas radıyallahu anh da “Allah’ın yarattıkları ve koyduğu düzen hakkında bir süre tefekkür, gece boyunca nafile namaz kılmaktan daha hayırlıdır” diyerek bilinçli tefekkürün önemini vurgulamıştır.
Tefekkürde dikkat edilecek nokta, Allah’ın zâtı hakkında düşünmemektir. Hadiste buyrulmuştur ki: “Allah Teâlâ’nın yarattıkları ve nimetleri üzerinde tefekkür edin; fakat zâtı hakkında düşünmeyin! Çünkü siz O’nun kadrini asla takdir edemezsiniz.” (Beyhakî, Şuab, I, 136) Çünkü insan bildiklerinden hareket ederek bilmediğini kavramaya çalışır. Oysa Allah’ın dengi benzeri yoktur; sonradan yaratılanlara benzemez. Eğer insan O’nu bildiklerine benzetirse, benzettiği o şey ilâh olmaktan çıkar. Denilmiştir ki: “Akla her ne gelirse o Allah değildir.”
Bu konuda bir diğer ikaz da şudur: “Allah’ın mahlukatı hakkında tefekkür edin. Şeytan bazı şeyleri kimin yarattığını sorar, sonra da Rabbin’i kim yarattı sorusunu yöneltir. Bu duruma gelen kişi derhal Allah’a sığınıp, O’na iman edip vesvesesine son versin.” (Müslim, Îmân, 212, 214)
Yarattığı her şey Allah’ı tesbih eder: “Yedi gök ile yer bunlarda bulunanlar O’nu tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihini anlamazsınız…” (İsrâ 44)
Biz de yazımızı şu tesbihat ile bitiriyoruz: Allahım, yarattıklarının sayısınca seni ilâhlığın ile bağdaşmayan her türlü eksiklikten uzak tutuyor ve övüyoruz.
Yararlanılan Kaynaklar:
Yeşilyurt, Temel: Çağdaş İnanç Problemleri, DİB Yayınları
İnanç Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, Heyet, Beyan Yayınları İlgili DİA maddeleri