Aramak

Derviş Bohçası

TASAVVUF II

Hakk’a vâsıl olmanın yolu nefsi terbiye etmekten geçer. Manevi olgunluğa ulaşmak, yani Allah’a yakınlaşmak için kişinin nefsini (benliğini, egosunu) eğitmesi ve kontrol altına alması gerekir. Bu sebeple Ebu Said Ebu’l-Hayr kuddise sırruhû hazretleri tasavvufu şöyle tanımlar: “Tasavvuf zorluğu terk etmektir. Sana, benliğinden daha fazla zorluk ve sıkıntı veren bir şey yoktur. Nefsinle meşgul olduğun sürece O’ndan uzak kalırsın.” 

İnsan nefsinin isteklerinin kölesi oldukça, her arzusunu yerine getirdikçe Allah’tan uzaklaşır. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de Hz. Yusuf aleyhisselâm’ın dilinden; “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbim’in merhameti olmadıkça kötülüğü emreder” (Yusuf 53) şeklinde açıklanır. Nefsinin her dediğini yerine getiren kişi ise “Nefsinin hevâsını ilâh edinen” (Casiye 23) şeklinde tanımlanır. 

İşte bu ayeti kerimelerden yola çıkan Ebu Said Ebu’l-Hayr hazretleri tasavvuf tanımında kişinin en büyük düşmanının kendi nefsi olduğunu dile getirir.

Dervişlerden biri rüyasında Bâyezid-i Bistâmî hazretlerini görür ve tasavvufun ne olduğunu sorar. Hazret şu cevabı verir: “Rahatlık kapısını kapatıp, sıkıntı kapısının eşiğine diz çöküp oturmaktır.” 

Bu söz nefsin terbiye edilmesini ve kulluğun sabırla yoğrulması gerektiğini anlatır. Allah’a yakınlaşmak için sıkıntı, meşakkat ve sabrı göze almak gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir: “Sabrederek ve namaz kılarak (Allah’tan) yardım dileyin.” (Bakara 45) ve “Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele.”
(Bakara 155) 

Ayet-i kerimelerde geçen sabır, tevekkül, gayret gibi kavramlar ahlâk haline getirilmedikçe Allah’ın yakınlığına erilemez. Tasavvufun amacı zaten bu ve benzeri ayet-i kerimelerde anlatılan özellikleri ahlâk ve hal haline getirmekten ibarettir.

Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sırruhû hazretleri; “Tasavvuf bir arınmadır. Allah’tan başkasından arınan kimseye sûfî derler” sözüyle tasavvufun özünü son derece veciz bir biçimde ifade eder. 

Burada kastedilen yalnızca dış temizlik değil; kalbin, ruhun ve niyetin Allah’tan gayrı her şeyden arındırılmasıdır. Bu içsel saflık hâli dünya sevgisi, nefsanî tutkular ve benlik iddialarından sıyrılarak kişinin ilâhî sevgiye yönelmesiyle mümkündür. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems 9) ve “De ki: Ben dinimi Allah’a has kılarak sadece O’na ibadet ediyorum.” (Zümer 14) ayetleriyle açıkça beyan edilmiştir. 

İnsan fıtraten Allah’a yönelmek üzere yaratılmıştır. Fakat zamanla bu yöneliş dünyevî meşguliyetlerle örtülür. İşte tasavvuf bu örtüyü kaldırmayı, insanı özüne döndürerek yeniden Hakk’a yönlendirmeyi amaçlar. Bu bağlamda sûfî, dünyada yaşarken kalbi dünyaya ait olmayan kişidir. 

Ebû Hüseyin Nûrî kuddise sırruhû hazretleri tasavvufun özünün ahlâktan ibaret olduğunu şöyle ifade eder: “Tasavvuf ne ilimlerden ibarettir ne de görüntü ve suretlerden. O ancak ahlâktır. Eğer tasavvuf görüntü ve şekil olsaydı mücahedeyle ele geçerdi. Bilgi olsaydı öğrenmeyle meydana gelirdi. Daha açıkçası tasavvuf yalnızca ahlâktır. ‘Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız’ ifadesi de bunu gösterir. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanıp insanların arasına karışmak ne görüntüyle ne de ilimle mümkündür.” 

Bu söz, tasavvufun temelinde şekil, bilgi ya da dış görünüş değil; kalpte gerçekleşen ahlâkî dönüşümün bulunduğunu gösterir. Çünkü tasavvuf sözde ve görünüşte değil; kalpte ve oradan davranışlara yansıyan bir hal olarak yaşanır. Hiç kimse sadece sûfîlerin kıyafetlerini giyerek sûfî olamaz. Tasavvuf ancak içtenlik, samimiyet ve ahlâkî sebatla tahakkuk eder. Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat açıkça ifade edilmiştir. Buyurulur ki: “O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar. Ancak Allah’a temiz bir kalple gelenler başka.” (Şuarâ 88–89); “Andolsun, Allah’ın Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çokça zikreden kimseler için, güzel bir örnek vardır.”
(Ahzâb 21) 

Bu ayetlerde bir yandan kalbin arınması gerekliliği anlatılmış, diğer yandan ahlâkî bir örnek olarak Hz. Nebî sallallahu aleyhi vesellem gösterilmiştir. Çünkü O’nun ahlâkı, Hz. Âişe radıyallahu anhâ validemizin ifadesiyle “Kur’an’dan ibarettir.” O hâlde Kur’an’ı yaşayan bir ahlâka sahip olmak, tasavvuf yolunun da en temel gayesidir.

Göz, kulak, dil, el ve ayak gibi organlar kalbin ya da nefsin arzusunu yerine getirir. Eğer bu organlar serbest bırakılır ve nefsin emrine verilirse kişi günaha, gaflete ve dünya sevgisine sürüklenir. Kalbin denetimine ve ilâhî murakabeye teslim edilirse kişi Allah’a doğru bir sefere çıkar. Bu nedenle tasavvuf, duyu organlarını kontrol altına almayı, her birine ölçü ve edep kazandırmayı esas alır. 

Ebû Bekir Şiblî kuddise sırruhû hazretleri de bu hakikate işaretle; “Tasavvuf duyu organlarını zapt etmek ve nefesleri kontrol etmekten ibarettir.” buyurur ki bu tanım doğrudan Kur’an-ı Kerim’e dayanmaktadır. Yüce Allah; “Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir.” (Âl-i İmrân 134) ve “Onlar ki faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn 3) buyurur.

Sözün özü tasavvuf hâl ilmidir; hâlin merkezi ise kalptir. Bu sebeple kalbin terbiye edilmesi en önemli iştir. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy