Dünden Bugüne İran
Bugün İran, coğrafyasının ve geçmişinin ona yüklediği tarihî rolü taşımaya çalışan bir ülkedir. Ancak bu rol sadece ideallerle değil, çelişkilerle, gerilimlerle ve sorgulamalarla da örülüdür. Mezhep farklılıklarının ötesinde siyasî refleksleriyle, dış politika stratejileriyle ve toplum yapısıyla hâlâ pek çok soruya açık bir dosya gibidir.
İran, tarih boyunca Doğu ile Batı arasında bir medeniyet köprüsü olmuştur. Bu coğrafya, sadece büyük imparatorlukların doğduğu bir merkez değil, aynı zamanda dinî, siyasî ve kültürel etkileşimlerin harmanlandığı kadim bir yurt olmuştur. Bugünkü İran’ı anlamak, onun hem tarihi hem de inanç temelli serüvenini okumakla mümkündür.
İslâm’la İlk Tanışma
Hz. Ömer radıyallahu anh döneminde İslâm Devleti hızla genişlemeye ve insanları İslam’ın nuru ile tanıştırmaya başlamıştı. Komutanlığını aşere-i mübeşşereden Sa’d b. Ebi Vakkas radıyallahu anh’ın yaptığı İslâm ordusu Zerdüşt olan Sasanilerin üzerine yürümüş ve 636 yılında bugünkü Irak topraklarında Kadisiye savaşı gerçekleşmiştir. Uğradıkları mağlubiyet neticesinde zayıflamaya başlayan Sasani İmparatorluğu, 641 yılında Nihavend Savaşı ile tarihe karışmıştır.
Bu savaşlar neticesinde sadece İran ve Irak toprakları Müslümanların kontrolüne geçmemiştir. Bu büyük fetihlerle birlikte Allah Resûlü sallallahu alayhi vesellem’in “Bana Fars bölgesinin anahtarları verildi, bu fetihler benden sonra ümmetime nasip olacaktır” müjdesi de gerçekleşmiş oldu.
İslâm ile müşerref olduktan sonra İran’ın siyasî tarihinden birçok imparatorluk gelip geçmiştir. Abbasîler döneminde İslâmî ilimler gelişmiş, Selçukluların hâkimiyetiyle bu coğrafya yeniden bir ilim ve irfan merkezi olmuştur. Bununla beraber Moğolların yıkıcı istilası, ardından gelen İlhanlılar ve Timur Devleti’nin mirasları da İran’ın tarihinde derin izler bırakmıştır.
Şiî İnancı
İran, fetihlerden sonra uzun süre Sünnî bir çizgide ilerlemişse de, 16. yüzyılda Şah İsmail ile tarihî bir dönüm noktasına girmiştir. Şah İsmail’in Tebriz’i fethedip Safevî hanedanını kurmasıyla birlikte İran’da Şiîliğin Caferî kolu resmî mezhep ilan edilmiş, bu mezhep anlayışı devletin kurucu ilkesi hâline gelmiştir.
Safevîler Şiîliği sadece bir devlet politikası olarak değil, aynı zamanda İran kimliğini yeniden inşa etmenin bir yolu olarak benimsemişlerdir. Öyle ki Sünnî-Şiî farklılıkları sadece ilmî bir tartışma olmaktan çıkmış, siyasî ve toplumsal ayrışmalara da zemin hazırlamıştır.
Hanedanlıklar Dönemi
Safevîlerden sonra Afşar ve Kaçar hanedanlarıyla devam eden İran yönetimi, 20. yüzyıl başlarında modernleşme arayışları içine girmiş, ancak Batı etkisindeki bu arayışlar İran halkında ciddi huzursuzluklar doğurmuştur. Kaçar hanedanının ardından 1925’te Rıza Han’ın “şah” ilan edilmesiyle Pehlevî hanedanı dönemi başlamıştır. Bu dönem, Batı tarzı bir modernleşme anlayışıyla geleneksel yapıya mesafeli, hatta çoğu zaman baskıcı bir yaklaşımın hâkim olduğu yıllardı. Kılık kıyafet yasaları, dinî kurumların kapatılması ve ulemanın etkisizleştirilmesi halkın büyük bir kesiminde rahatsızlık uyandırdı.
1941’de İngiliz ve Sovyet işgaliyle Rıza Şah tahttan çekildi, yerine oğlu Muhammed Rıza geçti. Yeni şah döneminde Amerikan etkisi daha da arttı. 1960’larda başlatılan “Beyaz Devrim” adı verilen reformlar halkla bütünleşemedi, ekonomik adaletsizlikler ve dinî baskılar derinleşti. Bütün bu birikim, 1979’daki İslâm Devrimi’nin zeminini hazırladı.
İran’ı anlamak, sadece bir devletin hikâyesini öğrenmek değildir; ümmetin yaşadığı kırılmaları, ayrılıkları ve arayışları da anlamak demektir.
1979 Devrimi ve Yeni İran
1979’da İran’da yaşanan devrim sadece bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasî yapının köklü bir dönüşümüdür. Yıllarca süren baskı, yolsuzluk ve Batı’ya bağımlı yönetim anlayışı halkın sabrını taşırmış; özellikle dinî kesimlerin öncülüğünde büyük bir toplumsal hareket doğmuştur. Sürgündeki Ayetullah Humeynî’nin çağrısıyla yükselen bu hareket, kısa sürede rejimi yıkmış ve Pehlevî hanedanına son vermiştir.
Devrimin ardından İran İslâm Cumhuriyeti ilan edilmiş, yönetim modeli olarak Şiî inancına dayanan “Velâyet-i Fakih” sistemi esas alınmıştır. Bu sistem ile ülke yönetimi dinî lidere teslim edilmekte ve İran siyaseti mezhebî bir çerçevede şekillenmektedir. Neredeyse yarım asır önce yapılan bu devrimin izleri, bugün hâlâ İran’ın politik reflekslerinde, mezhep önceliklerinde ve bölgesel duruşunda açıkça görülmektedir.
İran’ın bu dönemdeki dış politikası, İslâm dünyasında devrimci bir duruş sergileyerek Batı’ya ve özellikle ABD’ye karşı mesafeli bir çizgide şekillenmiştir. Aynı zamanda bölgede Şiî direniş eksenli yapılarla bağlarını güçlendirmiştir. Bu politikalar yakın zamanda da müşahede ettiğimiz üzere İran’ı uluslararası ambargolarla karşı karşıya getirmiş, özellikle nükleer programı nedeniyle diğer devletler ile ilişkilerinde gerilimli süreçler yaşanmıştır.
İran’ın Yeri
İran, Müslüman halklara yönelik söyleminde ümmet bilinci vurgusu yapsa da mezhep farklılıkları ve jeopolitik çıkarlarına dayalı tavırları bu söylemin etkisini azaltmaktadır. Bununla birlikte İran, direniş ekseni adı altında Filistin meselesi başta olmak üzere, Batı’ya karşı duran politik yapılarla dayanışma içinde olmaktan da geri kalmamıştır.
Bu nedenlerle İran’ı anlamak, sadece bir devletin hikâyesini öğrenmek değildir; ümmetin yaşadığı kırılmaları, ayrılıkları ve arayışları da anlamak demektir. Bugün İran gündemdedir, çünkü yaşadığı her değişim, bölgeyi ve bizi doğrudan ilgilendirmektedir.
Bugün İran, coğrafyasının ve geçmişinin ona yüklediği tarihî rolü taşımaya çalışan bir ülkedir. Ancak bu rol sadece ideallerle değil, çelişkilerle, gerilimlerle ve sorgulamalarla da örülüdür. Mezhep farklılıklarının ötesinde siyasî refleksleriyle, dış politika stratejileriyle ve toplum yapısıyla hâlâ pek çok soruya açık bir dosya gibidir.
Bizim için İran ne hayranlıkla bakılacak bir modeldir ne de kolayca ötekileştirilecek bir düşman. Aksine, dikkatle izlenmesi, kendi iç dengelerimiz açısından ibretle okunması gereken bir komşudur. Tarihten bugüne taşıdığı fikir kodları, devlet refleksleri ve ötekileştirici mezhepsel yaklaşımıyla farklı bir çizgide dursa da, köklü tarihe sahip kadim bir halkın yurdu olması hasebiyle görmezden gelinemeyecek bir gerçekliktir.
Dolayısıyla ne gözleri kör eden bir romantizmle İran’ı kutsamak ne de kulakları sağır eden bir öfkeyle dışlamak doğru değildir. Bizim yolumuz, Ehl-i Sünnet çizgisinde sebat ederek kardeşliği temel alan ama gerçeklikten de sapmayan bir duruşla ümmetin maslahatını gözetmektir.