Sahip Olmak ve ‘Olmak’
Kişinin görgü ve terbiyesi diğer insanlarla ilişkisini belirlediği gibi eşya ile olan münasebetini de belirler. Görgü sahibi her insan eşyayı bir araç olarak telakki eder ve sadeliği ister. Sahip olduğu eşya ile ilişkisini sınırlar. İnsanca yaşamanın kolaylığına tâliptir ve bunun önüne geçmesine müsaade etmez. Büyük, gösterişli, değerli ve pahalı eşyaya sahipse bile onunla övünmez, bilakis gösterişten uzak durmaya çalışır. İnsanın küçük ve yeteri kadarı ile tatmin olması önemli bir iradedir. Büyük ve ihtiyacından fazlasına sahip olmasıyla arasına mesafe koymasını kolaylaştırır. Bu da daha minimal bir hayat yaşamasına neden olur.
Eşya son tahlilde bir yüktür ve insan yüklerinden arındıkça özgürleşir. Hem gösterişli hem de pahalı eşyaların yükü ise birçok açıdan sorumluluk doğurur. Hem dikkatleri üzerine çeker hem de giderek ağırlık kazanır. Eşyaya ihtiyaç duymayan bilinç kadar sahip olduğu eşyaya yok muamelesi yapabilen bilinç de dikkate değerdir. İşte bu nedenle, miladi 1. yüzyılın ünlü Romalı düşünürü Seneca daima görgüye işaret etmiş ve insanın kendi kişiliğinin, sahip olduklarının üzerinde olmasından yana olmuştur:
“Evimize giren insan bizim eşyalarımıza değil, kişiliğimize hayran olmalı. Çanak çömleğini bir gümüşmüş gibi kullanan kişi büyük bir kişidir. Ama gümüş takımlarını sanki çanak çömlekmiş gibi kullanan da daha küçük bir insan değildir.”
Seneca, Ahlâk Mektupları, Jaguar Yayınları, Birinci Baskı, Çeviren: Türkân Uzel, Mart 2018, İstanbul
Övgü ve Yergi
Kişinin kendisiyle övünmesi, diğer insanlar tarafından övülmek istemesi ahlâkî olarak tasvip edilmemiştir. Daha doğrusu insanın kendisinde övülmeye değer bir şeyler olduğunu varsayması eksiklik belirtisi olarak görülmüştür. Genellikle kabiliyet, başarı gibi övgü vesilesi olacak birçok etken, kişinin kibirlenmesine dolayısıyla kendisini yeterli görmesine neden olur. Övgüye sebep olacak yeteneklere ve davranışlara sahip bir insan için yapılabilecek en kötü muamele ise ölçüsüz övgüdür. Er ya da geç rehavete neden olur ve kişiyi bocalatır.
Öte yandan övünme, övülme ve kibir hastalığının çaresi ise bilinçli bir tevazu da değildir. Aksine, kişinin kendindeki kusurlara odaklanarak eksiklerini keşfetmesi ve bu sayede daima kendiyle meşgul olmasıdır. Kendi kusurlarının farkında olan insan bunları gidermek için çaba sarf eder ve övgüye layık olan özellikleri ile kendisini görünür kılmaktan çekinir. Dolayısıyla övgüden rahatsızlık duyar ve eleştirilmek ona bir yönüyle haz verir. Eleştiri veya kötü sözlere maruz kalmanın karşısında takındığı tavır ise onu daha da yüceltir.
2. yüzyılın ünlü Yunan filozofu Epiktetos, eserinde kendi kusurları ile meşgul olan insanlardan bahsederek övgüden kaçınmanın önemine değinir. Erdemli bir insanın kendisi hakkındaki kötü konuşmalara nasıl tepki vermesi gerektiğine dair de şöyle bir ipucu sunar:
“Birisi arkandan söylenen kötü sözleri sana taşırsa, söylenen o sözlere karşı kendini savunma. Sadece şöyle söyle: ‘Evet, kuşkusuz benim diğer kusurlarımı bilmeyen birinin konuşması bu. Bilseydi, bahsettiği kusurlar bunlardan ibaret olmazdı.’”
Epiktetos, Enkheiridion, Türkiye İş Bankası, Üçüncü Basım, Çeviren: C. Cengiz Çevik, Mart 2020, İstanbul
Ahlâk Bir Tercih Meselesi midir?
Her insanın ahlâktan yana bir nasibi vardır. Kişi bunun farkında olsun ya da olmasın, çevresel etkiler veya kendi tecrübesiyle ahlâk bilgisiyle bir ilişki kurar. Fakat bu ilişkiye kucak açmak kadar uzak durmak da kendi elindedir. Tüm unsurlarıyla güzel ahlâka tâlip olan ve onu yaşamak için çaba harcayan kişiye ise Müslüman diyoruz. İman eden kişi, iman ettiği andan itibaren ahlâk kuralları ile sınırlanmış olur. Bu halde Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflere ters düşmemek şartıyla mensup olduğu toplumun yaşam biçimine riayet etmek zorunluluğu vardır. Bu hem dünya hayatının hem de âhiret hayatının selameti için gerekli bir sorumluluktur.
Nitekim bu ahlâk biçimi, insanın insan ve eşya ile olan bağı kadar, hangi çağda yaşıyorsa o çağın dayattığı yaşam biçimlerine karşı da bir tür refleks anlamına gelir. Yani yaşadığımız hızlı ve karmaşık modern çağ özelinde düşünürsek, Kur’an ve sünnet ile kayıtlı ahlâkî prensiplere uymak, çağın her türlü sarsıcılığına karşı bir dayanak noktasıdır.
Ahlâkla olan ilişkimizdeki bu pozitif nokta bir tercih olarak algılanmamalı sadece. İnsan iman ettiğini dile getirdikten sonra bununla doğrudan sorumlu olduğunu akıldan çıkarmamalıdır. Bu, esas anlamıyla zamanın getirdiği değişimler karşısında insanı insan yapan özelliklerin muhafaza edilmesi içindir. Aksi takdirde ahlâk kurallarına riayet edilmemesinin sonuçları sadece kişiyi değil, bir bakıma dünyanın istikametini de tayin edecektir. Bu açıdan ahlâk, başlı başına insanın sahip olabileceği en güzel elbisedir.
Müslüman düşünür Abdurrahman Taha’nın Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyye merkezinde ahlâkın zorunluluğu meselesini tartışan Wail b. Hallak ise şu sonuca vararak bu hususun önemine şöyle dikkat çekiyor:
“Ahlâk ve ahlâk eğitimi İslâm’da istenildiğinde uyulabilen, istenildiğinde göz ardı edilebilen seçmeli bir şey değildir. Aksine bunlar, ihlâl ve ihmâl edildiğinde toplumsal örgütlenmenin ve insan için zâtî olan bizzat insanlık değerinin ihlâl edilmiş sayılacağı zorunluluklardır (zaruretlerdir).”
Wael B. Hallaq, Modernitenin Reformu, Ketebe, Birinci Baskı, Çeviren: Tahir Uluç, Mayıs 2020, İstanbul