İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, tevhidin manasının zamanla değiştiğini, özden kabuğa, hakikatten şekle kaydığını söyler. Ona göre tevhid, kalbî bir şühud ve hal meselesidir. Hakiki tevhid kulun teslimiyetinde, tevekkülünde ve rızasında tezahür eder. Hayatta karşılığı olmayan bir tevhid sözden öte değildir.
Her bilgi, değerini inceldiği yani ele aldığı konunun öneminden alır. İlmin şerefi, konusunun şerefiyle ölçülür. Biyoloji insan bedenini, fizik maddeyi, matematik sayıları, kimya elementleri, tarih insanlığın zaman içindeki serüvenini, fıkıh ise insan fiillerinin ilâhî ölçülerle münasebetini inceler ve her biri kendi sahasında değerlidir.
Fakat marifetullah, yani Allah’ı tanımak ise bütün bu ilimlerin ötesinde, varlığın kaynağı olan Allah’ın zâtı ve sıfatlarıyla ilgilendiği için en yüce ilimdir. Bu ilimde her bilgi insan için bir merdiven basamağı gibidir. Yeni bir kapı açar, yaratılmışlardan yaratana, sebepten müsebbibe götürür.
Allah’ı tanımanın özü
Marifetullah ilminin özü ise tevhiddir. Çünkü Allah’ı bilmek, O’ndan başka hakikat olmadığını bilmektir. Sûfîlerin bütün gayreti, çokluk perdelerinden sıyrılarak tek olanı görmek, varlığı O’nun birliğinde eritmek ve kalbi tevhidin hakikatine erdirmektir.
Tevhid, Hz. Âdem aleyhisselâm’dan başlayıp Hz. Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e kadar gelen bütün peygamberlerin insanlığa tebliğ ettiği en yüce hakikattir. Her bir nebî ümmetini Allah’ın birliğine davet etmiş; O’nun benzeri, ortağı ve dengi bulunmadığını ilan ederek hakikate çağırmıştır.
Peygamberlerin gönderiliş gayesi, yeryüzünde tevhidin nurunu ikâme etmek, kalpleri çokluktan birliğe yönlendirmektir.
Tevhid, Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde tek ve benzersiz olduğunu idrak etmektir. O’na hiçbir varlık denk olamaz; kudretinde ortak, ilminde sınır yoktur.
Peygamberler insanlığın gönül toprağına tevhid tohumunu ekmekle vazifelendirilmiş rahmet elçileridir. Onlar ilâhî kelam ile kalpleri şirk karanlığından arındırır, zihni bâtıl ve sapkın inançlardan temizler.
Bu kutlu rehberler insanları çokluktan Bir’e, dağınıklıktan topluluğa, şaşkınlıktan hakikate çağırır. Tevhid, insanı bâtıl inanç ve ideolojilerin, nefs putlarının ve dünya hevâsının pençesinden kurtarıp, biricik ve eşsiz olan Allah’a tam bir teslimiyetle yöneltir. Bu yöneliş, kalpte derin huzur doğurur. Çünkü kul artık önünde eğilip büküldüğü sayısız ilâh tasavvurundan, geçici dayanaklardan, zayıf sığınaklardan sıyrılarak Allah’a bağlanmıştır.
Tevhid nedir?
Türkçede “birlemek” anlamına gelen tevhid kelimesi, Arapça “vahd” kökünden türemiştir. Bir şeyi diğerlerinden ayırarak yalnızca onu biricik kılmayı anlatır. Dinî bir terim olarak ise Allah’ı birlemek, O’ndan başka ibadete layık varlık bulunmadığına kesinkes inanmaktır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın zâtına atfedilen sıfatlara sahip olduğunu ve her türlü eksiklikten de münezzeh olduğunu tasdik etmektir. Bütün varlık O’nun iradesi ile vücut bulmuştur. Zât, fiil ve sıfatlarında ortağı asla yoktur.
Tevhidin üç mertebesi
Tevhid hakikatte üç mertebede idrak edilir: Zâtta, sıfatta ve fiilde tevhid.
Zâtta tevhid: Allah Teâlâ’nın birliğinin en açık beyanı İhlâs sûresinde tecelli eder: “De ki: O Allah birdir. Allah samettir (hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, bütün varlıklar O’na muhtaçtır). 0 doğurmamış ve doğmamıştır. 0’nun dengi (ve benzeri) hiçbir varlık yoktur.”
Bu sûre tevhidin özüdür. Allah’ın zâtında her yönden tek olduğunu, hiçbir ortak ve benzer kabul etmediğini ilan eder.
Ancak, Allah’ın zâtı idraklerin, bilmenin, anlamanın ötesindedir. O’nu bize kendisi bildirdiği kadarıyla tanıyabiliriz. Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de bu sebeple Allah’ın zâtı üzerinde düşünmeyi men etmiştir. Çünkü duyular ve akıl O’nun mahiyetini kavramakta acizdir. Bu sebeple Allah’ı isim ve sıfatları ile tanırız ki bunlar da Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir.
Sıfatta tevhid: Allah’ın sıfatları, kullarına O’nu tanıtan ilahî tecellilerdir:
• Vücud (mutlak ve kesin olarak var olan),
• Kıdem (öncesiz),
• Beka (sonrasız),
• Vahdaniyet (tek),
• Muhalefetü’n li’l-havâdis (sonradan olan hiçbir şeyle benzemez),
• Kıyam bi-nefsihiî (varlığı kendi zâtıyla kâim),
• Hayat (ezelde ve ebedde diri, hayat sahibi),
• İlim (her şeyi bilen),
• Semi (her şeyi duyan),
• Basar (her şeyi gören),
• İrade (emirleri, hükümleri ve fiillerinde hür, dilediğini yapan),
• Kudret (her şeye gücü yeten),
• Kelâm (konuşan),
• Tekvin (yaratan)
O bütün bu sıfatlarında tektir. Hiçbir eşi, benzeri, dengi yoktur. İnsan kendisinde de görme, işitme, bilme gibi fiilleri görünce onları Allah’ın sıfatlarına kıyas etmek ister. Oysa beşerî sıfatlar fanidir, sınırlıdır. İnsanın görmesi belli bir mesafeyle kayıtlıdır, karanlıkta aciz kalır. Fakat Allah’ın görmesi sınırsızdır. O karanlık gecede de görür, duyuların erişemediğini, aklın tahayyül edemediğini de. İşte sıfatta tevhid, bu farkı idrak edip Allah’ın sıfatlarının tam, eksiksiz ve mutlak oluşunu tasdik etmektir.
Fiilde tevhid: Allah’ın fiili, yokluktan varlığı çıkarmasıdır. O’ndan başka hakiki yaratıcı yoktur. Varlık âleminde gördüğümüz her hadise, her oluş ve her değişim O’nun kudretiyle ve takdir ettiği sebepler vasıtasıyla meydana gelir.
Fakat bilmek gerekir ki sebepler sadece bir perdedir. Aslında fiili işleyen yalnızca Allah’tır. Âlemi, âlemin içindeki her şeyi, insanı ve insana dair bütün halleri de var eden O’dur. Bu yaratmada O’nun ne bir ortağı vardır ne de bir yardımcısı. Fiilde tevhid, O’nu tek yaratıcı olarak kabul ve ilan etmektir. Çünkü “Bir şeyin olmasını dilediğinde ona ‘Ol!’ der, hemen oluverir.” (Bakara 117, vd.)
Allah’ın birliği bir sayı dizisinin ilk basamağı anlamına gelmez. O mutlak manada birdir. Cüzlerden (parçalardan) bir araya gelen bir varlık olmadığını, benzeri ve denginin imkânsız olduğunu ve yegâne mabud yani tek tapılacak zât olduğunu anlatan birliktir ki, bu sebeple O’nun için tek yahut biricik ifadesini kullanmak daha isabetlidir. Kısacası bu birlik çoğulu bulunmayan birliği ifade eder. Âlimler Yüce Allah’ın birliğinin üç anlamı olduğunu söyler:
• Allah ilâhlıkta tektir, âlemde ikinci bir ilâh yoktur. Bu, sayıyı ortadan kaldırır.
• Allah zâtı ve sıfatlarıyla tektir, O’nun eşi, ortağı, benzeri ve dengi yoktur.
• Allah varlık bakımından tektir, zâtında bölünme ve parçalanma söz konusu değildir.
Allah’ın zâtı idraklerin, bilmenin, anlamanın ötesindedir. O’nu bize kendisi bildirdiği kadarıyla tanıyabiliriz. Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de bu sebeple Allah’ın zâtı üzerinde düşünmeyi men etmiştir. Çünkü duyular ve akıl O’nun mahiyetini kavramakta acizdir.
Tevhidin gereği ve sonucu
Tevhidin meyvesi kulun marifetullaha ermesi, dünya hayatında kulluk şuuruyla yaşaması, kendi var oluşuyla ve mahlukatla barış içinde ömür sürmesi, düşüncesini de dağınıklık ve karmaşadan kurtarıp birliğin huzuruna ermektir.
Tevhidin zıddı
Tevhidin karşıtı şirktir. Şirk, aklın ve kalbin onaylamadığı, fıtrata aykırı düşen ve hakikati örten her türlü vehimdir. Tevhid nurunun dışında kalan her bağ, kul ile Allah arasına giren perde ve hakikatsiz bir sanrıdır. Kâinatı var eden ve yöneten en yüce varlığa ilâhlıkta ortak tanıma anlamındaki şirk, hem akla hem de fıtrata aykırı düşen bir sapmadır.
Şirk, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır.
Büyük şirk Allah Teâlâ’nın zâtına ortak koşmak, O’nun kudretine denk yahut benzer bir varlık vehmetmektir. Âlemi idare eden birden fazla ilâh tahayyül etmek ya da yaratmayı Allah’tan başkasına nispet etmek büyük şirktir.
Küçük şirk ise daha gizli, daha ince perdedir. Kulun yalnız Allah için yapılması gereken ibadeti başkasının rızasına bağlaması, mahlûkatın teveccühünü Hakk’ın hoşnutluğuna ortak etmesidir. Bu hale gizli şirk denir.
Nitekim başkalarının nazarında değer kazanmak, onların övgüsünü yahut dünyevî bir çıkarı gözetmek niyetiyle yapılan kulluk riyanın kapısını aralar. Böyle bir ibadet, görünüşüyle ibadet olsa da hakikatte Allah’a yönelmiş bir kulluk değildir ve bu sebeple küçük şirke dahildir.
SÛFÎLERİN TEVHİDİ
Tasavvuf ehline göre tevhid, bir inanç ve düşünce sistemi olmanın yanında kalbi dirilten, hayatı bütünüyle kuşatan bir haldir. Bu sebeple tevhid bir hayat tarzı, bir var olma biçimidir. Davranışlarda gözükmesi ve hayata anlam katması gerekir. Dilin yanında kalp ve fiiller de “Lâ ilâhe illâllah” demelidir ki insan nefsinin putlarını kırıp Rabbi’ne yönelebilsin.
Tasavvuf ehli hayatın gayesini tevhidi yaşamak olarak ifade eder. Ebu Said el-Harraz kuddise sırruhû hazretleri tevhidin ilk alametinin, kulun bütün şeyleri gerçek sahibine bırakması olduğunu söyler ve şöyle devam eder:
“Böylece şeylere bakarak gerçek sahibine sığınılmış olur. Çünkü bununla hak sahibine işaret edilir. Hatta şeylerin sahip olduğu özelliklerin kendiliğinden değil, Allah tarafından olduğu görülür.”
İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh tevhidi, kalbin derinliklerinde kök salan ve giderek katman katman kemâle eren bir yolculuk olarak görür. Bu yolculuğu anlatmak için de ceviz benzetmesini kullanır: Kabukları, özü ve özden çıkan yağı… İşte tevhid de böyle dört mertebeye ayrılır.
1. Mertebe: Dilde Tevhid
Bu, tevhidin en dış kabuğudur. İnsan, kalbi gafil olmadan diliyle “Lâ ilâhe illallah” der. Fakat bu mertebede hakikat kalbin derinine inmediği için herhangi bir açılım olmaz. Bu tevhid, münafığın tevhidine benzer; kişiyi dünyada şeriatın kılıcından korur ama âhirette fayda vermez. Bir süreliğine özün korunması için gereken kabuk gibidir. Fakat kabuktan öteye geçmeyen bir sertlik ve zâhirîlik taşır.
2. Mertebe: İtikadda Tevhid
Bu mertebede insan, diliyle birlikte kalbi ile de tasdik eder. “Allah birdir” sözünü hem dili hem kalbi söyler. Fakat bu iman henüz derinleşmemiştir. İmam Gazâlî, bu mertebenin korunması için kelâm ilminin önemine işaret eder. Bid’at ehlinin hilelerine karşı kelam âlimleri avamın inancını muhafaza etmeye çalışır. Bu, cevizin alt kabuğu gibidir; özü korur ama yenmez. Bu, halk tabakasının tevhididir.
3. Mertebe: Keşifte Tevhid
Kalp artık tevhidi müşahede etmeye başlar. İnsan çokluk içinde birliği temaşa eder. Yani varlıkta birçok fiil ve eser görse de, hepsinin Kahhar ve bir olan Allah’tan olduğunu idrak eder. Bu, kalbin hakikati müşahede etmesi demektir. Artık kişi sadece zihnini zorlayarak birliği tasdik etmez; kalbin gözüyle görür. Bu, cevizin özü gibidir; gerçek gıda ve hakiki lezzet buradadır.
4. Mertebe: Fenâda Tevhid
Bu mertebe, İmam Gazâlî’ye göre tevhidin en yükseğidir. Burada kul, varlıkta birden başkasını görmez. Ne nefsi ne halkı ne de çokluğu görür. Sadece Allah’ın birliğinde fâni olur. Bu hale sûfîler “fenâ fi’t-tevhîd: tevhidde fâni olmak” derler. Kul tevhidde öylesine müstağraktır ki, kendi varlığını bile fark etmez. Bu hal, cevizin özünden çıkan yağ gibidir; saf, berrak ve hakiki bir tadı vardır.
İmam Gazâlî tevhidin işte bu dört mertebede seyrettiğini söyler. Dilde başlayan yolculuk kalpte tasdikle güçlenir, keşif ile hakikati açığa çıkar, sonunda ise fenâ ile yalnızca Allah’ın birliğinde karar kılar. Ona göre asıl gaye dördüncü mertebeye varmak, yani çokluğu bırakıp yalnızca Bir’i görmektir. Zira tevhid, nihayetinde bir söz olmanın ötesinde Hakk’a vuslattır.
Büyük âlimin eleştirisi
İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, tevhidin İslâm’ın kalbi, hakikatin özü olduğunun altını çizer. Fakat zamanla bu öz kalın tortularla örtülmüş, asıl manasından uzaklaştırılmıştır.
Sahabe ve Tâbiîn döneminde tevhid, bütün varlığı Allah’tan bilmek, sebepleri perde görüp, hakiki faile yönelmekti. Kur’an’ın apaçık ayetleri zaten insana bu hakikati gösteriyordu. Her şeyin yaratıcısı ve idare edicisi yalnız Allah’tır. İlk nesiller için bu bir tartışma veya tereddüt konusu olmayıp, gönlün sükûn bulduğu apaçık bir hakikatti.
Fakat sonradan kelâm ilmi gelişti, kelamcılar çoğaldı. Tevhid onların dilinde keskin zekâ oyunlarına, delil üretme sanatına ve hasmı alt etme hünerine dönüştü. Mutezile mezhebi kendisine “ehlu’l-adl ve’t-tevhid” adını verdi, kelamcılar da “tevhid âlimleri” diye anıldı. Oysa İmam Gazâlî’ye göre bu adlandırma hakikati yansıtmamaktadır. Çünkü onların ortaya koyduğu tevhid yalnızca zihnî bir kavram, kalpte hakiki karşılığı olmayan bir lafızdan ibaretti.
Sebepler perdesi
İmam Gazâlî’nin işaret ettiği asıl tevhid, kulun her şeyin Allah’tan geldiğini bilmesi, sebepleri perde sayıp onları mutlaklaştırmaktan vazgeçmesidir. Hayır da şer de, sıhhat de hastalık da, zenginlik de fakirlik de O’ndan gelir. Bu idrakin neticesi tevekkül ve rızadır. Tevhid ehli insanlara kızmaz, onları şikâyet etmez, her şeyi Allah’ın takdiri bilip teslim olur. Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh’ın şu hali böyle bir tevekkülün neticesidir. Ona hastalığında;
– Sana doktor getirelim mi, diye sorulunca o, Allah Teâlâ’yı kastederek;
– Doktor beni hasta etti, demişti.
Yine Hz. Ebû Bekir’e bir hastalığında;
– Doktor sana ne dedi, diye sorulunca;
– “Ben her istediğimi yaparım” dedi, cevabını vermişti.
Dolayısıyla İmam Gazâlî, tevhidin manasının zamanla değiştiğini, özden kabuğa, hakikatten şekle kaydığını söyler. Ona göre tevhid, kalbî bir şühud ve hal meselesidir. Hakiki tevhid kulun teslimiyetinde, tevekkülünde ve rızasında tezahür eder. Hayatta karşılığı olmayan bir tevhid sözden öte değildir.
Nefsin istekleri ve tevhid
Tevhid, kalbin sadece Allah’a yönelmesi, O’ndan başkasına güvenmemesi, sevmemesi ve sığınmamasıdır. Bu, kalpte Allah’tan başka bir maksadın kalmamasıdır. Lâkin kalp nefsin istek ve yönlendirmelerine tâbi olduğunda içinde gizli şirk uyanır. Çünkü nefsin hevâsı kişinin içindeki gizli ilâhtır. Hevâsına tâbi olan Allah’a kulluktan yüz çevirmiştir. Oysa tevhid ehli, nefsin hevâsına boyun eğmeyi, Rabb’i birlemeye gölge sayar.
Hevâ, “nefsin akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi” yahut “doğruluk, hak ve faziletten saparak haz ve menfaatlere yönelen nefs” manasında kullanılır.
Tasavvuf ehli ise hevâyı insanın aklın, vahyin ve fıtratın yol göstermesini bırakıp dizginsiz arzulara yönelmesi olarak görür. Yani insanı hakikatten, kulluktan, ibadetten çıkaran bir “iç put”tur ki İmam Gazâlî’ye göre en sinsi şirk de budur.
Kâbe’nin içindeki putları Hz. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kırdı. Fakat insanın içindeki putları kırmak çok daha zor ve çok daha büyük bir cihaddır. Nitekim O, bir cihattan dönüşünde ashabına, “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuş. “Büyük cihad nedir?” diye sorulduğunda ise, “Nefsle cihad” cevabını vermiştir.
İmam Gazâlî rahmetullahi aleyhi hevâsına uyan kimsenin hevâsını kendisine mabud edindiğini söyler ve delil olarak şu ayet-i kerimeyi gösterir: “Nefsinin arzusunu ilâh edineni gördün mü?” (Câsiye 23) Yine Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de; “Yeryüzünde tapılan ilâhlardan Allah Teâlâ’nın en fazla buğzettiği, nefsin hevâsıdır” buyurmaktadır. (Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebir)
Hevâ tevhidin düşmanıdır. Yukarıda zikrettiğimiz ayet, kalbin içinde bir hükümdarlık tahtı olduğunu ve bu tahta ya Rahman’ın ya da nefsin oturacağını haber verir. Kalpte Allah’tan gayrısına bir yöneliş varsa, orada tevhid hâkim olamaz.
Ahmed İbn Acibe el-Hasenî rahmetullahi aleyh hazretleri, bu ayetin her ne kadar kâfirlerin nefslerinin hevâsına uymaları hakkında inmişse de, nefs-i emmârenin kötü arzularına tâbi olan herkesi kapsadığını söyler ve şöyle devam eder:
“Hevânın aslı, nefsin kendisine âşık olduğu ve hemen ele geçen hazlardan meylettiği her şeydir. Bu aşk ve meyil yiyeceklerde, içeceklerde, giyeceklerde, evlenmede, makam ve itibarda, rütbe yükselmesi gibi durumlarda olabilir. Kul bütün bu duyguları terk etmek için nefsiyle mücahede etmelidir. Ta ki nefs sadece Allah’a yaklaştıran taati sevsin. Nitekim bu konuda Hz. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: ‘Bir mümin, hevâsı ile benim getirdiğim şeylere tâbi oluncaya kadar kâmil mümin olamaz.’ (Begâvî, Şerhu’s-Sünne) ”
Tüketim arzusu, şöhret tutkusu, makam sevgisi, görünme ve beğenilme isteği günümüzün modern putlarıdır. Bugün tapınaklar yok ama hevânın arzularını besleyen algoritmalar, sosyal medya, reklamlar, alışveriş merkezleri var. Bunlar insanın içindeki hevâyı besliyor ve büyütüyor.
Ayetteki uyarı
“Nefsinin arzusunu ilâh edineni gördün mü?” ayeti öncelikle bir uyarı taşır. O halde kişinin nefsini ilâh edinmesi mümkün demektir. İnsan açıkça bir puta tapmasa da kendi isteklerini, arzularını ve hırslarını Allah’ın emir ve yasaklarının önüne geçirirse aslında tutkularına secde etmiş, onları ilâh yerine koymuş olur. Sûfîler bunun insanın içindeki Firavun’un hakimiyeti olduğunu söyler.
Hevâ, yani nefsin isteği insanın iç dünyasında her zaman hakimiyet kurmak ister. Yani insan dışta bir Firavun’a tapmasa da, içteki Firavun olan hevâsına itaat eder, onun emrinden çıkmazsa onunla aynı isyanda birleşmiş olur.
Peki hevâ ne ister? Sınırsız dünyalık, şöhret, hırs, haz, rahatlık, makam, gösteriş ve benzerlerini. İşte insan bu istekleri Allah’ın rızasından üstün tuttuğun an, hevâsını ilâhlaştırmış olur.
Günümüzde insanlar çoğu zaman bir puta secde etmiyor ama hevâya tapınma hiç olmadığı kadar yaygın. Artık insanlar kendi arzularını sorgulanamaz kabul ediyor. “Canım böyle istiyor”, “Ben böyle hissediyorum” demek haklılık sebebi sayılıyor. Bireysel istekler mutlak bir değer haline geliyor.
İşte Allah’tan başka mutlak kabul edilen her şey insanın nefsini ilâhlaştırdığının göstergesidir. Tüketim arzusu, şöhret tutkusu, makam sevgisi, görünme ve beğenilme isteği günümüzün modern putlarıdır. Bugün tapınaklar yok ama hevânın arzularını besleyen algoritmalar, sosyal medya, reklamlar, alışveriş merkezleri var. Bunlar insanın içindeki hevâyı besliyor ve büyütüyor. Böylece nefs kendini ilâh edinmiş oluyor.
Ayet-i kerimenin devamında ise Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah onu bilgiyle saptırmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözlerini de perdelemiştir. Allah’tan sonra artık ona kim yol gösterebilir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (Câsiye 23)
İşte nefsin hevâsını ilâh edinmenin cezası budur. Kulak hakikati işitmez, göz hakikati görmez, kalp de hakikati idrak edemez olur. Kişi kendi kör kuyusunda mahpus, ruhu ızdırap içinde kalır. Çünkü insan nefsinin arzularına teslim olduğunda Allah’ın nuruyla değil, nefsinin karanlığıyla bakar. Artık öğüt fayda vermez. Bu, kalbin kararması ve hakikatten uzaklaşmanın en keskin halidir. Tasavvuf ehlinin “kalbin ölümü” dediği hal tam da budur.
Hevâya tâbi olunca
Hevâ insanı bâtıla meylettirir. Putlara ve arzulara secde ettiren de hevâdır, insanların rızasını Allah’ın rızasının önüne geçirten de. O halde İmam Gazâlî’ye göre tevhid, Allah’tan başka hiçbir şeye kalben bağlanmamaktır. Hakiki tevhid, kalbin içindeki bütün arzu, korku ve yönelişlerin yalnızca Allah’a ayrılmasıdır. Bu ise sıddıkların makamıdır ki onlar bilirler ki her şey Allah’tandır. Sebepler perdelerdir, perdeye bakılmaz.
Hevâya tâbi olan ise bu perdeye takılır, sebepleri ilâh gibi görür, kendini sebeplerin esiri zanneder. Böylece tevhidden çıkar ama kendini hâlâ muvahhid sanır. İmam Gazâlî bu noktada insanları şöyle uyarır: “Bak, zamanımızdakiler tevhidi neye çevirdiler ve onun hangi kabuğu ile yetindiler? Bir de bu tevhide sarılarak nasıl övünme ve böbürlenmeye girdiler. Halbuki onlar hakiki tevhidden uzak, iflas içindedirler.”
Yine İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh bu konuda “tevhid ehli, tek ve hak olan Allah’tan başkasını görmez, O’ndan başkasına yönelmez” der. Bu cümle, kalbin Allah’ı tanıma ve sadece O’na yönelme haline işaret eder. Tevhid, dilin “Allah birdir” demesiyle tamam olmaz. Gerçek tevhid kalbin, gözün, fikrin, niyetin ve yönelişin tümüyle Allah’a dönmesidir.
Tevhid ehli yani muvahhid, halkın suretinde Hakk’ı görür. Sebeplere takılmaz, sebeplerin sahibine bağlanır. O’nun dışındaki her şey bir gölge gibi kalır. Nitekim Allah Teâlâ “Sen Allah de, sonra onları bırak; daldıkları bâtıl içinde oyalanadursunlar!” (En’âm 91) buyurmaktadır. Bu ayet, kalbin yalnız Allah’a teveccüh etmesini ve bâtıla dalanlarla meşgul olmamasını emreder. Bâtıla dalanlar Allah’ı dillerinde anabilirler, lâkin kalpleri O’ndan gafildir. Onların bâtıla dalışı, hevâlarına uymaları ve hakikati örten nefsânî arzuların peşine düşmeleri sebebiyledir.
Tevhide ulaşmak için dilin tevhidi telaffuz etmesi kâfi değildir. Kalbin de Allah’a yönelmesi gerekir. Kalbin Allah’a yönelmesi ise O’na tevekkül etmek ve O’ndan başka kimseden korkmamak, rızık endişesinden azade olmaktır. Böylece kalp Allah’ın evi yani Beytullah halini alır. Çünkü kalp bir eve benzer, orada ya sultan oturur ya da ayak takımı…
Kısacası tevhid ehli kalbini temizler, nefsini terbiye eder, bâtılı terk eder ve yalnız Allah’a yönelir. Nefsinin arzularına kendini bırakmaz. Bu yöneliş onu halktan ayırır, fakat kibirli kılmaz. Aksine, onu Hakk’a kul, halka hizmetçi yapar. Çünkü tüm mevcudat Hakk’ın kulu ve ayetleridir. Bu sebeple her bir varlık Allah’ı gösteren bir işarettir.
Sonuç
Her kul, imanının derinliği ve hayat anlayışına göre tevhidin bir mertebesinde seyr ü sefer eder. Tevhid, herkesin dilinde aynı cümleyle yani kelimeyi tevhid ile ifade edilse de kalplerdeki tecellisi farklıdır.
Tevhidin ilk durağı kelime-i tevhidi telaffuz etmektir. Bu da geleneğe uyma, cezadan korunma ya da cennete kavuşma ümidiyle söylenen “Lâ ilâhe illallah” cümlesidir. Kalbin dili henüz bu söze tam manasıyla iştirak etmemiştir. Bu, halkın tevhidi olup içinde benlik ve beklenti barındırır.
Kul biraz yol aldığında ise ikinci mertebeye ulaşır. Bu mertebede Allah’ı yaratılmışlardan ayırır. Allah’ı zaman, mekân, yön, benzerlik ve tasavvurlardan tenzih eder. Bu, ilimle kazanılan bir tevhid anlayışıdır. Tevhid dilin, aklın ve kalbin beraberce tasdik ettiği bir hakikattir. Bu da ilim ehlinin tevhididir.
Ancak tevhidin zirvesi ne dille anlatılır ne kalemle yazılır. Bu makam havassın yani Allah’a yakın kulların tevhididir. Şühud ve zevk ile yaşanır. Kul Hakk’ı görür gibi bir idrak ve hal üzeredir. İradesi ilâhî iradenin önünde yok olur ve benlik davası sona erer. Kulda sadece Hakk’ın muradı kalır. Artık Allah’tan başka bir fâil, maksut ve mabut görmez. İşte bu mertebe, marifet tevhididir. Kalp Allah’la öylesine dolmuştur ki gören, işiten ve bilen O’dur. Bu hal dille anlatılamaz, çünkü dil hale perdedir. Ancak yaşamakla ve yanmakla anlaşılır.
Tasavvuf ehline göre tevhid, insanın elest meclisinde verdiği söze sâdık kalmasıdır. Ruhun “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye ikrar ettiği o an, bu dünya yolculuğunun hakikatini belirlemiştir. Bu ikrarı unutmamak, her nefeste yeniden hatırlamak ve yaşamak ise tevhidin ta kendisidir.
Tevhidin ne olduğu sorulduğunda Beyazıd-i Bistamî kuddise sırruhû hazretleri “Yakîndir!” cevabını verir. “Yakîn nedir?” diye sorulduğunda ise şunları söyler: “Olan biten her şey Allah Teâlâ’nın fiilidir ve O’nun fiilinde ortağı yoktur, diye bilmektir. Rabbi’ni böyle tanırsan ve bu kanaat sende yer ederse O’nu bulmuş olursun. Bu şu demektir: Allah birdir, işlerinde ortağı yoktur, O’nun yaptıklarını yapan başka hiçbir şey mevcut değildir.”
Tevhid, kulun yalnız bir olan Allah’a yönelmesi; kalbini, zihnini ve hayal âlemini O’ndan gayrısından temizlemesidir.
Tevhid, varlık sahnesinde mutlak fâil olarak Allah’ı görmek, her fiilin ve her halin O’ndan geldiğine iman etmektir. Bu hakikat, Kur’an’ın özüdür ve her müminin kalbinde kökleşmesi gereken bir marifettir. Nitekim her gün namazlarımızda defalarca okuduğumuz Fatiha sûresinde şöyle deriz: “Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz.” Bu söz, hem itiraf hem de teslimiyet beyanıdır. “Kulluğumuzu eda etmek bile senin yardımınladır ya Rab! Biz senden başka sığınacak, dayanacak, medet umacak bir merci tanımayız” demek isteriz.
Hz. İbrahim aleyhisselâm’ın Nemrud’un ateşiyle imtihan olunduğu sırada Cebrail’in gelip; “Bir dileğin var mı?” diye sorduğunda; “Evet, bir dileğim var, fakat senden değil!” cevabı hakiki tevhidin bir özeti ve zirvesidir. Zira dost, her şeyi Dost’tan bilir. Devamında Cebrail tekrar sorar: “Niçin Allah’tan kurtuluş istemiyorsun?” O da; “Halimi O biliyor. Ateş kimin emri ile yanıyor? Yakma kimin işidir?” diye cevap verir. İşte tam teslimiyet, mutlak tevekkül ve hakiki tevhid.
Sözün özü, tasavvuf ehline göre tevhid, insanın elest meclisinde verdiği söze sâdık kalmasıdır. Ruhun “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye ikrar ettiği o an, bu dünya yolculuğunun hakikatini belirlemiştir. Bu ikrarı unutmamak, her nefeste yeniden hatırlamak ve yaşamak ise tevhidin ta kendisidir. Yani tevhid, ezelde ruhlarımızın verdiği sözün dünyada doğrulanmasından, ruh kodlarımıza göre yaşamaktan ibarettir.