Hüzün Nimeti
“Hak Teâlâ herkes nasibini alsın diye kullarının kısmetlerini önlerine koydu; civanmertlerin nasibine hüzün düştü.”
(Ebü’l-Hasan Harakânî kuddise sırruhû)
Civanmert; “yüksek yaradılışlı, asil, cömert, dîğerkâm, hakkaniyet sahibi yiğit kimse” demektir. Daha ziyade genç yaşta beşeriyetinin fevkine çıkıp âdemiyetini kuşanarak adam olanları tesmiye için kullanılır. Ebü’l-Hasan Harakânî kuddise sırruhû hazretleri civanmert derken, bu vasıflarla muttasıf dervişleri kastediyor şüphesiz ve onların bir başka vasfının da hususen “hüzün” olduğuna işaret buyuruyor.
Lügatler, “üzüntü, gam, keder, tasa” diye karşılıyor hüznü. Fakat lügatlerde olduğu gibi gündelik hayatta da hüzün yerine kullanılan bütün bu kelimeler şen şakrak olmaya, gülüp eğlenmeye mâni bir hissi, bir hâlet-i rûhiyyeyi ifade etmeleri hasebiyle benzeşse de, hüznün müterâdifi değildirler. Mahiyetleri, sebep ve tesirleri farklıdır. Ol sebepten ulemâ ve urefâ, hüzün denildiğinde neyin kastedildiğini dikkate almak suretiyle bu kelime ile alâkalı birtakım tasniflerde bulunmuş; merdûd, makbûl yahut memdûh hüzün çeşitlerinden bahsetmişlerdir. Onlara göre hüzün gibi görünen hallerin süflî olanı vardır, ulvî olanı vardır. Kıymetli olanı vardır, hiçbir kıymet taşımayanı vardır.
Hüzün, bir derdin tezahürüdür. Kıymetini işte o derdin niteliği tayin eder. Dert dünya ise, yani elde edilen fânî haz ve menfaatlerin kaybından, dünyalık taleplere ulaşamamaktan veya bunların ihtimalinden kaynaklanıyor ise kıymetsizlikten de öte marazî bir hâl sayılmıştır. Çünkü ya hırsa, öfkeye, dünya düşkünlüğüne ya da bedbinliğe, ümitsizliğe, yersiz kaygı veya korkulara sebep olmaktadır. Bu türlü hüzne, dünyaya dâir bir gelecek endişesi taşıdığı için “tasa”; kalp aynasını bulandırdığı için “keder” demek daha doğrudur. Halbuki hüzün hem mâzî veya hâl ile alâkalıdır hem de hadîs-i şerifte beyan buyurulduğu üzere “kalbin anahtarı”dır.
Makbûl olan, kıymetli olan, kalbi açan asıl hüzün; hakîkati, Cenâb-ı Mevlâ’ya lâyıkıyla kulluğu, dünya imtihânından yüz akıyla çıkabilmeyi, âhireti, hesap gününü, ebedî hayatı dert eylemenin verdiği hüzündür. Bu dahî sebepleri bakımından derece derecedir. Bazen kulun günahlarının, taat ve ibâdetlerini terk ve ihmâlinin veya kemâliyle îfâ edememenin pişmanlığıdır ki tevbeye vesile olduğu için güzel bulunmuştur. Bazen belâ, musîbet, hastalık, ölüm gibi zorluk veya kayıpların yaşattığı; mani olunamayan ama kulluk âdâbına ve ilâhî ölçülere halel getirmesine de müsâade edilmeyen acıların, eziyetlerin tezahürüdür. Hadîs-i şerîfte böyle bir hüznün günahlara kefâret olacağı haber verilmiştir. Bazen de nâhak yere tahkir edilmenin, hoyratlarca itilip kakılmanın, incitilmenin, mazlumluğun kalp kırıklığıdır. “Ben kalbi kırıkların, mahzun kullarımın yanındayım.” hadîs-i kudsîsi mucibince, Hak Teâlâ’nın hususi rahmet, yakınlık ve himâyesine; böylelerinin duâlarına mutlaka icâbet edeceği vaadine mazhariyettir. Nihayet hüzün, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vessellem’in, “Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir” ikazı muktezâsınca, dünyadaki bütün mü’minlerin derdiyle dertlenmenin, onların yaşadıkları her sıkıntıyı hissetmenin ve onca gayrete rağmen bu dertlerin izâlesine imkân vermeyen zorlukları aşamamanın eseridir.
Ebü’l Hasan el-Harakânî kuddise sırruhû hazretlerinin “civanmertlerin nasîbi” dediği hüzün budur ve aslında dervişleri böyle bir mesuliyeti omuzlamaya davet maksadı taşımaktadır. Onun bu vadide söylediği başka sözler de vardır nitekim. Meselâ şöyle der: “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir mü’minin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı yaralayıp acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.”
Civanmertlerin böyle bir mesuliyetin icaplarını yerine getirmedeki ısrar ve devamlılığına işaret bâbında da, “İş kendilerinden el çekmedikçe, civanmertler işten ve hizmetten el çekmez.” buyurur.
Yine de hüznün, bütün bu kabule şayan çeşitlerini de mümkün kılan en güzeli, mü’mine en çok yakışanı, kulun bu dünyada gurbette; sılasından, yegâne var ve yâr olan Rabbi’nden ayrı düştüğü idrâkinin yaşattığı tahassürün hüznüdür. Garipliğin, sıla ve yâr hasretinin, Âlem-i Ervâh’taki safânın zevkinden mahrumiyetin hüznü, “geçici bir oyun ve eğlenceden ibaret” bu dünyaya meylettiren çocukça aldanmalara, gülüp eğlenmelere mani bir rüşt hâlinin, bir kemâlâtın nişanı olmakla güzeldir.
Yâr-ı Hakîkî’den ayrılığın, asıl vatana hasretin ve dünya sürgünlüğünün hüznü; Yunus Emre kuddise sırruhû hazretlerinin, “Derviş bağrı baş gerek / Gözü dolu yaş gerek” dediği gibi, sînede yaradır, gözlerde yaştır ama samimi bir aşkın; sılayı, sevgiliyi hatırlayan, her dâim zikreyleyen diri bir kalbin varlığına alâmet olmakla güzeldir.
Allah Azze ve Celle’nin katında kıymetlidir bu hüzün. Öyle olduğu içindir ki Süleyman Çelebi merhûm, münacâtında Rabbi’nden rahmet, mağfiret, inâyet ve muhabbetini isterken, “Gözü yaşı hakkı çün âşıkların / Bağrı bâşı hakkı çün sâdıkların” diyerek araya bu güzel hüznün sahiplerini koymuştur.