Aramak

Derviş Bohçası

TASAVVUF IV

“Bizim ilmimiz Kur’an ve Sünnet’le kayıtlıdır” buyuran Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, bu sözü ile tasavvufun herhangi bir dış kaynağa dayanmadığını, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den neşvünema bulduğunu dile getirmiş olur. Sûfîlerin tasavvuf tanımlarına baktığımızda bu durumu açıkça görürüz. Zira her tasavvuf tanımı, bir ayet-i kerimenin tefsiri ya da bir hadis-i şerifin hayata geçirilmiş hâlidir. 

Sûfîler tasavvufu tanımlarken, ilâhî kelâmın ve nebevî hikmetin özünü dillendirirler. Mesela Abdülkadir Geylânî hazretlerinin “Tasavvuf, Hakk’a karşı sadakatli, halka karşı güzel ahlâklı olmaktır” tanımının şu ayet-i kerimelerden süzüldüğünü anlayabiliriz: “De ki: Şüphesiz benim namazım da diğer ibadetlerim de hayatım ve ölümüm de Âlemlerin Rabbi Allah içindir” (En’âm 162) ve “Onlar bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever.” (Âl-i İmrân 134) 

Sıdk, kişinin yapıp ettiklerinde, sözlerinde, niyetlerinde samimi olması, amellerini sadece Allah için yapması, gönlünü hile ve riyadan arındırmasıdır. Her işinde doğru olan, hareketlerinde ve sözlerinde samimi, kalbinde art niyet taşımayan kimselere sâdık denir. 

Sadakat ise sıdkın süreklilik kazanmış halidir. Yani kalbin Allah’a yönelmesi, dilin zikirde, bedenin kullukta sebat etmesidir. İşte bu sebat sayesinde kul nefsinin esaretinden kurtulup ihlâs, sabır ve teslimiyete ulaşır. Böyle bir kul da haliyle insanlara güzel davranır. 

İnsanlara karşı güzel ahlâk, onların kusurlarını örtmek, affetmek, yardımda bulunmak ve incitmemektir. Zira her varlık aynasında Allah’ın isimleri tecelli etmektedir. 

Amr b. Osman el-Mekkî hazretleri tasavvufu; “Kulun her zaman, o vakitte yapılması en iyi olan şeyle meşgul olması” olarak tanımlar. İnsanın en büyük sermayesi kendisine bahşedilen hayattır ve o hayat sınırlı bir zaman diliminden ibarettir. Bu durumda, insanın kendisine yapabileceği en büyük zulüm ve haksızlıklardan biri, bu kıymetli zamanı boşa harcamak, gereksiz işlerle çarçur etmektir. Madem insan zamanın akıp gitmesine karşı eli kolu bağlıdır. Öyleyse bu akışa seyirci olmak yerine onu en verimli şekilde değerlendirmekten yani en hayırlı amellerle geçirmekte daha akıllıca bir iş yoktur. 

Geçmişin pişmanlığı ve geleceğin vehimleri şimdiki zamanın da boşa geçmesine sebep olur. Sûfî hangi hal içindeyse, halin gereğini yerine getirir. Sevinçte şükür, darlıkta sabır, nimet geldiğinde kanaat, musibet geldiğinde teslimiyet gösterir. Zamanın da Hakk’ın emrine tâbi olduğunu bilir. Hakk’ın muradını öncelediği için vaktin gereğini yerine getirir. Bu durumda bazen susmak konuşmaktan hayırlıdır, bazen hizmet etmek nafile ibadet etmekten üstündür. Böylece “vakti kuşanan” sûfî, içinde bulunduğu anın hikmetini sezip ona göre hareket eder. 

Nitekim Allah Teâlâ; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın” (Haşr 18) buyurmuştur. Bu ayet insana ebedi yolculuğun menzili olan âhiret hayatı için ne hazırladığına bakmasını öğütler ki bu da kulun içinde bulunduğu vaktin farkında olmasını gerektirir. 

Kısacası vaktin farkında olmak, geçmiş ve gelecek ile meşgul olmayı bırakıp, içinde bulunulan vakti en iyi şekilde değerlendirmektir. Vaktin hakkını vermek kulluğun ta kendisidir.

İslâm teslimiyettir. Müslim ve mümin, gönüllü olarak Rabbi’ne teslim olan, iradesini O’nun iradesiyle uyumlu kılmaya çalışan kişidir. İbadetler, sabır, şükür, rıza ve tevekkül hep bu teslimiyetin meyveleridir. Ebû Sehl Muhammed b. Süleyman hazretlerine tasavvufun ne olduğu sorulduğunda, “Rabb’e itirazdan yüz çevirmektir” cevabını verir. 

Sûfî hem bedenen hem de kalben Rabbi’ne itirazdan vazgeçmiş, O’nun bütün fiillerinden razı olmuş kişidir. Zaten gerçek sevginin alameti de sevgilinin her halinden razı olmaktır. Bu durumda sûfî, Rabbi’nden gelen halleri sorgulamaz. Nimet gelirse şükreder, bela ve musibet gelirse sabreder. İtirazın nefsin sesi, teslimiyetin ise kalbin ameli olduğunu bilir. Bu sebeple aklının almadığı meselelere şahit olduğunda Rabbi’nin hikmetini görmeye ve olayların arkasındaki manayı idrak etmeye gayret eder. 

Rabb’e itirazdan yüz çevirmek, kendini bilmenin tezahürüdür. Çünkü insan gayet zayıf, aciz, fani ve yarının ne getireceği hakkında hiçbir fikri olmayan bir varlıktır. Böyle aciz bir varlığın, Âlemlerin Rabbi’nin fiillerini sorgulayıp itiraz etmesi ise kendini bilmezlikten ve cehaletten başka bir şey değildir. 

Rabb’e itirazdan yüz çevirmek, aslında Rabb’in her işinin hayır olduğunun ve O’nun hikmetsiz iş yapmayacağının da farkında olmaktır. Mutlak kudret ve ilim sahibi olan bir zâtın işlerinin abes olması zaten düşünülemez. Nitekim Allah Teâlâ “Onlar başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Doğrusu biz Allah’a aitiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler” (Bakara 156) buyurarak, sevdiği kullarının sınavlar karşısındaki tavrını anlatır. Onlar bütün benlikleri ile Allah’a teslim olmuş ve itiraz putunu kırmışlardır. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy