Aramak

Güldeste

Keşif ve İlhamın Ölçüsü

17. yüzyılın Nakşibendî mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektubât’ında şöyle der: 

Bilmelisin ki, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin Kitap, Sünnet ve selefin eserlerinden çıkardığı sağlam itikat, sâlikin yoldaki en zaruri ihtiyaçlarındandır. Kitap ve Sünnet’i, hak ehlinin yani Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin cumhurunun, yine Kitap ve Sünnet’ten anladığı manalardan hareketle yorumlamak kaçınılmazdır. Mesela keşif ve ilham yoluyla bu manalara ters düşen bir şey ortaya çıkarsa buna itibar edilmemeli ve ondan Allah Teâlâ’ya sığınmalıdır.

Zâhirî manalarından vahdet-i vücûd, ihata ve zâtî beraberlik anlaşılan ayet ve hadislere gelince: Hak ehli âlimler bu ayet ve hadislerden bu manaları anlamamıştır. Şayet sâlike yolculuğu sırasında bu manalar açılırsa, yani tek mevcûdun dışında bir şey görmezse ya da Allah Teâlâ’nın zâtını kuşattığını anlarsa veya O’nu kendi zâtına yakın bulursa, bu noktada sâlik, halin baskınlığı ve vaktin sekri sebebiyle mazur sayılabilir. Ancak bu durumda ona yakışan, Allah Teâlâ’ya iltica etmek, bu çıkmazdan kendisini kurtarması, hak ehli âlimlerin görüşlerine uygun olan işleri kendisine açması ve kıl kadar bile olsa onların hak olan itikatlarına ters düşen şeyler göstermemesi için sürekli yalvarmaktır.

Özet olarak, hak ehli âlimlerin anladığı manaları keşfin doğruluk ölçüsü yapmalı ve ilhamı bu manalardan başka bir ölçüye vurmamalıdır. Zira o âlimlerin anladığı manalara ters düşen manalara itibar edilmez. Çünkü her sapkın bid’atçı inandıklarının aslının ve dayanağının Kitap ve Sünnet olduğunu iddia eder. Kısır anlayışıyla Kur’an ve Sünnet’ten hak ehli âlimlerin görüşlerine uymayan anlamlar çıkarır.

“Allah onunla birçok kimseyi saptırır, çoklarını da doğru yola iletir.” (Bakara 26)

Ben yalnızca şunu söylerim: Hak ehli olan Ehl-i Sünnet âlimlerin anladığı manalara itibar edilir. Bunun dışında kalan ve bu manalara ters düşen şeylerin bir değeri yoktur. Çünkü o Ehl-i Sünnet âlimleri bu manalara sahabenin ve selef-i sâlihinin eserlerini inceleyerek ulaştılar. Yollarını aydınlatan ışığı hidayet yıldızlarından iktibas ettiler. Bu yüzden de ebedî kurtuluş onlara mahsus ve sonsuz felah onların nasibi oldu.

“İşte onlar Allah’ın tarafında olanlardır. Muhakkak ki başarıya ulaşacak olanlar, Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mücâdile 22)

Eğer bazı âlimler sağlam bir akideye sahip olmakla birlikte teferruatta gevşek davranıyorsa ve amel hususunda kusurları varsa, bundan dolayı mutlak olarak bütün âlimleri kötülemek yakışık almaz. Şayet onlar bütünüyle yerilirse bu insafsızlık ve inatçılıktan başka bir şey olmaz. Hatta bu tutum dinin kesin olan hükümlerinin çoğunu inkâr anlamına gelir. Çünkü bu kesin hükümleri bize ulaştıran, iyisinin ve kötüsünün arasını ayıran o âlimlerdir. Onların hidayet nuru olmasaydı hidayete eremezdik. Doğruyu yanlıştan ayırmasalardı sapıtırdık. Onlar bütün çabalarını dosdoğru dini yüceltmek için harcayanlar ve birçok insanı sırat-ı müstakime yönlendirenlerdir. Kim onlara tâbi olursa kurtulur, felaha erer. Kim de onlara ters düşerse apaçık yoldan sapar ve saptırır.

Bilinmelidir ki, en sona yani sülûk menzillerini tamamlayıp velâyet derecelerinin en uç noktasına ulaştıktan sonraya ilişkin sûfilerin inançları, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiği inançların aynısıdır. Bir farkla ki, âlimler bu inançlara nakil (ayet, hadis) ve delillendirme yolu ile ulaşmış, sûfiler ise keşif ve ilhamla varmıştır. Eğer bazı sûfiler için yolculuk esnasında sarhoşluk ve halin baskınlığı sebebiyle bu inançlara ters bir şey ortaya çıksa da bu makamları aşıp işin sonuna vardığında bu terslik toz olur, yok olup gider. Şayet böyle olmayıp da yolun ortasında kalırlarsa o terslik üzerine devam ederler.

Ancak bu ters düşmeden dolayı hesaba çekilmeyecekleri umulur. Çünkü bu durumda sâlikin hükmü, hüküm çıkarırken yanılan müçtehidin hükmü gibidir; sâlik de keşifte yanılmıştır.

Tasavvuf yolunu tutmuş kişinin, işin aslını ve hakikatini kavramadan önce, kendi keşif ve ilhamına ters olsa bile Ehl-i Sünnet âlimlerine uymayı zorunlu görmesi gerekir. Âlimlerin söylediklerinin doğru, kendisinin hatalı olduğuna inanmalıdır. Çünkü âlimlerin dayanağı, kesin vahiyle desteklenmiş, hata ve yanılgıdan korunmuş olan peygamberlere uymaktır. Sâlikin keşif ve ilhamı ise kesin hükümlere aykırı olması durumunda hatalı ve yanlıştır.

Âlimlerin sözleri karşısında keşfe öncelik vermek, gerçekte keşfi Allah tarafından indirilmiş olan kesin hükümlerin önüne geçirmektir. Bu ise katıksız sapkınlık ve hüsrandır. Kitap ve Sünnet’in gerektirdiği şekilde inanmak zorunludur.

Bunun yanında müçtehit imamların Kitap ve Sünnet’ten çıkardığı hükümlerin gereğince amel etmelidir. Müçtehit imamlar Kitap ve Sünnet’ten helal, haram, farz, vacip, sünnet, müstehap, mekruh, şüpheli ve benzer hükümler çıkarmışlardır. Bu hükümleri bilmek de zorunludur. Taklit derecesinde bulunan kimselerin, Kur’an ve Sünnet’ten müçtehidin görüşüne ters hükümler alması ve o hükümlere göre amel etmesi caiz değildir.

Amel ederken, taklit ettiği ve tâbi olduğu müçtehidin mezhebindeki en öncelikli görüşü seçmelidir. Bid’attan kaçınmalı, azimetle amel etmelidir. Mümkün olursa bütün müçtehitlerin görüşlerini dikkate alarak amel etmelidir; böylece yaptığı iş bütün müçtehitlere göre geçerli olur. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy