Aramak

Mezhepler ve Önemi

Mezhepler ve Önemi

Hak mezhepler İslâm’ın bizzat kendisi olmamakla beraber Hz. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in ve Ashab-ı Kiram’ın anlayış ve uygulamalarını (sahih anlamı) muhafaza eden kalelerdir. Hiçbir mezhep İslâm’ı tek başına temsil etmez, böyle bir iddiaları da yoktur. Fakat dinimizi yaşamak için önümüzdeki en doğru ve selametli yol mezheplerdir.

Mezhep kelime olarak “gidilecek yol” anlamına gelir. İslâmî ilimlerde mezhep, “itikat veya amelî konuların anlaşılması ve hükümlerinin tespiti için ehil âlimlerin kabul ettikleri usullere” denilir. 

Âlimlerin Kur’an ve Sünnet ile diğer naklî ve aklî delillerden hükümler çıkarmak için belirledikleri bazı özel usuller vardır. Dinî konuların hükümlerini ortaya çıkarmak için bu usullere uygun içtihat etmişlerdir. Bunlar mezheplere göre değişmektedir. 

İslâm’da itikatta iki, amelde ise dört mezhep hak kabul edilmektedir. Diğer taraftan “İslâmiyet sırat-ı müstakim dinidir, kitabı ve peygamberi bir olduğu halde neden ve nasıl bu kadar mezhep ortaya çıkmıştır?” “Dindeki bu farklılıkların sebebi nedir?” “Tek mezhep olamaz mı?” gibi bazı sorular zihinleri kurcalamaktadır. 

Bu ayki ve devamındaki yazımızda bu tarz soruları cevaplandırmaya çalışacağız. Bu yazımız mezhepleri tanıtmaya ve tarihî arka planını açıklamaya yöneliktir. 

İçtihada duyulan ihtiyaç

İçtihat yeni ortaya çıkan bir durumun dinî kaynak ve deliller ışığında hükmünün ortaya çıkarılmasıdır. Dinin özellikle dünyevî tarafında içtihat zorunludur. Çünkü fıkhî konularla ilgili nasların sayısı sınırlı, insanların karşılaşacağı durumlar ise sayamayacağımız kadar çoktur. 

Kur’an-ı Kerim’de fıkhî konularla ilgili yaklaşık 500 ayet bulunmaktadır. Fıkıh ile ilgili hadisler de 4000 civarındadır ve bunların temel olanları da 500 civarında kabul edilmektedir. Böyle açık hüküm bildiren ayet ve hadislere “nas (veya nass)” denilir. 

İslâm, kıyamete kadar ve dünyanın her tarafında, her toplumda geçerli olarak gönderilmiştir. Bu da demektir ki Kur’an ve Sünnet’in muhatapları yaşayışları, idrakleri bakımından farklı farklı insanlar olmuştur ve olacaktır. Bu yaşayış farklılıkları farklı içtihatları gerektirmektedir. 

Ayrıca sayı olarak sınırlı naslarla, sayılamayacak kadar çok olayın İslâmî hükmü nasıl verilecektir? Mesela bugün borsa, sigorta, organ nakli gibi birçok yeni olay ortaya çıkmıştır. Bunların fıkhî ve itikadî açılardan değerlendirilmeleri gerekir. Üstelik Kur’an-ı Kerim’de hükümler genellikle öz olarak geçer. Mesela namazın kılınması, orucun tutulması, zekâtın verilmesi, haccın yapılması emredilir ama nasıl yapılacakları açıklanmaz. 

Bu açıklamalar sünnete bırakılmıştır. Hz. Peygamber’in sünnetinde Kur’an hükümleri ile ilgili pek çok ayrıntılı malumat vardır. Fakat bunların özellikle sosyal hayat ile alakalı olan bir kısmı Asr-ı Saadet’teki Arabistan toplumuna göre açıklanmıştır. 

İşte karşılaşılan yeni olayların çözümü için daha Hz. Peygamber devrinde sahabe tarafından içtihat ve kıyas dediğimiz akıl yürütme faaliyeti başlamıştır. Daha sonra gelen İslâm âlimleri karşılaştıkları meselelerle ilgili naslardan hüküm çıkartırken çeşitli usuller belirlemişlerdir. 

Bu usuller âlimlerin yaşadıkları yere göre değişiyordu. Çünkü bir bölgede yaşayan insanlar için verilen bir hüküm veya fetva diğer bir bölgedeki insanlara çok ağır veya hafif gelebilir, bu da İslâm’ın kabul etmeyeceği bir sonuç doğurabilirdi. Âlimlerin meseleleri çözmedeki usul farklılıkları ve farklı içtihatları zamanla mezhepleri oluşturmuştur. 

Mezheplerin oluşmasında önemli bir sebep de bazı ayet ve hadislerin farklı hükümler çıkarılmasına müsait olmalarıdır. 

Hak olan itikadî mezhepler

Bilindiği gibi İslâm’ın hükümleri itikadî, amelî ve ahlâkî olarak üçe ayrılır. Ahlâkî konular daha çok tasavvufun alanına girer. İtikadî hükümler inanç konularını, amelî hükümler ise ibadet ve davranışları konu aldığından mezhepler itikadî ve amelî olarak ikiye ayrılırlar. 

İmrân b. Huseyn radıyallahu anh’ın rivayet ettiğine göre Hz. Nebi sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur ki: “İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra onların peşinden gelenlerdir. Sonra da onların peşinden gelenlerdir.” (Buhârî, Şehadât 10) Hadiste sıralanan Ashâb, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn devirlerindeki sünnî Müslümanların saf ve temiz bir akideleri vardı. Bunlara “selef: öncekiler”, itikatlarına “selef akidesi” denilirdi. Selef Müslümanlar itikadî konularda tartışmaya girmekten kaçınırlar, ilgili naslara tartışmasız ve olduğu gibi iman ederlerdi.

Sünnî itikadî mezhepler kurucularına nispetle Eş’arî ve Mâturîdî olmak üzere ikidir. Mâturidî mezhebinin temelleri Ebû Hanife rahmetullahi aleyh’e kadar gider. Bu mezhebi sistemleştiren ve kurucusu olan âlimimiz ise Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâtürîdî es-Semerkandî rahmetullahi aleyh’tir. 

İmam Mâtürîdî Semerkand’ın bir köyü olan Mâturid’de doğmuş ve Semerkand’da vefat etmiştir (v: h. 333, m. 944). Kelam ilmi yanında tefsir, fıkıh ve usulü, mezhepler tarihi sahalarında da eserler vermiştir. 

Eş’arî mezhebi ise Ebü’l-Hasen Alî b. İsmail el-Eş’arî el-Basrî (v: h. 324, m. 935) tarafından kurulmuştur. İmam Eş’arî, önceleri akla gereğinden fazla önem veren Mutezile mezhebine mensup iken bunlardan ayrılmış ve devrindeki sünnî âlimlerin yoluna geçmiştir. Sonra Bağdat’a yerleşen İmam burada usulünü/mezhebini geliştirmiştir. 

Her iki âlim de sahih İslâm itikadını korumuş ve bâtıl inanışlara karşı tahkim etmişler ve zamanlarındaki sapık fırkalar ile İslâm dışındaki dinlere karşı büyük mücadele vermişlerdir. 

İtikadî mezhepler arasındaki fark

Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de Müslümanların çoğunluğu Ehl-i Sünnet olan Eş’arî ve Matûrîdî mezheplerine mensuptur. İslâm’da fıkhî konularda görüş ayrılıkları zenginlik kabul edilirken itikadî konularda ayrılıklar pek iyi görülmez. Zaten dikkatli incelendiğinde bu iki sünnî mezhebin arasındaki ihtilaflar dinin asıl ve özünde değil, ayrıntında olduğu görülür. Asıl derin görüş ayrılıkları bid’atçi mezheplerde bulunur. 

Bir tasnife göre Eş’arîler ve Mâturidîler arasındaki görüş ayrılıkları temelde on üç kadar olup teferruatta yetmiş kadardır. Bu yüzden bu mezheplerin mensupları birbirlerini küfür veya sapıklıkla suçlamazlar. 

Bu ihtilaflara şu örnekleri verebiliriz: Eş’arîlere göre güzellik ve çirkinlik Allah celle celâlüh emrettikten veya yasakladıktan sonra ortaya çıkar. Mesela âdil olmak Allah böyle davranmamızı emrettiği için güzeldir. Mâturidîlere göre ise Allah güzel olanı emreder; âdil olmak güzel olduğu için Allah tarafından emredilmiştir. Neticede her iki mezhep açısından adalet gibi dinen kabul edilen şeyler güzel, zulüm gibi yasaklanan şeyler çirkindir. 

Ehl-i hak, ehl-i bid’at 

Bugün dünyadaki Müslümanların yaklaşık olarak yüzde 90’ı Sünnî, yüzde 8’i Şiî, kalanı da farklı mezheplerdendir. Ehl-i Bid’at mezhepler nüfus olarak az olsalar da çeşit olarak daha çokturlar. 

Bid’at mezhepler önce İslâm’dan çıkmalarına göre değerlendirilirler. Bunların küfre düşenlerinden bugün hâlâ müntesipleri bulunanlar Bahaîler, Nusayrîler ve Dürzîlerdir. Küfre düşmeyenlerin başında, beşinci mezhep de denilen Şia’nın bir kısmı gelir. Bu yüzden Şiîliğe ayrı bir paragraf açmakta fayda var.

Başlangıçta siyasî bir hareket olan Şia zamanla itikadî ve fıkhî birçok kola ayrılmıştır. Ehl-i Sünnet’e en yakın çizgide olanları Yemen’deki Zeydîlerdir. Şia’nın içinde Hz. Ali radıyallahu anh’a ilâhlık isnat edenler, onun dışındaki diğer halifeleri tanımayanlar, Pers kültürü veya Şamanizm adetlerini İslâmiyet içinde devam ettirmeye çalışanlar gibi değişik gruplar vardır. En kalabalıkları İmamiyye, İsnâ Aşeriyye ve Câferiyye denilen koludur. İran, Irak, Ortadoğu, Azerbaycan’da yaygındır. 

Kendilerini Selefî-Hanbelî olarak gören Vehhabîler (Arabistan) ve Hâricîliğin kolu olan İbâdiler de (Umman, Kuzey Afrika) günümüzdeki diğer bid’atçi mezhepler arasındadır. 

Sünnî fıkhî mezhepler ise bugün dört mezhep olarak bilinen Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleridir. İlk asırlarda müstakil mezhep kurucusu olarak kabul edilebilecek müçtehitlerin sayısı yirmiye yakındı. Fakat dört mezhep imamı haricindeki bu müçtehidlerin mezhepleri gelişemediğinden devam etmemiştir. Bu mezheplerin mensupları zamanla diğer sünnî mezheplere karışmış, az bir kısmı ise Şiîlik tesirine girmişlerdir. 

Bu imamların bazıları şunlardır: Hasan-ı Basrî, Abdurrahman b. Muhammed el- Evzâî, Süfyân b. Saîd es-Sevrî, İshak bin Râhuye, Ebu’l-Hâris el-Leys, Ebû-Ca’fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Dâvud b. Alî ez-Zâhirî, Cafer es-Sâdık rahmetullâhi aleyhim ecmaîn. 

Tarihî süreç

Fıkhî konulardaki ihtilafların görülmesi Asr-ı Saadet’e kadar gider. Ashab-ı Kiram arasındaki ihtilaflı meseleler, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem tarafından çözülüyordu. O’nun vefatından sonra sahabilerinin çoğu Hicaz’da kaldılar. Bazıları ise İslâm’ı tebliğ ve öğretmek için Irak, Mısır, Suriye gibi bölgelere gittiler. 

Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Mesud radıyallahu anhüm gibi fakih sahabiler Kûfe’ye (Irak) gidenlerdendi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer radıyallahu anhümâ zamanlarında pek ihtilaf olmadı. Hatta Hz. Ömer, Hicaz’daki âlim sahabileri Medine’de toplamış ve dinî meselelerin çözümünü bu meclise bırakmıştı. 

Şunu da ilave etmek gerekir ki Ashab-ı Kiram’ın hepsi ilmî açıdan aynı seviyede değildi. Sahabe arasında fıkıh kabiliyeti ve fetva sayısına göre üç grup vardı. 

• Müksirûn (çok fetva verenler): Bunlar Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mesud, Hz. Aişe, Hz. Abdullah b. Ömer, Hz. Zeyd b. Sabit olmak üzere yedi sahabedir. Her birinin bir kitap tutacak kadar fetvaları vardır. Radıyallahu anhüm. 

• Mütevassıtûn (orta sayıda fetva verenler): Bu grupta ise yirmi kadar sahabi âlimi vardır. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ebû Hüreyre, Hz. Osman, Hz. Enes b. Mâlik, Hz. Ebû Musa el-Eş’arî, Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas, Hz. Selman-ı Fârisî, Hz. Muaz b. Cebel bunlardandır. Radıyallahu anhüm. Bunların fetvaları küçük ebattaki kitaplara sığacak kadardı. 

• Mukillûn (az fetva verenler): Bunlar yüz yirmi kadar sahabidir ve hepsinin fetvalarının toplamı bir cilde sığar. 

Bu sınıflandırma sadece fıkıh açısındandır. Ashâb âlimlerinin tefsir, hadis gibi ilimlere göre farklı durumları da vardır. Ayrıca müçtehid sahabiler arasında da bir konuda farklı içtihatları olanları da vardı. Cenâb-ı Allah hepsinden razı olsun. Onlar sadece nebevî ilmi aktarmakla kalmamış, İslâm’ı her durumda yaşayabilmek için içtihat usullerini de göstermişlerdir.

Daha sonra, yani Tâbiîn devrinde hem olaylar hem de bunların fıkhî hükümlerindeki ihtilaflar çoğaldı. Özellikle Kûfe şehrindeki âlimler, Hicazlı âlimlere göre farklı tarzda içtihatlar yapıyorlardı. Bu farklı yöntemler mezheplerin oluşmasına zemin hazırladı. 

Sünnî ilim âleminde bu gelişmeler yaşanırken, ayrılıkçı hareketlenmeler de ortaya çıkmaya başladı. Hz. Osman radıyallahu anh’ın şehadeti ile başlayan ve Cemel, Sıffin iç savaşları, Hz. Ali ve daha sonra Hz. Hüseyin radıyallahu anhümâ’nın şehadeti ile devam eden süreçte Şia, Hâricîler, Kaderiyye, Cebriyye gibi bid’atçi gruplar doğuyordu. 

Tâbiîn devrinde büyük şehirlerde âlim sahabilerden istifade eden büyük âlimler yetişti. Bunların en meşhurları Mekke’de Ata b. Ebu Rabah, Medine’de Said b. Müseyyeb, Kûfe’de İbrahim en-Nehâî, Basra’da ise Hasan el-Basrî rahmetullahi aleyhim’dir. Bu zâtlar fıkıh usullerini de aktardıkları mezhep imamlarını yetiştirecekti. 

İslâm, kıyamete kadar ve dünyanın her tarafında, her toplumda geçerli olarak gönderilmiştir. Bu da demektir ki Kur’an ve Sünnet’in muhatapları yaşayışları, idrakleri bakımından farklı farklı insanlar olmuştur ve olacaktır. Bu yaşayış farklılıkları farklı içtihatları gerektirmektedir.

Ehl-i hadis ve ehl-i rey

Bu süreçte zamanla iki fıkıh usulü akımı ortaya çıktı: Fetvalarında sünnetten nakle ağırlık veren Medineliler (Hicazlılar) ve içtihatlarında kıyas gibi aklî delillere daha çok başvuran Kûfeliler (Iraklılar). Çünkü Arabistan Yarımadası’ndaki sosyal hayat Hz. Nebi sallallahu aleyhi vesellem zamanından pek farklı olmadığından, Hicaz uleması Sünnet-i Seniyye ve Ashab’ın ilmî mirası ile yetinebiliyorlardı. Fakat yeni fethedilen yerlerdeki âlimlerin işi daha zordu. Çünkü Arap coğrafyasında daha önce görülmemiş, Kur’an ve Sünnet’te açıkça veya hiç geçmeyen olaylarla karşılaşıyorlardı. Bu sebeple kıyas, istihsan, maslahat gibi yöntemlerin yanında örf ve adeti de dikkate alarak İslâmî çözümler üretmeye çalıştılar. 

Hicazlılara “ehl-i hadis”, Iraklılara “ehl-i rey” denilirdi. Ehl-i hadis, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinin, ehl-i rey de Hanefî mezhebinin omurgasını oluşturacaktı. Mezhep imamlarının yetişip temsil ettikleri bölgelere bakıldığında Kûfe’de İmam Ebû Hanife, Medine’de İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel göze çarpar. Rahmetullahi aleyhim ecmaîn. 

İmam Ebû Hanîfe

“Tebeu’t-Tâbiîn” veya “Etbâu’t-Tâbiîn”; kısaca “Etba” denilen devre müçtehit imamlar devri de denilir. Tarihî sıraya göre ilk müçhehid İmam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh’tir. Asıl ismi Numan b. Sabit olup aslen İranlıdır. Kûfe’de doğmuş (h. 80, m. 699) ve Bağdat’ta hicri 150, miladi 767 senesinde vefat etmiştir. Başlangıçta kelam konularıyla meşgul olduktan sonra tamamen fıkha yönelmiştir. En meşhur öğrencileri İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî, İmam Züfer b. el-Huzeyl ve Hasan b. Ziyad’dır. Rahmetullahi aleyhim ecmaîn.

Denilir ki Hanefî mezhebinin ilk içtihadlarının üçte biri Ebû Hanîfe’ye, üçte ikisi de kısaca “İmameyn” olarak adlandırılan İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e aittir. Fıkıhta muamelât yani insanlar arası ilişkiler konusunda en gelişmiş mezhep olan Hanefîlik, Anadolu, Balkanlar, Orta ve Güneydoğu Asya ve bir miktar da Irak ve Suriye’de yayılmıştır. Bugün Müslümanların yaklaşık üçte ikisi Hanefî’dir. 

İmam Mâlik

İmam Mâlik b. Enes rahmetullahi aleyh (v: h. 179, m. 795) aslen Yemenlidir, fakat Medine’de yaşamıştır. Hem fakih hem de muhaddistir. Diğer bölgelerden hacca gelen âlimler onu da ziyaret etmiş ve ilmî konularda fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Ebû Hanife ve Ebû Yusuf ile görüşmüş, İmam Muhammed’e ders vermiştir. En önde gelen talebelerinden biri İmam Şâfiî, en meşhur eseri el-Muvatta’dır. Bu kitapta kendi içtihadları yanında pek çok hadis-i şerif, Sahabe, Tâbiîn ve Etbâ fetvaları vardır. 

İlmin izzet ve vakarını korumak için şık giyinir, evini de güzel şekilde döşetirdi. “İlim kimsenin ayağına gitmez, ilmin olduğu yere gidilir” der, idarecileri kapısında bekletmekten çekinmezdi. Hakkında herhangi bir nass bulunmayan konularda maslahatı yani yarar-zarar dengesini gözetirdi. İçtihatlarında kıyas gibi aklî delilleri kullansa da ağırlıklı olarak Medine’de yaşayanların nakil ve adetlerini esas almıştır. Hem Emevî hem de Abbâsî devirlerinde halka yapılan çeşitli zulümleri görmesine hatta kendisine de haksızlık yapılmasına rağmen, isyanın daha kötü neticeler verdiğini gördüğünden tarafsız kalmayı tercih etmiştir. Mezhebi daha çok Kuzey ve Batı Afrika ve Endülüs’te biraz da Arap Yarımadası’nda yayılmıştır. 

İmam Şâfiî

İmam Muhammed b. İdris eş-Şâfiî rahmetullahi aleyh Gazze’de doğmuş (h. 150, m. 767) ve Mısır’da vefat etmiştir (h. 204, m. 819). Soyu Kureyş’e dayanır. Babası vefat edince annesi onu iyi yetişsin diye küçük yaşta Mekke’ye götürmüştür. Burada fakirlik içinde yaşarken ilim tahsil etti. Yirmili yaşlarında İmam Mâlik’e talebe oldu vefatına kadar da yanında kaldı. Sonra Yemen ve Bağdat’a gitti. Ebû Hanife’nin talebesi İmam Muhammed’den Irak (Hanefî) fıkhını öğrendi. Tekrar Mekke’ye döndü. 

İmam Şâfiî, Bağdat’ta İmam Muhammed de dâhil olmak üzere Hanefî âlimleri ile münazaralar yapmasına, onlara reddiyeler yapmasına rağmen bu âlimlerle aralarındaki hürmet ve muhabbet devam etmiştir. Bu durum Ehl-i Sünnet âlimlerinin istikamet üzerinde olduklarının bir delilidir. 

Vefatından 5-6 yıl kadar önce Mısır’a gitmeye karar vermesi ilmî hayatının dönüm noktası oldu. Mısırlılar İmam Şâfiî gelene kadar Mâlikî idiler. İmam Şâfiî farklı görüşlerini açıklayınca, İmam Mâlik’in sarığını bile kutsayan Mısırlılar önce sert tepki gösterdiler. Ömrünün sonlarında Mâlikî ve Hanefî fıkıhlarından istifade ederek Mısır’da asıl mezhebini oluşturdu. Artık önceki içtihatlarının (kavl-i kadim) değil, yeni içtihatlarının (kavl-i cedid) tercih edilmesini istedi. Arap dili ve edebiyatına, hadis-i şeriflere vukufiyeti keskin bir âlimdi. İrade ve kader gibi kelam konuları üzerindeki tartışmalardan ve kelamcılardan hoşlanmazdı. Mezhebi Ortadoğu, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan ve Güneydoğu Asya’da Endonezya’da yayılmıştır. 

İlk asırlarda müstakil mezhep kurucusu olarak kabul edilebilecek müçtehitlerin sayısı yirmiye yakındı. Fakat dört mezhep imamı haricindeki bu müçtehidlerin mezhepleri gelişemediğinden devam etmemiştir. Bu mezheplerin mensupları zamanla diğer sünnî mezheplere karışmış, az bir kısmı ise Şiîlik tesirine girmişlerdir.

İmam Ahmed b. Hanbel

Ahmed b. Hanbel eş-Şeybani rahmetullahi aleyh Arap kökenli bir aileden gelir. Bağdat’ta hicri164, miladi 780 senesinde doğmuş ve orada vefat etmiştir (h. 241, m. 855). İlim ve hadis öğrenmek için pek çok seyahatte bulunmuş; Şam, Hicaz, Yemen, Basra, Kûfe gibi şehirlere gitmiştir. İmam Şâfiî’nin öğrencilerindendir. Büyük bir hadisçi ve fakihtir. 

Meseleler karşısında içtihad etmek yerine bildiği hadisler ve selefin fetvalarını naklederdi. Zamanın halifesinin “Kur’an’ın mahluk olduğu” görüşünü dayatmasına direnmiş, bu yüzden iki yıl boyunca çok eziyet görmüştür. En meşhur eseri el-Müsned, ezberinde de bulunan 700 bin civarındaki rivayetten seçtiği 30 bin kadar hadisten oluşur. Ahmed b. Hanbel zamanındaki bid’atçi görüşlere karşı selef akidesini savunmuştu. Mezhebi Arap yarımadasında yaygındır. 

Daha sonra gelen Hanbelîler, Eş’arî veya Mâturidî olmak yerine selefîliği devam ettirmeye çalışmışlar ve bazen diğer sünnîler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Nitekim Takıyyüddin ibn Teymiyye’nin bid’at ve hurafe diye nitelendirdiği uygulamalara gösterdiği aşırı sert tavrı özellikle de tasavvuf ehline haksız tenkitleri sonraki Hanbelîlere de örnek olmuştur. 

Vehhâbîlik ve yeni selefçilik

Muhammed b. Abdülvehhâb (ö.1206/1792), Ahmed b. Hanbel’den sonra ikinci imam kabul ettiği İbn Teymiyye’nin fikirlerinden hareketle günümüzde Vehhâbîlik denen akımı başlatmıştır. Bugün selefîlik saf İslâm inancı gibi sıfatlar ile pazarlanan fikirler temelde Vehhâbîliktir. 

Vehhâbîlik önce Suud ailesinin daha sonra Osmanlı düşmanı olan Fransız ve İngilizlerin desteği ile güçlenmiştir. Bunlar Muhammed b. Abdülvehhâb’ı imam kabul etmekle beraber kendilerine Vehhâbî demez, “Muvahhidûn”, “Ehl-i Tevhid”, “Ehl-i Hadis”, “Selefiyye” sıfatlarını kullanırlar. Vehhâbî selefî fikirler, günümüzde DEAŞ gibi paravan örgütleri kuran ve kullanan batılı devletlerin desteği ile cahil ve saf Müslümanlar arasında yayılmaktadır. Kendi fikirlerine katılmayan Müslümanları hoyratça kâfirlikle itham edebildiklerinden, aralarında Eş’arî ve Mâturîdîlerin küfre düştüğünü söyleyenleri de vardır. 

Mezhepler konusunda bilinmesi gereken bir gerçek de şudur: Hak mezhepler İslâm’ın bizzat kendisi olmamakla beraber Hz. Nebî sallallahu aleyhi vesellem’in ve Ashab-ı Kiram’ın anlayış ve uygulamalarını muhafaza eden kalelerdir. Hiçbir mezhep İslâm’ı tek başına temsil etmez, böyle bir iddiaları da yoktur. Fakat dinimizi yaşamak için önümüzdeki en doğru ve selametli yol mezheplerdir. Mezheplerin hem usullerinin yani sistemlerinin hem de içtihatlarının gelişip bugünkü hallerine gelmesinde binlerce âlimin emekleri vardır. 

Mezheplerin göz ardı edilmesi veya tamamen reddi ise iddia edildiği gibi ümmetin birliğine değil, herkesin kendi anlayış ve uygulamasını öne sürmesi ile tamamen parçalanmasına yol açacaktır. 

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy