Mîsak ve Ahit
Allah’a ahitte bulunmak, O’na iman etmenin görev ve sorumlulukları yerine getirmek demektir. Bu da istikamet üzere dosdoğru olmak, kâfirlere karşı sert, müminlere yumuşak olmak, Hucurât suresinde belirtilen imanî ve ahlâkî ilkelere riayet etmektir. İmanın kişinin kendisi hakkında, diğer insanlarla olan münasebetlerinde ve tabiatla ilgili yüklediği görev ve haklara riayet etmek demektir.
Mîsak, Kur’an-ı Kerim’in ana kavramlarındandır. Müslümanın halka halka genişleyen sorumluluklarını ortaya koyar. Kur’an-ı Azîmuşşan, Yahudilerin Hz. Musa aleyhisselâm’ın tebliğine karşı vurdumduymaz tutumlarına atıfta bulunarak, bireysel ve toplumsal boyutta Müslümanca tutumun ne olduğunu bu kavramla belirtmiştir.
Mîsakın anlamı
Mîsak kelime olarak “sağlamlaştırılmış, pekiştirilmiş, kuvvetlendirilmiş söz veya antlaşma” anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de kulların Allah’a verdiği sözleri ifade etmek için kullanılır. Mîsak sadece bir vaat değil, aynı zamanda manevi ve ahlâki bir sorumluluk yükleyen, bozulması ağır sonuçlar doğuracak bir antlaşmadır.
Kavram, Kur’an-ı Kerim’de 25 ayette geçmektedir. Bu kelimenin eş anlamlısı olarak “ahit” kelimesi de kullanılmıştır. Her iki kelime de “söz, antlaşma ve taahhüt” anlamlarına gelse de kullanıldıkları bağlam, vurgu ve nitelikleri farklılık arz etmektedir.
Mîsak kelimesinin odak noktası kulların Allah’a verdiği, bozulduğunda ilâhî cezayı gerektiren söz olmasıdır. Yeminle sağlamlaştırılmış söz demektir. Ahitten daha kuvvetli olan mîsakta söz verenin tazarru hali, yani boyun bükmesi söz konusudur. Yerine getirilmesi gereken yükümlülükler yapılmadığında hemen ardında büyük cezaların verileceği anlamı bulunmaktadır.
İsrailoğulları ile özdeş
Mîsak kavramı Kur’an-ı Kerim’de İsrailoğulları ile özdeşleşmiş gibidir. Çünkü her defasında umursamaz bir tavırla sınırları zorlamışlar ve yine her defasında bir daha Allah’a ihanet etmeyeceklerine dair mîsak/söz vermişlerdir. Allah verdikleri sözü bozduklarından dolayı onlardan mîsak almıştır. Ayet-i kerimede bu hadise mealen şöyle beyan edilir:
“Ve bir zaman, ey İsrailoğulları, sizden bu konuda kesin mîsak almıştık. Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, akraba ve ebeveyninize, yetimlere ve fakirlere iyilikte bulunacaksınız, bütün insanlarla güzellikle konuşacaksınız, namazlarınızda dikkatli ve devamlı olacaksınız ve karşılıksız yardımda bulunacaksınız. Ama birkaçınız dışında mîsakınızı bozdunuz. Zaten siz inatçı ve isyankâr bir toplumsunuz.” Ardından; “birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden kesin bir misâk almıştık. Siz de kabul etmiştiniz, şimdi de buna şahitlik ediyorsunuz.” (Bakara 83-84)
Benzer bir kavram: Ahit
Ahit ise sadece kulların Allah’a verdiği söz anlamında olmayıp, daha geniş anlamda insanların birbirlerine verdikleri söz ve her türlü anlaşmalar için kullanılmaktadır. Bu kavram, yapılan anlaşmanın gereğini yerine getirme anlamını taşımaktadır. Yahudilerin yerine getirmeyi söz verdikleri şeylerin bir belgesi olarak Tevrat’a “Ahd-i Atik” denilmiştir.
Ahit kavramı mîsak kavramına göre daha geniş anlamlı kullanılır. Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim’de ahit kelimesinin Allah’a verilen taahhüt (ahdillah) anlamında bir söz dizimi de bulunmaktadır.
“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah’a karşı verdiğiniz sözü yerine getirin, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Çünkü Allah’ı üzerinize kefil yaptınız. Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir!” (Nahl 91) mealindeki ayette zikredilen “ahdillah” kelimesinde, mümin ve muvahhid olmanın bütün gereklerini yapmaya dair Allah’a söz verme vardır.
Başka bir ifadeyle Allah’a ahitte bulunmak, O’na iman etmenin görev ve sorumlulukları yerine getirmek demektir. Bu da istikamet üzere dosdoğru olmak, kâfirlere karşı sert, müminlere yumuşak olmak, Hucurât suresinde belirtilen imanî ve ahlâkî ilkelere riayet etmektir. İmanın kişinin kendisi hakkında, diğer insanlarla olan münasebetlerinde ve tabiatla ilgili yüklediği görev ve haklara riayet etmek demektir. Allah’a söz vermek ticarette, siyasette ve uluslararası ilişkilerde verdiği bütün sözlerin ve taahhütlerin gereğini yapmaktır. Hiçbir çıkar ve korku, Müslümanı sözünden alıkoyamaz. Çünkü bütün bu anlaşmaların mutlak şahidi Allah’tır. Ve âhirette büyük mahkemede yaptıklarının hesabını verecektir. Eğer verdiği sözden dönerse bir sonraki ayette geçen benzetmedeki duruma düşme riski vardır:
“İpliğini sağlamca büktükten sonra söküp bozan (kadın) gibi olmayın. ‘Bir topluluk diğer topluluktan (malca ve sayıca) daha çok’ diye yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat (mevzuu) edinir misiniz? Her halde Allah sizi bununla imtihan eder. Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi ise kıyamet gününde elbette size açıklayacaktır.” (Nahl 92)
Zararına da olsa söze sadakat
Verdiği sözü tutma konusunda İslâm tarihinde nice örnekler bulunmaktadır. Bunlardan biri Mekkeli müşriklerle Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem arasında imzalanan Hudeybiye Antlaşması’dır. Bu anlaşmaya göre Müslümanlara sığınacak biri tekrar müşriklere iade edilecektir. Anlaşmanın bu maddesi Müslümanların aleyhine görünen ağır bir maddedir. Ebu Cendel radıyallahu anh müşriklere iade edilenlerden biridir.
Ebu Cendel, Hudeybiye Antlaşması imzalandıktan hemen sonra kaçarak Müslümanların kampına zincirleri sürünerek gelmiştir. Ancak müşrik olan babası Süheyl b. Amr onu geri istemiştir. Müslümanlar bu duruma karşı çıkmalarına rağmen Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem bu ağır şartı kabul etmiş ve Ebu Cendel’e;
– Sabret ve kendini tut. Şüphesiz Allah senin için ve senin gibi zayıf düşmüşler için bir çıkış yolu ve kurtuluş bahşedecektir. Biz o kavimle bir ahit imzaladık. Ahdimize vefayı da kendimize borç bildik, demiştir.
Ebu Cendel, bu söz üzerine babasına teslim edilmiş ve Mekke’ye geri götürülmüştür. Ancak o ve onun gibi Mekke’de zulüm gören diğer Müslümanlar bu duruma razı olmamışlardır. Onun gibi Hudeybiye’den sonra Mekke’den kaçan, ancak Medine’ye giremeyen yaklaşık 70 Müslüman Kızıldeniz sahilinde bir yerleşim yeri olan Îs bölgesinde toplanmışlardır. Bu grup “Asîs: Âsiler” veya “Müslüman direnişçiler” olarak anılmıştır. Mekkeli müşriklerin kervanlarına saldırılar düzenleyerek ticarî bakımdan büyük sıkıntı vermişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’de mîsak
Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın en çok İsrailoğulları’ndan mîsak/söz aldığı bildirilmektedir. İsrailoğulları’yla ilişkili olarak mîsak kelimesinin kullanımında ağır bir şekilde cezalandırma tehdidi vardır. Çünkü onlar verdikleri sözlerden sürekli dönmüşler ve Allah’a ihanet etmişlerdir.
“Hatırlayın, sizden (Tevrat’la amel edeceğinize dair) sağlam bir söz almış, üzerinize de dağı kaldırmıştık. ‘Size verdiğimizi sıkı tutun, onda bulunanları daima hatırlayın; umulur ki korunursunuz’ (demiştik).” (Bakara 63)
Ancak onlar bu sözlerinde durmamışlardır. Allah, Hz. Musa aleyhisselâm’ı Tur Dağı’na kırk gün için çağırdığında hemen onun arkasından buzağıya tapmışlar, “bu işe kim karıştıysa kendi aranızda cezasını verin” emrini yerine getirmeleriyle de tevbeleri kabul edilmiştir.
Bununla birlikte Allah Teâlâ taptıkları buzağıya bir daha dönmemeleri için onlardan kesin bir söz/mîsak almıştır. Yine de küfre düşmüşler ve Hz. Musa aleyhisselâm’a verilen Tevrat’taki emirlere uymada lakayt bir tutum sergilemişlerdir. Bunun neticesinde Allah Tur Dağı’nı başlarına kaldırarak onlardan bir kez daha söz almıştır. Bakara suresi 64. ayette Yahudilerin Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve O’na itaat etmekten yüz çevirdikleri için ağır bir cezayı hak ettikleri bildirilir.
Vurdumduymaz ve dönek bir kavim
Mîsak yani ağırlaştırılmış taahhüt alınmasının sebebini İsrailoğulları’nın tutumlarında aramak gerekir. Bakara suresi 63. ayetin öncesindeki ayetleri okuduğumuzda onların ihanetleri, yoldan çıkmaları ve hoyratlıkları bir bütün halinde daha iyi anlaşılabilir.
Mesela Allah’ı kendi gözleriyle görmedikçe iman etmeyeceklerini söylemişler, bunun üzerine Allah bir yıldırım çarpmasıyla hepsini öldürmüş, tekrar diriltmiştir. (Bakara 55-56)
Yine savaşmaktan kaçmışlar ve bunun bir cezası olarak Tih Çölü’nde kırk yıl yollarını kaybetmiş halde dolaşmışlardır. Allah onlara mucizevi şekilde kudret helvası ve bıldırcın eti ikram etmiş (Bakara 57) ancak onlar bunlardan sıkıldıklarını söylemişler ve sarımsak, mercimek, soğan ve acur yemek istemişlerdir. Daha düşük şeylerin peşine düştükleri için kınanmışlardır. (Bakara 61)
“Söz vermeleri için Tur Dağı’nı üzerlerine kaldırmış ve onlara, ‘Kapıdan secde ederek girin’ demiştik. Yine onlara, ‘Cumartesi günü yasağını çiğnemeyin’ demiş ve kendilerinden çok sağlam bir söz/mîsak almıştık.” (Nisâ 154)
Allah Teâlâ, Yahudiler şehre girerken secde ederek “Ya Yabbi bizi affet” anlamında “hıtta” demelerini emretmiş, ancak onlar bu emri alaya alarak buğday anlamında “hınta” diyerek giriş yapmışlardır. (Bakara 58)
Ayetin “kapıdan secde ederek girin” kısmındaki kapıyla ilgili rivayetlerde, bunun Kudüs yakınlarındaki Eriha şehrinin kapısı olduğu belirtilmiştir. “Secde ederek girin” emri ise tazarru halinde, boyun bükerek ve alçak gönüllülükle giriş yapın demektir.
“Ey Allah’ın Resûlü! Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik. Getirdiğin şeyin hak olduğuna şehadet ettik ve bu hususta seni dinleyeceğimize ve itaat edeceğimize dair sana söz verdik. Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, eğer bize şu denizi gösterir ve ona dalarsan biz de arkandan dalarız. Bizden bir kişi bile geri kalmaz.”
Putperestlik özentisi
Hak Teâlâ’nın Eriha şehrine girerken Yahudilerden tehditle söz/mîsak almasının arkasında bazı hikmetler bulunmaktadır. Çünkü kendilerinden önce bu bölgede yaşayan Amalika halkının putperest inancının odağında bulunan sarı ineğe tapma hevesleri vardı.
Bakara 61. ayette geçen sarımsak, soğan gibi şeylerin özellikle zikredilmesi Yahudilerin de tarımla uğraşma isteklerini, dolayısıyla Amalika halkı gibi olma arzusunu ifade etmektedir. Yerleşik hayat süren bu topluluğun paganist inançlarının merkezinde, tarımda kullandıkları ve kutsadıkları sığır bulunmaktadır. Yani onların çölden çıkıp şehre dönmelerindeki motivasyon -Hz. Musa aleyhisselâm’ın kırk gün sonra Tur Dağı’ndan döndüğünde- tapındıkları sığıra dönme arzudur.
“Hatırlayın ki sizden sağlam bir söz almış, dağı da üzerinize kaldırmıştık. ‘Size verdiklerimize sımsıkı sarılın, söylenenlere kulak verin’ demiştik. Onlar, ‘İşittik ve isyan ettik!’ dediler. İnkârları yüzünden buzağı sevgisi içlerine işlemişti. De ki: Eğer böyle inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor!” (Bakara 93)
İsrailoğulları Firavun’un elinden kurtulup, Kızıldeniz’i ilk geçtiklerinde, antik bir halk olan Amaleklerle karşılaşmışlardır. Bölgede yaşayan bu halk İsrailoğulları’na “karşı kıyıdan gelenler” anlamında “İbrâniler” ismini takmışlardır. Bölge halklarıyla tanışan İbraniler onların çok tanrılı anlayışlarını ve kutsallarını benimsemişlerdir. Buradaki halkların en önemli kutsalı Baal ve onun yeryüzündeki simgesi sığırdır. Yahudiler kısa zaman sonra tevhid inançlarına bu anlayışı bulaştırmışlardır. Bakara suresi 63. ayette geçen tevhide yeniden dönüş için alınan mîsakın tarihî arka planı budur.
Müslümanlar ve mîsak
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’in ümmeti bu türlü ağır söz vermenin/mîsakın muhatabı olmamıştır. Çünkü Resûlullah Efendimiz’in tebliğinin doğrudan muhatabı olan Ashab-ı Kiram tüm samimiyetleriyle O’nun yanında ve takipçisi olmuşlardır. Bedir savaşı öncesinde Sa’d b. Muaz radıyallahu anh bunu şöyle dile getirmiştir:
– Ey Allah’ın Resûlü! Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik. Getirdiğin şeyin hak olduğuna şehadet ettik ve bu hususta seni dinleyeceğimize ve itaat edeceğimize dair sana söz verdik. Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, eğer bize şu denizi gösterir ve ona dalarsan biz de arkandan dalarız. Bizden bir kişi bile geri kalmaz. Biz düşmanla karşılaştığımızda sebat ederiz, savaşta sâdık kalırız. Yarın bizi düşmanla karşı karşıya getirmekten korkma. Biz kılıçlarımızla düşmanı yok etmekten mutluluk duyarız. Belki de Allah sana bizim sayemizde gözünün aydın olacağı bir durum gösterir. Öyleyse Allah’ın bereketiyle bizi yürüt.”
Bu sözler mümin olmanın gereği olan tam teslimiyetin veciz bir ifadesidir.
“Allah’ın üzerinizdeki nimetini, sizden aldığı mîsakı/sağlam sözü hatırlayın. O zaman ‘İşittik ve itaat ettik’ demiştiniz. Allah’tan korkun; şüphesiz Allah kalplerin içindekini bilmektedir.” (Mâide 7) mealindeki ayetteki hatırlatma mümin Müslümanlara olup, mîsaka konu olan Mîsâk-ı Evvel’de Allah’ın tüm insanlardan aldığı muvahhid olma (yalnızca Allah’a kul olma) sözüdür. Buna Mîsak-ı Ezelî denir. Ayette, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (sorusuna cevaben) ‘Evet’ dediler” mealindeki Araf suresi 172. ayetine atıf vardır.
İlk mîsaka sadakat
Müslümanlara yaratılıştaki verilen bu sözün hatırlatılması onların bütün insanlık alemine nizam vermesi gerektiğini vurgulama anlamı da taşımaktadır.
Bu açıdan İslâm, Hz. Âdem aleyhisselâm’dan bu yana gelen hak mesajın nihaî hali olan Kur’an’da ruhlar aleminde alınan sözün hatırlatılmasıdır.
Müfessirlerimiz yaratılıştan alınan mîsakın sözlü olmadığını, insanın fıtratında Allah’a kul olma istek ve kabiliyetiyle gerçekleştiğini bildirmişlerdir. İnsan yaratılışı gereği Allah’ı bilme ve birleme temayülüne sahiptir. Akıl sahibi insan hiçbir mübelliğ gelmese de Allah’ı birleme imkânına sahiptir. İnsanın ilk doğduğundaki fıtrî İslâm’ın sebebini ayette geçen Mîsak-ı Ezelî olduğu kabul edilmiştir. Sonrasında ebeveyni onun fıtratını bozmakta ve başkalaştırmaktadır. Bununla ilgili şu meşhur hadis-i şerif herkesçe malumdur.
“Doğan her çocuk, fıtrat (veya İslâm fıtratı) üzere doğar. Sonra ana babası onu ya Yahudileştirir ya Hıristiyanlaştırır ya da Mecusîleştirir.” (Buhârî, Cenâiz 80)